29 Aralık 2010 Çarşamba

sen

elindeki ayakkabı kutusunu göstererek "bunu da götürücen mi" dedi.
daha rahat, stressiz ve hiç kayıpsız taşınabilmek için olayı parçalara bölüp, sabit mobilyaları en sona bıraktığımdan, şimdilik sadece ıvır zıvırları taşımak için yardıma gelmişti şirkette çalışan sabahattin abi. dört - beş kişi ile beraber.
sabahattin abi'nin şirkette 'düz işçi' pozisyonunda çalışmasına, onu geçtim, aslında şimdiye kadar çok muhabbetimiz olmadığından birbirimize yabancı olmamıza rağmen bana 'sen' diye hitap etmesi ne saygısızlıktan ne de samimiyetten kaynaklanıyordu. muhtemelen şimdiye kadar kimseye 'siz' dememiş, hiçbir cümlesini 'misiniz' diye bitirmemişti. gerek duymamış, hiç kullanmamıştı. amacı o olmasa da bana samimi geldi.

bir süre sonra burdan aldığım elektriği geri vermem, çalışanlarına çok iyi davranan patron portresi çizmem gerektiğine karar verdim. dolapta börek vardı. çayla beraber hazırladım, hiç adetim olmamasına rağmen ikinci tekil şahıs üzerinden konuşup "gel gel, börek güzel, çay da yaptım" dedim. sabahattin abi ve diğerleri geldiler, beraberce yedik. "çay içcen mi" deyip cevap beklemeden çaylarını tazeledim. ortamda çok dostane bir hava vardı. çalışanlarımla 'arkadaş gibi'ydim. muhtemelen akşam karılarına - bizim patron çok kral adam ya, bugün beraber börek yedik, çay içtik, diyeceklerdi.

eşyaları aşağıdaki kamyonete doldurduktan sonra artık iyice havaya girmiştim. öne doğru atılıp, 'kay sen kay, sığarız' dedim. önce bir şey demediler, beş kişi ön koltuğa sığamayınca sabahattin abi 'sen arabaylan gel' dedi. dostluğumuz pekişmiş, birbirimize art arda "sen" der olmuştuk. tamam dedim, şöföre de 'yavaş git ha, eşyalar dağılmasın' diye dostça tembihlemeyi unutmadım. arkadan arabayla takip ettim.

24 Aralık 2010 Cuma

filim

sinemada bir hikaye anlatılırken ister istemez hızlı ileri sarılmak zorunda tabii.
bir adamın başından geçenler, bir kadının başından geçenler, bunların iki saate sığdırılma mecburiyeti, her düğümün kolay çözülmesini, her kötülüğün iyilikle sonuçlanmasını gerektiriyor. neden? çünkü uzun vadede her şeyin iyilikle sonuçlanacağına inanıyoruz. hızlı sarınca da, direk iyiliği görüyoruz.

pratikte böyle olmaması, her şeyin ağır çekimde ilerlemesi kendi içinde bütünlük sağlasa ona da tamam, itirazım yok. ama öyle değil. kötü taraflar ciklet gibi uzun, iyi taraflar hızlı ileri sarılıyor. ikisi birden ağır çekim olsun bari. ortada bi negatif ayrımcılık var, ona söylüyorum.

23 Aralık 2010 Perşembe

sarı

anlattığı bu günün aynısını 20'den fazla defa yaşadım.
umut sarıkaya'dan:

sanki bütün gündüz maçlarını ankaragücü oynuyormuş gibi geliyor düşündükçe. ceza alanının büyük kısmı kumlu, orta ve taç çizgisinin sarımsı çimli olduğu bir ankaragücü - galatasaray maçı izliyoruz. izliyoruz dediysem televizyonun yarısından izliyoruz. ekranın diğer yarısına tül ve üçlü koltuk yansıyor. koltuk kıpırtısız, arada bir tül oynuyor. dışarıdan arada bir araba sesi geliyor. sokak çok boş. sapsarı bir güneş yakıyor ortalığı. ekranın yarısına arada bir galatasaraylı semih giriyor. çim sarı, güneş sarı, semih sarı. iyice sararıyor ortalık. boğazım kuruyor. içeri kocaman, sert kabuklu, uzun bacaklı, yeşilimsi bir böcek giriyor birden. tavana çarpa çarpa ilerliyor odanın içinde, bize doğru yaklaşıyor, elimizi savuruyoruz. pike yapıp televizyona çarpıyor. sonra yeniden tavana çarpmaya başlıyor. abimle odanın içinden çıkarmaya çalışıyoruz, ben gidip tülü açıyorum, abim de elindeki kırlenti savuruyor yeşil böceğe doğru, üzerine doğru gelince üçlü koltuğun üzerinde koşarak kaçmaya başlıyor. böcek odanın her yerine doğru hareket ediyor ama bir türlü pencereye yaklaşmıyor. elimizdeki kırlentleri tavana atarak vurmaya çalışıyoruz. abim en sonunda düşürüyor böceği. halıda yürüyerek elimizden kaçmaya çalışıyor. kırlentlerle dövüyoruz ama yürümeye devam ediyor. abim koşuyor içeriden tuvalet terliğini getirip akıtıyor sarı kanını böceğin. böceği terliğin üzerine alıp tuvalete götürüyorum, klozete atıyorum. yüzüyor yeşil ölüsü suda, sanki tek bacağı hareket ediyor gibi. üstüne tükürüp içeri gidiyorum. her şey normal, maçı izlemeye devam ediyoruz abimle. semih yetmiyormuş gibi bir de galatasaraylı cüneyt giriyor ekranın izlenen yarısına, iyice sararıyor ortalık. niye izliyoruz galatasaray - ankaragücü maçını, iki takımı da tutmuyoruz. önce sarıyer'li sonra beşiktaşlıyız. ama hep ankaragücü maçı izliyoruz. boğazımız kuruyor, yeşil viski şişesinden ılık su içiyoruz. annem hala gelmedi pazardan, babam da yazları sahildeki beyaz park gazinosunda kasiyerlik yapıyor. televizyonu kapatıp dışarı çıkalım diyorum abime, cevap vermiyor. plastik topun üstüne tükenmez kalemle sarıyer yazmaya çalışıyor. y'yi yazarken eli kayıyor y'nin kuyruğu uzuyor. içim çok sıkılıyor.

kafamı ıslatıp, bol şortumla dışarı çıkıyorum. kimse yok sokakta. bakkalın oraya gidiyorum, karşısındaki duvarda biraz oturuyorum. güneş tam tepemde. hava öyle sıcak ki bakkala bile kimse gelmiyor. etrafa bakıyorum biraz. bakayım terliği düşürmeden ayağımın en ucuna ne kadar yaklaştırıcam diye bir deneme yapıyorum, ayağımı eğerek terliği kaydırıyorum. yetmiyor biraz daha kaydırayım diyorum. terlik düşüyor ayağımdan. mecburen duvardan iniyorum. terliği giyiyorum. biraz yürüyüp ayağımı savuruyorum. terlik fırlıyor ayağımdan döne döne ilerde duruyor. sıcak asfaltta seke seke gidiyorum, giyiyorum. bi daha, daha havaya savurarak uçuruyorum terliği, yükselip şap diye düşüyor yere. devamlı uzaylıyorum terliği, mahalleyi şap şap diye inletiyorum. yaşlı bi kadın camdan kafasını çıkarıyor "çocuk git kapının önünde oyna. gürültü yapma hasta var, hasta" diye kovuyor beni. dokuz yaşındayım, canım çok sıkılıyor, hava çok sıcak, kimse yok, bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de hasta var. içim müthiş sıkılıyor. neyse ki hemen geçiyor. eve doğru giderken abimi elinde karpuz dilimiyle görüyorum. "ver lan bi diş" diyorum. vermiyor, git al annemden diyor. eve girmeden, kapıdan karpuzu alıp yanına geri gidiyorum. boş boş konuşmadan yürüyoruz. "sahile gidelim denize gireriz" diye tutturuyorum. "ne denizi lan babamın yanına gidiyoruz para alıcaz, berbere gitcez" diyor. gazino evimize 20 dakika uzaklıkta. 20 dakikadır karpuzlar elimizde, kabuğun beyaz kısmını bile bitiriyoruz. kağıt gibi olan kabukları atıp gazinoya giriyoruz. içerisi balık ve rakı kokuyor. geceye hazırlık yapılıyor, içerde hiç müşteri yok. babam kasada hesaplar yapıyor. bizi görünce dev, üç katlı orgun olduğu pistin oraya götürüyor. arkalardaki bir masaya oturtuyor. yeşil fasulye, pilav ve kola getiriyor garsonlar. personel yemeğini yiyoruz. yedikten sonra babamın yanına gidiyoruz. para veriyor, "berberden çıkışta doğruca eve gidin, yüzerken filan görmeyeyim sizi" diyor. berbere gidiyoruz. abim "onunki üç numara benimki amerikan olacak" diyor berbere. ikimizinkini de üçe vurup yolluyor bizi eve. kıl dolu kafalarımıza şaplata şaplata eve gidiyoruz. yolda arkadaşımız boklu'yu görüyoruz. kirpikleri birbirine yapışmış boklu'nun. "niye gelmediniz lan denize, çelik gibiydi su" diyor. "maç vardı" diyor abim. eve doğru yürüyoruz boklu'dan ayrılıp. günler ne kadar uzun 9 yaşındayken, güneş bir türlü batmıyor. kel kafalarımız yandıkça yanıyor bayırı çıkarken, içim çok sıkılıyor.

büyüdüm, babamın yazın kasiyerlik yaptığı yaşa geldim. abim evlendi çocuğu oldu, semih, cüneyt futbolu bırakalı yıllar oldu. artık pek fazla gündüz maçı yapılmıyor yine de öğlen evde oturuyorum. arada bir pencereden kafamı uzatıyorum, kavrulan asfaltta sokakta tek başına oynayan çocuk görüyorum. "siktir git lan burdan. git kapında oyna" diye onu kovuyorum.

10 Aralık 2010 Cuma

sirkülerler

sirkülerin tekil olduğunu biliyor muydunuz?
x şirketinin imza sirküleri dediğin zaman aslında tek bir evraktan bahsediyoruz. eskiden bir şirketin bir imza sirküsü var, birkaç ortağınkini beraber isteyince sirküler oluyor zannederdim, öyle değilmiş. ben türkçe'de çoğul eki ile bitip de tekil olan bir sözcük daha bilmiyorum, bu tek. her gün yeni bir kelime, yeni bir bilgi.

9 Aralık 2010 Perşembe

uzatma

çok kültürlü olduğum için tv'de yalnızca belgesel kanallarını ve açık oturumları izliyorum.
aslında çok fazla değil, en çok dört-beş tip konuk var açık oturumlarda. ama kendini en çok tekrarlayan klişe, ironiyi ciklet gibi uzatan adam, aralarında en dayanılmazı:

- kürtlerin son çıkışını örneğin, kendi kolluk kuvvetlerini oluşturmak istemelerini suçlu bulmuyor musunuz mesela?
- buluyorum. kesinlikle suçlu buluyorum.
- (??? şaşırma efekti. dikkat kesilme)
- kürtler suçludur. bu topraklarda yaşamalarına rağmen, 2010 yılında hala ayrımcılığa maruz kaldıkları için suçludur. bu yoklukta, devletin hala bir yardım eli uzatmamasına rağmen bu topraklarda yaşamaya devam ettikleri için suçludur (olayın anlaşılması. eeeh demek). kürtler 100 yıldan fazla zamandır etnik ayrımcılığa karşı hala devletlerine sadık oldukları için suçludur (olayın bayması. uzadıkça uzaması). kürtler ... vs.

ortalamada üç-dört dakikadan fazla süren bu ironi uzaması esnasında havadaki gerilimi, olayın ne komik, ne ilginç, ne orjinal, ne de iyi ifade edilmiş olmamasını anlayamamak, yani bunu farketmeden hala uzattıkça uzatmak konuğun bize yaptığı en büyük eziyettir. sonu, tv'deki adamın yerine utanarak kanal değiştirmeye varır. kimsenin bize bunu yapmaya hakkı yoktur.

25 Kasım 2010 Perşembe

çocuk

çocuğun soruya sadece cevap verip devamını getirmemesi beni çocuklu ortamlarda en yüksek sesle güldürebilen şey:

- can'cım naber, ne kadar büyümüşsün sen, ayyy canım beniiim.
- iyiyim.
- ay ay ay, pantolonuna da bak seen. kaç yaşına bastın sen şimdi?
- beş.
- bak halası bak, sen can'ın saatini gördün müüü? saatini bana verir misin can, benim olsun mu?
- yok.

sırf utangaçlıktan kaynaklanmayan, içinde daha çok koşup kaçma isteği barındıran bu tek kelimelik sorusuz cevapları çocuklarda yedi yaşına kadar görebiliyoruz. sonra karşı tarafa da sormaya başlayıp diyaloğa girdiklerinde tüm şirinliklerini kaybediyorlar işte.

24 Kasım 2010 Çarşamba

platon-ik

platon'la ilgili bir şey okurken aklıma geldi birden:
platon'un ünlü platonik idea'sından bahsediyordu. bildiğimiz mağara hikayesi, hepimiz mağaradayız, duvardaki yansımaları izliyoruz, halbuki esas gerçek dışarıda ama biz çıkamıyoruz durumu.
gördüğümüz yansımalara "idea" deniyordu ya, hatta "platonik idea" deniyormuş işte meğer. platon'un idea'ları manasında.
yani gerçek olmayan yansımalara, ulaşamadığımız, dokunamadığımız gerçeklere diyorduk.
işte benim tahminime göre, platonik aşk da tam bu noktadan girmiş türkçemize. yani araştırmadım ama muhtemelen öyledir.
ingilizce sözlükten baktım, platonic için 'içinde cinsellik bulundurmayan aşk' diye bahsediyor. e dokunamadığın, gerçek olmadığı için cinsellik de barındıramıyor bünyesinde tabii.
biz daha çok gizli aşk manasında kullanıyoruz ama o iş öyle değil işte. aslı, gerçek olmayan aşk. gerçek aşkın yansıması. daha kötü bir şey yani. ona göre kullanın.

22 Kasım 2010 Pazartesi

ha ha ha

ibiza'daki evinin yanına taşınan james blunt'ı gördükten sonra yazlığını satmaya karar veren noel gallagher şöyle demiş:
"I can't stand living there in the knowledge that blunt is nearby making terrible music."

eğer ben gerizekalı değilsem, 30 yaşıma gelmeme rağmen, hala bu asi çocuk "rock star" tripleri hoşuma gidiyorsa, bu hepsinin gerçek ve samimi olduklarına inandığımdandır.
gerizekalıysam, ileride bir gün bunların aptalca, hatta çocukça olduğunu düşünecek ve kendime kızacaksam, o saatten sonra hayatımın daha sıkıcı olacağına inanıyorum.

don't look back in anger'ı bir de noel'den dinleyin.

15 Kasım 2010 Pazartesi

bana kalbin kadar temiz bu sayfayı ayırdığın için teşekkür ederim

cümlede evlilik kurumu geçer geçmez, (senelerce) aynı yastığa başkoymuş olmanın önemi vurgulanır. bunu nikah memurundan tut, anneanneye kadar çok adam söyler.
ben bunun önemini geçende uyuyamayınca fark ettim. uyuyamayınca ister istemez yanındaki de uyuyamaz ki? senin derdin fizikselse de mentalse de buna otomatikman ortak oluyor o zaman? yani bir şey varsa eğer, karnının şiştiğini söylemek istemiyorsan da, kafan bir şeye bozulmuşsa ve bahsetmek istemiyorsan da kaçabileceğin yer yatağa kadar. aynı yastığa başkoyunca öteki uyanıyor hemen olaya tabii. diyor ki nen var kuzum? hemen soruyor, kurcalıyor. bazen taktiken kurcalamasa da anlıyor en azından. işte aynı yastığa başkoymanın önemi, işte aynı yastığa başkoymanın zevki, bazen problemi. yatakta yalan olmaz'la bunu kastetmiş de olabilirler.

buna sabahattin ali de takmış. sabahattin ali hakkında ileri geri konuşacak kadar kitabını okudum. adamlar hep, çok da sevmedikleri ama iyi insan olan kadınlarla aynı yastığa başkoyuyorlar. adamlar aşık değil ama sevmiyor da değiller. sonra aynı yastığa baş koya koya alışıyorlar tabii, biraz daha yakın hissetmeye başlıyorlar. öbür türlü yapsan hepten olmuyor zaten; yakınlaşmayayım, çok anlatmayayım desen akşama foyan çıkıyor meydana, daha kötü duruma düşüyorsun. yalancı çıkıyorsun. çünkü yatakta yalan olmaz. o yüzden mecburen yakınlaşıyor karakterler de. fakat sonunu bir yere ulaştırmıyor mesela sabahattin. hiç bir zaman, tamam, geçen süreyle birlikte birbirlerine daha çok alıştılar ve sonunda mutlu oldular demiyor. alışıyorlar, biraz daha yakınlaşıyorlar ve öyle kalıyor. sabahattin'in bu amaçsızlığına, kayıtsızlığına başka konularda da sık sık rastlıyoruz zaten.

peki bu habere ne diyorsunuz? evrene çok enerji gönderdim. bana kalbin kadar temiz bir konseri ayırdığın için teşekkür ederim jarvis. haberi burdan da teyit edebiliriz.

devotchka - such a lovely thing

3 Kasım 2010 Çarşamba

takım

takım elbise ile ilgili en büyük zorluk, giyinmek, içinde hareket edememek, yazın terlemek, kravatın boynu sıkması vs. değil, eve yorgun argın geldikten sonra bir kenara fırlatmak yerine, ütüsüne uygun, düzgünce yerine asmak zorunluluğudur.
bu, işin bittikten sonra eve giderken ve hatta eve girdikten sonra bile hala disiplinini bozmamayı gerektirir. halbuki serbest kıyafet öyle mi? değil. o zaman, kazım abi söylesin.

bu türkü de hababam sınıfı'nın müziği gibi, hızlı çalınınca neşelendiren, yavaş yavaş söylenirse hüzünlendiren cinsten.

28 Ekim 2010 Perşembe

kaset doldurma kafası

sabahları işe gelirken trafikte okul servislerine denk geliyorum bazen. öğrencilerin çoğu, kulağında kulaklık, başını cama dayamış uyuyor.
benim zamanımda öyle değildi.
ortaokulun yanlış hatırlamıyorsam tamamında (ya da orta son hariç) okula servisle gidip geldim. o zamanlar bu kulaklık, i-pod mevzuları yoktu, walkman de popülerliğini yitiriyordu. çok ara bir dönemdi.

biz müştereken müzik dinlerdik serviste.
radyo da dinlenmezdi pek, birinin getirdiği kaset dinlenirdi. çok önemli olaydı. evde oturur kaset doldururdun özenle, ertesi sabah saat 6.30'da servise biner binmez, eğer birinin kaseti çalmıyorsa (çalıyorsa saygısızlık olurdu, beklemek lazımdı) kendininkini uzatır, "naci abi şunu bi koyar mısın?" derdin. aşağı yukarı yirmi - yirmi beş kişiye hitap ediyordu hazırladığın kaset, o yüzden geniş açılı bir yere oturup milletin surat ifadesinden bir şeyler çıkartmaya çalışırdın. hele bazen biri "bu çalan kim ozan, iyiymiş" derdi, o zaman bütün emeğine değerdi. gerçi genelde asi karakterimi vurgulayan metallica, nirvana vs. şarkılarıyla dolu olurdu kaset, pek sürpriz şarkı çıkmazdı.

bir de kaseti alıp evde çekme vardı o zamanlar. o hepsinden iyiydi. kasetin başarılıysa servisten biri dönüş yolunda gelir, kaset bende kalsın akşam, yarın sabah getiririm derdi. sen de memnuniyetle, "tabii", derdin. hele üst sınıflardan bir kızsa, o akşam iyi geçerdi.

24 Ekim 2010 Pazar

fayda

eğer illaki tüm sorunları tek bir cümlede özetlemek istiyorsak, böyle bir takıntımız, özlemimiz varsa, ben yardımcı olayım: herkesin kendi faydasını maksimize etmeye çalışması.
bunu en genel anlamda olunca anlıyorum. herkesin iyi bir iş, iyi bir ev, iyi bir eş vs. istemesi kabul edilebilir bir durum. tabii bunlar da fayda çakışmasına sebep olacak, bunlar da problem çıkartacaktır ama daha az nicelikte ve daha iyi nitelikte.
asıl problemi çıkartan, ve bazen hayatı çekilmez hale getiren daha ufak çaptaki fayda çakışmaları. her gün bundan yüzlerce yaşayan insanlar var (çok büyük çoğunluktalar) ve yorulmuyorlar. yemeğin en güzel tarafını seçmeye çalışmak, en rüzgarsız yerde oturmaya çalışmak, en boş şeridi denk getirmeye uğraşmak, çıkış kapısına en yakın yerde otopark yeri bulmaya çalışmak, en kısa kasa sırasını bulmaya uğraşmak, son otuz saniyede aklıma ilk gelenler. örnekler milyonlaştırılabilir. bu, milyarlarca insan tarafından (eminim ben de ara sıra dahil oluyorumdur) günün uyanık kalınan her saniyesinde, devamlı olarak, art arda, sıkılmadan ve yorulmadan yapılıyor. işin manitacılık boyutundan zaten ayrı bir kitap çıkar.

öte tarafta da, en-el hak mertebesine ulaşmış mı dersin, ermiş mi dersin, filozof mu dersin, bu işlere hiç bulaşmayan adamlar var. yüzbinlerce vardır eminim ama benim ilk aklıma gelenler: nietzsche, schopenhauer, can yücel (şiirlerinden değil. şiirlerini sevmem), krishnamurti ve tabii mevlana. öncelikle bu adamların üzerindeki "anlaşılması zor" etiketini çıkartmak lazım. çünkü hiç değil. adamlar tane tane anlatıyor. herkes kendince bir şeyler anlıyor ama bu konunun zorluğundan değil. ben de çıkıp bir hikaye anlatsam beş başka anlam çıkartılabilir. yani diyorum ki, böyle adamlara da bir şans verip anlamaya çalışmak lazım.

mesela bana anlattıklarından ben şöyle anladım: devamlı olarak kendi faydanı maksimize etmeye çalışmak çok boş iş. çünkü maksimize etmeye çalıştığın tüm o faydalar somut, elle tutulur, ya da en azından hissedilir sonuçlar. halbuki mutlu olmak, rahatlamak için ihtiyacın olan o somut sonuçlar değil, kafanda oluşan kesin ve tereddütsüz sonuçlardır.

bu aralar m.f.ö.'cüyüm. 2.12 - 2.19 arası en sevdiğim bölüm. ve toplu müzikli yemeklerde en çok kolun havaya kalktığı. en bağırarak söylenen.

6 Ekim 2010 Çarşamba

ikilem

bazen şu ikilemde kalıyorum, yalan değil:
tecrübe ettiklerimi, bundan sonra başıma gelecek hadiselerde kullanmalı mıyım, yoksa her seferinde en baştan başlıyor gibi davranmak daha iyi sonuç verebilir mi? belli başlı bazı konularda en azından.
sırf manitacılık açısından söylemiyorum (her ne kadar büyük yüzdeyi o kaplasa da), her türlü sosyal ilişkinde, işte, hatta hobilerinde; daha evvelden öğrendiklerine göre gardını almasan, gardsız mardsız düz gitsen fena olmayabiliyor bazen. hiç görmemiş, öğrenmemiş gibi yapsan. bu arada geri zekalı durumuna da düşmemen lazım tabii, yanlış anlaşılabilirsin.

diğerine göre biraz yorucu olabilir. her seferinde yeniden başlıyorsun sonuçta, kolay değil.

bir de problem var: birkaç seferden sonra istesen de uygulayamayabilirsin. kendini zorlasan da ister istemez gardını alıyorsun bazı pozisyonlarda, olmuyor. neyse, oraya gelene kadar denemekte fayda var.

beirut - gulag orkestar

23 Eylül 2010 Perşembe

heyecanlandım

düzenli olarak araba dergisi alan ve satır satır okuyan bir adam olarak ben, böyle bir şeyi ne gördüm, ne duydum.
dokuzbuçuk aydır kullandığım arabada ilk defa bugün fark ettim.
sürücülerin normalde, yazılı olmayan saygı kurallarına göre yaptıkları şeyi araba kendi kendine hallediyor. karanlık bomboş bir yolda uzunları yakmış giderken karşıdan gelen arabayı gördüğünüzde, ya da sizin şeridinizde giden bir arabayı sollarken, rahatsızlık vermemek için uzunları kapatır, geçtikten sonra tekrar açarsın. işte bu, onu kendi yapıyor. uzunları yakıp gidiyorsun, bir ışık görür görmez kapatıyor, geçince tekrar yakıyor. i-na-nıl-maz. çok etkilendim. siz de etkilenin diye yazdım. en büyük muamma, o karanlık yolda, o kadar zayıf bir ışık kaynağını (yani karşıdaki araba çok uzaktayken) nasıl seziyor? daha da inanılmazı o ışık kaynağını yolun aydınlatmasından nasıl ayırt ediyor? son soru, manuel olarak da çok sıkıntı yaratmadan halledilebilen bir sorun için adamlar hangi sebeple bu kadar uğraşıyor ve bu kadar komplike bir sistem kuruyorlar? çok garip. bu adamlar mühendisse, bizimkiler ney?

22 Eylül 2010 Çarşamba

kötü kadın

bir orospuya aşık olmakla ilgili en kötü şey, bir orospuya aşık olduğunu bilmemek oluyor.
tüm hadise şu sıra ile gerçekleşiyor:
tanışma - standarttan daha sık görüşmeye başlama - standarttan daha sık seks yapmaya başlama - aşık olduğunu fark etme - işlerin sarpa sarmaya başlaması - bir orospuya aşık olduğunu anlama - son. bazı paradigmalarda en uçtaki ikisi yer değiştirebilir.

zaten orospunun orospu olduğunu bilsek, baştan aşık olmayacağız ama orospu tabiatı gereği orospu olduğunu önceden belli etmiyor, e nerden bileceksin?

olay bir kere gerçekleştikten sonra, yani bir orospuya aşık olduğunun hemen ardından, kadındaki orospuluğu fark etmek arasında geçen zamanın ilginçliği tüm bu hikayeye renk veren. bence düz aşık olmaktan bile daha ilginç. çünkü düz aşık olmakta tek bir parametre var, aşık olmak. halbuki öbüründe öyle mi; hem aşık olmak var, hem de kadının orospu olması durumu. daha da bi karmaşık, 'çok' daha acı verici. sonra bir tezatlık var olayda, o da çok garip. sevgi - nefret mevzusu. gerçi ona pek sevgi de diyemeyiz. şehvet - nefret daha uygun olabilir. bu da biraz yüzeysellikle suçlanabilir, suçlayan haksız da sayılmaz ama daha uygun bir kelime yok güzel türkçemizde.

her neyse, şimdi karşındaki 'orospunun teki' olduğu zaman, ister istemez sen de orospu çocuğu durumuna düşebiliyorsun, karşındakinden sebep. hiç belli olmaz, bir bakmışsın komple haksız duruma düşmüşsün, hem de en ufak günahın olmadan. yani tüm bu hikayenin içinde bir yanlış anlaşılma parametresi de var. (elde var üç: aşık olma, orospu kadın, yanlış anlaşılma.) işte bu üçünü alt alta yazıp oluşan tablodaki rezalete, ve aslında konunun senden bağımsızlığına, konunun senden bağımsızlığına rağmen tüm ihalenin senin üzerine kalmasına bir bak, sonra konu olan orospuya bir kez daha küfür et, benim için.

nietzsche ile tıpkısının aynısı bir çok şey yazmış olan schopenhauer (bir değil, iki tanık gösteriyorum) aşkın metafiziği'nde şöyle demiştir:

kadın mizacındaki temel kusurun “adalet duygusu”ndan yoksunluk olduğu görülecektir. bu esas itibarıyla daha önce sözü edilmiş olan muhakeme kabiliyetindeki ve düşünme melekesindeki zayıflıktan kaynaklanır, fakat aynı zamanda kısmen tabiatın onlara daha zayıf cins olarak tahsis ettiği konuma kadar götürülebilir. onlar, bu konumları gereği kuvvete değil fakat kurnazlığa bağımlıdırlar. bu yüzdendir ki, içgüdüsel olarak kurnazlığa yatkındırlar ve yalan söylemeye karşı iflah olmaz bir temayüle sahiptirler. zira, nasıl ki aslanlar pençeler ve dişleri, filler ve domuzlar azı dişleri, boğalar boynuzları, mürekkep balığı suyu karartan mürekkebimsi sıvı ile donatılmışsa tabiat, kadınları da kendi kendini koruması ve savunması için ikiyüzlülük yahut riyakarlık melekesiyle teçhiz etmiştir. tabiat, erkeklere fiziki güç ve akli meleke biçiminde bahşettiği kabiliyetin tamamını kadınlara bu şekilde bağışlamıştır.

tabii burda "sen orospuluktan bahsediyorsun ozan'ım ama bu adam kadınlara sadece yalancı demiş?" diyebilirsiniz.
o noktada orospuluğun kelime anlamını tartışırız ama uyandırayım, bu başlıkta çok iyiyim.

pulp - you're a nightmare (link'de bir problem vardı, hallettim.)

(lyrics)

14 Eylül 2010 Salı

31 şarkı

nick hornby'nin "31 şarkı"sını bitirdikten sonra bu yeni nesil edebiyat şeysinden biraz sıkıldığımı fark ettim. her ne kadar nick tam anlamıyla bu gruba girmiyorsa da, yedeği sayılır.
nedir kastettiğim (ve tamamen kıçımdan uydurduğum) yeni nesil edebiyat?
türkiye'den örneklendirirsek fırat budacı, umut sarıkaya, mizah dergileri, ekşi sözlük, nil karaibrahimgilvari köşe yazarları (bir yerlerde gözüme çarpmıştı köşesi, belki artık yazdırmıyorlardır, bilmiyorum), sık takip edilen blog'ların çoğunluğu vs...
çoğunlukla mizaha, ama hep aynı tarz mizaha dönük edebiyat. gözlemcilik, detay keşfetmecilik, genellemecilik tabanı üzerine kurulan, sonrasında kendinden benzer örnekler vererek samimiyetine inandıran (ve kendini aşağılayarak okuyucudan "mütevazilik" cephesinden puan toplayan), alt yekünde ise söylenmek istenenin söylendiği yazı biçimi. hafiften kabak tadı vermeye başladı. nerde o 18., 19. yüzyıl edebiyatı kafasında değilim hiç. ama orda bu kadar çok tekrar yoktu sanki. ya da son zamanlarda bu dönemden çok okudum, bilmiyorum.

yine de; okuduğum kitaplardan gereğinden fazla etkilendiğimden, 31 şarkı'yı bitirdikten sonra ben de kendi müziğimin kronolojisini ve bendeki etkilerini anlatmak istediğime karar verdim. başladım, daha 16 yaşıma gelmememe rağmen sayfalar tuttu, bıraktım. ama ne anlamış oldum? müzikten çok etkilenmişim, etkileniyorum, etkileneceğim.

rolling stones - paint it black

17 Ağustos 2010 Salı

dekolte

feysbuk'da dekoltelerini kesip, fotoğraflarını yarım haliyle koyan kadınlar var. genellikle bikiniliyken. yani biz hepimiz bikinili olduklarını tahmin ediyoruz.
fotoğrafta kendilerini beğeniyorlar, o pozlarının gözükmesini istiyorlar, ama kahretsin ki bikinili fotoğraflarını öyle cümle aleme gösterecek kadar namussuz değiller. hırsızı var uğursuzu var, olmaz.

uzak mesafe

uzak mesafe ilişkilerinde atlanılmaması gereken bir eşik var: uzak mesafeyi kısaltma kararını alma eşiği. diyelim ki artık dayanamadınız, uzak mesafedeki sevgilinizin yanında olmak için onun şehrine taşınmaya karar verdiniz. çok önemli karar baktığın zaman.
konuştunuz, derdinizi anlattınız, yanına gelmek istiyorum, hep beraber olalım istiyorum dediniz. tamam dedi, pılınızı pırtınızı toplayıp, gemileri yakıp, gittiniz. ama olmadı işte. eğer erkekseniz (kadınsanız bilmiyorum, orayı daha düşünmedim), bi' kere kafadan güçsüz duruma düştünüz. yeni bir yerde, bilinmedik bir ortamda, yeni bir akvaryumdaki balık gibisiniz. o sizden daha tecrübeli, konuya hakim. siz uyum sağlamaya çalışan mülteci gibiyken, onun dertlerinin yanına kendinizinkileri de yüklediğinizin farkında değilsiniz. farkında olsanız da yapacağınız bir şey yok, mecburen yükleyeceksiniz. artık hem güçsüz, hem de yüksünüz. bilin bakalım sonunda ne olacak?
aşk her şeyi affeder diyeceksiniz. benim gördüklerim öyle demiyor.
o zaman işin doğasını bozmamak lazım. uzak mesafe ilişkisiyse bırak uzak mesafe ilişkisi olarak kalsın. işin kimyasını değiştirme. yakınını uzağa çevirmeye çalışınca otomatikman problem çıkmıyor mu, uzağını yakınlaştırmaya çalışınca neden çıkmasın?

bir çaresi bulunur.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

anayasa

ozan sezen üşenmedi, sırf sizin için araştırdı:
referanduma evet mi, hayır mı?
değişikliklere tabi anayasa maddelerinin mevcudunu ve talep edilenleri okudum. her biriyle ilgili, chp'nin neden karşı çıktığına dair bir açıklama aradım ama bulamadım. açıklama yapıldıysa da internette yok. tam chp'lik bir durum aslında. karşıyım ama niye karşı olduğum belli değil. değişiklikler şöyle;

memurlara toplu sözleşme hakkı veriliyor. (burda grev ile toplu sözleşmeyi birbirinden ayıralım. grev hakkı verilmiyor. toplu sözleşme ile verilen şey biraz havada kalıyor gibi. bu arada ben memura grev hakkına karşıyım.)

parti kapatılması zorlaştırılıyor. (demokrasi adına iyi gözükebilir ama bana sadece kürtlerden oy kapma telaşı gibi gözüktü. bir de şu var: parti kapatılsa bile partinin kapatılmasına sebep olan milletvekilinin milletvekilliği düşmüyor, mecliste görevine devam ediyor. siyasetten uzak kalma cezası da beş yıldan üç yıla düşürülüyor.)

kamu denetçisi diye bir şey çıkıyor. her vatandaşın, her kamu kuruluşu ile ilgili bilgi isteme ve bu bilgiyi sorgulama hakkı oluşuyor. (e güzel.)

hakim ve savcılar sadece adalet bakanlığı'na bağlı adalet müfettişleriyle denetlenebilecekler. şu anda kendilerinden daha kıdemli hakim ve savcılar aracılığıyla da denetlenebiliyorlardı. (yargının bağımsızlığına müdahale mi? sadece iktidara bağlı müfettişler tarafından denetlenmek?)

askeri mahkemelerin yetkileri ve çapları küçültülüyor. devlet güvenliğini ya da anayasal düzeni tehdit eden her şey sivil mahkemelerde görülecektir diyor. (iyi mi kötü mü bilemedim, farklı senaryolarda farklı sonuçlar çıkacaktır.)

anayasa mahkemesi 11 değil 17 üyeden oluşacak. bu üyeleri sadece cumhurbaşkanı değil, bir kısmını da meclis seçecek. (ne kadar çok üye o kadar demokratik ortam. ama meclis de üye atayınca, iktidar üye atamış olmayacak mı?)

anayasa mahkemesi üyeleri on iki yıllığına seçilecekler. (yuh.) her vatandaş, avrupa insan hakları sözleşmesi'ne aykırılık durumunda anayasa mahkemesi'ne başvurabilir. (bu biraz boşbeleş bi iş gibi geldi bana.)

1980 ihtilalinden, bir sonraki milletvekili seçimlerine kadar (1983 sanırım) olanlardan hesap sorulamaz, mahkeme açılamaz maddesi kaldırılıyor. (tamamen işkence görenlerden ve ailelerinden (sayıca çok olduklarından) oy alma hamlesi. bu saatten sonra evren'i yargılasan n'olur?)

genelkurmay başkanı, hava, deniz, kara kuvvetleri komutanları ile jandarma komutanları anayasa mahkemesi'nde yüce divan'da yargılanabilecekler. (demokrasi, demokrasi, demokrasi.)

aynı anda ve aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye olunabilecek. grev hakları çok genişletiliyor, iş yavaşlatma, iş durdurma vs... (bizim işçimiz bu işin bokunu çıkartır mı bilemiyorum.)

haliyle anayasa hukukçusu değilim. okuduklarımdan anladıklarım bunlar. halbuki chp bununla ilgili bize açıklama yapsa? dese ki şu madde sonucunda bu olur, bu maddeye karşıyız çünkü bu şu anlama gelir falan? hepimiz anlasak da ona göre karar versek? devlet buna bir şey yapması lazım.

sertab erener büyük kadın.

27 Temmuz 2010 Salı

marquis de sade

bu ara marquis de sade okuyorum. bilmeyenler için: ateist, nihilist, hiç bir şeyin doğaya karşı gelmemesi gerekliliğine inanan, ama asıl derdi olan bunları söylemeden önce, dikkatleri üzerine çekmek için, muhtemelen sizin de hakkında evvelden duyduğunuz, erotizm, pornografi ve sapkınlıkla öne çıkan yazar. o kadar uçta geziyor ki, bazen bayıyorsun. pedofili, ensest ilişki, tecavüz ya da aklına daha ne gelirse, insanın doğasında olduğundan "kötü" kabul edilemeyeceğini söylüyor. 'insandan ne gelirse kabulümdür' mantığı, yunus emre mi demişti; ona yakın bi' şey işte. bir yere kadar tamam da, çok zorlayınca atıyorsun kitabı bir tarafa.

ama şu var: bugün memleketin, hatta dünyanın vaziyetine bakınca, tek başına birey olarak insana değil de, daha güçlü kurumlara bakınca, hepsinin ister istemez insan doğasına yaklaştığını görüyorsun. dışarıdan çok güçlü ve zor gözüken bütün o müesseseler: (anayasa, iktidar, asker ya da bağımsız yargı mesela) bunların tamamı zora düşünce nasıl insan gibi hareket ediyor, nasıl eğilip bükülüyor fark edilmiyor mu? çok süslü ve bütünlük içinde yazılmış cümlelerle dolu anayasa, hemen delinebiliyor, anında değişebiliyor, sırf insani hususiyetlere ters düşüyor diye.

e sonuçta hepsi insan eseri, ne beklenebilir ki denebilir.
evet insan eseri fakat insanüstü amaçlar için, insanlar bireyken beceremedikleri şeyler için yaratılmışlar. yani olmaları gereken pozisyon zati insanın, vatandaşın, halkın, adını ne koyarsan koy, üstü. ama zora gelince insanlaşıyorlar işte. hemen insani pozisyon alıp yer değiştirebiliyorlar. o zaman da hiç bir yere ilerleyememişiz diyorum, hala ilk çağ, bilemedin orta çağ.

akşamları saynur tezel'le başbaşa yemek yiyoruz bazen, o da benimle aynı fikirde. mesela başbakan'ın anayasa mahkemesi kararına yanlış demesi bir ikimizi bu kadar şaşırttı galiba. yargının insanlaşmasına örnek olarak.
yargının bağımsızlığından benim anladığım özgürlük değil. son sözü söyleme yetkisi. bu adam suçlu diye karar alırsa mahkeme, o adam suçlu olmak zorundadır (yargıtay'a ıvıra zıvıra gitti farz edelim). şimdi mahkeme bu adam suçlu diyorsa ve bu karar daha hala sorgulanıyorsa orada düzen nasıl sağlanabilir? hele başbakan, mahkemenin ulaştığı sonuç yanlıştır diyorsa, bu her vatandaşa da hakkında verilen mahkeme kararını inkar etme şansını tanımaz mı? e o zaman toplumun hali ne olur?

yani teoride, kağıt üstünde böyle ilahi bir üstünlüğü var yargının. böyle bir gerçek pornografisinin olması lazım. artık ilk demokrasiyi, kuvvetler ayrılığını kim bulmuşsa bilmiyorum, oturup düşünmüş, demiş ki, bu o kadar yüksekte bir şey olmalı ki, insanlar artık onun üzerine konuşamasın ve düzen bu şekilde sağlanmış olsun. çok da iyi düşünmüş. ama şimdi halkdan önce başbakan bozuyor kuralı.

yalnız şu da var: bu bizim gazetecilerin bahsettiği gibi inanılmaz, skandal, tarihte bir ilk falan da değil. marquis'nin dediği gibi, eğer insan yapmışsa doğrudur. her şeyin tarihte önceden yapılmışı var. bizim sağcılara sorsan şimdi, bu memleket kendi başbakanını astı derler. halbuki aç bak, elli tane örneği var tarihte. ne ararsan, ne istiyorsan ve hatta istemiyorsan daha evvel yapmışlar. bir yerde bir şekilde olmuş. demek ki hiç bir şeye şaşırmayacaksın böyle can ataklı gibi gözlerini aça aça.

i just came to tell you that i am going - jarvis cocker

so it's goodbye forever

and i am sorry to tell ya'

but i am going away

yes i loved you once

but hey!

derken tam çenesinden tutup kaldırıyormuş kafayı.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

düşün taşın

saydım, son on sene içerisinde dokuzuncu kez taşınıyorum. yuvarlarsan senede bir taşınmaya tekabül eder.
bunun altını çizmem, taşınmanın eziyetinden, ev bulma zorluğundan vs. değil. bunu söylüyorum, çünkü en sonuncusunda fark ettim, yarım günde taşınıyorum. 4-5 saat içerisinde, kamyonetle (kamyonla değil) iki sefer yaptın mı (biraz büyükse tek sefer de olur) taşınabiliyorum. ertesi sabah kalkıp hiç bir şey değişmemiş gibi işe gidebiliyorum yeni mahallemden.
yani demem o ki, pek yer kaplamıyorum, madden. dört saatlik işim var topu topu. ama manen, aklını alırım.

the smiths - some girls are bigger than others

(stüdyo versiyonu hızlı araba kullanırken tavsiye edilir.)

27 Haziran 2010 Pazar

hayyam

bu adamla ilgili en çok şuna şaşırıyorum:
on ikinci yüzyılın ilk çeyreğinde ölmüş.
yani adamın "esinlenmiş" olabileceği, biraz şundan etkilenmiş diyebileceğimiz kitaplar kronolojik sırayla: kur'an, incil ve belki biraz yunan mitolojisi ile felsefesi. sokrates, platon falan. ki onlar da hiç buna uymuyor, bu kardeşimiz varoluşçuluğun temellerini atmış bana göre, belli ki onlardan da bir şey kapmamış. zaten ortada daha matbaa yok, el yazması bir kaç kitap mevcut. peki nasıl oluyor?

yerin dibinden yıldızlara dek
ermediğimiz sır kalmadı pek,
her düğümü çözmüş insanoğlu;
ecel düğümünü var mı çözecek?

sevgiyle yoğrulmamışsa yüreğin
tekkede, manastırda eremezsin.
bir kez gerçekten sevdin mi dünyada
cennetin, cehennemin üstündesin.


şimdi üç bin kitap okuduktan sonra ben yazarım diye çıkmak kolay. ama ortada daha kitap yokken hayyam gibi yazmak?

22 Haziran 2010 Salı

nick

şimdi sel yayıncılık'la konuştum haberler iyi:
yakında nick hornby'nin "juliet çıplak" çevirisi çıkıyormuş.
yanında bir de "31 şarkı" çevirisi çıkarıyorlarmış. hatta beraberinde kitapta bahsedilen şarkıların olduğu bir cd de verilecekmiş.
değmeyin keyfime.

14 Haziran 2010 Pazartesi

piyale

kadınla erkeğin  başlangıçta hep eşit olması. eşit olması ama belki farklı safları tutmaları. fakat ilk sevişme sonrası kadındaki mutlak güç kaybı. hemen ilk 24 saatte başlayan ve kadın akıllı olmadıkça devam eden bu eşitsizliğin erkeğe huzursuzluk olarak yansıdığından erkeğin haberinin olmaması. erkeklerdeki ileri görüşsüzlük. öte yandan da "eşitliğin" aslında yalan olması. hep bir tarafın daha çok sevmesi. mesela;

sıra hep son kadehe geliyordu
dudakların başkalarının masasında lale
ben boynumdaki ipe bir düğüm daha atıyordum
peşinden başka gidecek yer yoktu
seni artık hiç sevmediğim halde


senin o eskisi olmamana imkan yoktu
ama inadından yapıyordun bunu cemile
inattandı hep o içip içip gitmeler
bense boşalttığın kadehleri satın alıyordum
enayilik ettiğimi bile bile


hele o çıkışın yok mu kapıdan
o allahın belası herifle
başkasının olmayı bir türlü beceremiyordun
millet arkandan gülüyordu
düştüğün hale...


şimdi bazı adamlar var, ben bunların üretip de bize sunduklarının hepsini biliyorum. mesela cemal abi. eline kalem alıp da yazdığı her şeyi okudum. o zaman ne oluyor? arada kaytarınca şıp diye anlıyorsun. yalan söylediğini sesinin tonundan çıkarıyorsun.

belli ki burda başka bir şeye oynamış cemal abi. kafayı taktığı bir kadına olabilir. sırf okura olabilir. her şey olabilir ama gerçek olamaz.

"peşinden başka gidecek yer yoktu" diyen cemal'in sonuna kadar arkasındayım, ateşli neferiyim. ama nereye kadar? dudakların başkalarının masasında lale'ye kadar, hadi bilemedin en fazla çıkışın yok mu kapıdan o allahın belası herifle'ye kadar. bunlar kritik noktalar, bilinmesi lazım. o bilmezse kim bilsin, biz mi bilelim? ordan sonra efelenir efelenir omuz üstünden bakar, beni göremezsin cemal abi, dikkat et. hadi beni geçtim abi, senin orda ne işin var zaten?

bir tarafın daha çok sevmesine ömrü boyunca pozitif ayrımcılıkla yaklaşmış, yaklaşmakla kalmayıp hep öyle tecrübe etmiş (en azından yazdıklarıyla beni öyle inandırmış) adamın yazdığı bu şiirin samimiyetine inanmam, hemen afişe ederim yalanını.

ilk okuduğumda, başkasının olmayı bir türlü beceremiyordun'dan uyandım önce. o hissiyatın şahsiliğini göremiyor olamazdı. başkasından bakınca oluyor, problem benim gözümde derdi en azından, yani bunun farkında olur, kendine tekrar ederdi mutlaka, ikna edemese bile.  kafası çalışan adam.

burdan şu çıkmasın: ben demiyorum ki böyle şey başına gelmez, geldi diyelim, üzülmez. gelir, gelince de kahrolur. ama oturup ona şiir yazma noktasında, birlik ve beraberliğe bu kadar ihtiyacımız olan şu günlerde, yapmaz. yazsa da yayınlamamıştır. bunun başka bir hikayesi var, biliyorum.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

misket

tüm dünyamın marksist olduğu, bütün yaşıtlarımın benimle her yönden eşit olduğu ilkokulun ikinci sınıfındaydık. devlet ilkokuluna gidiyordum ve 45 kişilik sınıfımızda her sınıftan çocuk varken biz hiç bir sınıftan haberdar değildik.

birden bir misket furyası başladı. bir gün biri bir torba misketle geliverdi ve bir anda bütün okul misket oynamaya koyuldu. fulya'yla bunu eleştirdiğimizi hatırlıyorum. fulya, benim o dönem hemcinslerim dışında konuştuğum, oynadığım ve güldüğüm "normal" bir arkadaşımdı. sanırım ikimiz de bir şekilde büyüklerin dünyasında erkek ve kızın normal arkadaşlıklarına şahit olmuş (olabildiklerini zannetmiş) ve kendi hayatımızda da bunu uygulamaya karar vermiştik. biraz garipti tabii. teneffüslerde herkes ya misket ya yakalamaç oynarken biz bir köşeden izleyip bunları eleştiriyorduk. yaşımıza göre fazla olgunduk. fulya biraz şişmandı sanırım. bu da "normal" arkadaşlığımızı rahatlatıyor, kolaylaştırıyordu.

her şeyin ve herkesin eşit olduğu bu sistemde problem şuydu ki, yalnızca kendi gerçek maharetlerinle tartılıyor, değerlendiriliyordun. ve bende kesinlikle misket oynama yeteneği yoktu. bu yüzden son zamanlarda fulya'yla daha çok takılmaya başlamıştım. bizimkilerden kopuyordum, acilen bir şey yapmam lazımdı. ne zaman harçlıklarımla bizim çocuklardan 5 - 10 tane misket alsam, sonraki ilk oyunda hepsini kaybediyordum. e haliyle de oyundan çıkmam ve tek başıma ya da fulya'yla oynamam gerekiyordu.

önce ananemi görevlendirdim çünkü annem böyle isteklerime bağırarak cevap verebilirdi. kadıncağızı iki - üç gün boyunca çarşı pazar dolaştırdım ama şimdi hatırlayamadığım bir sebepten misket almayı başaramadı. sanırım satılan yerleri bulamıyordu. benim de gündüz hayatım okuldan ibaretti, gündüzleri dışarı çıkıp ananemle beraber misket almayı hayal bile edemezdim. gündüzleri olmam gereken yer okuldu. hayat böyleydi. başka yol kalmadığından tüm riski göze alarak yılmaz'a gittim. bu oyunu en iyi oynayanlar yılmaz ve ismail'di, her ikisi de sınıfın en tembelleri ve öğretmenden en çok azar işitenleriydiler. yılmaz'a ananemden aldığım parayla gittim ve tam 150 tane misket almak istediğimi ama bunun aramızda bir sır olarak kalması gerektiğini söyledim. bir de fulya bilecekti tabii. tamam dedi, pazarlık yaptık, ertesi gün misketleri getireceğini söyledi.

ertesi gün biri iyi biri kötü iki şey oldu. yılmaz tarafından kazıklandım, ama öte yandan herkes misket oynamayı bıraktı. yılmaz bana yaklaşık 50 - 60 tane misket getirmiş ve bunların içinde diğerlerinden daha büyük ya da daha parlak olan bazılarının 10 misket - 15 misket değerinde olduğunu söyleyip genel toplamda söz verdiği gibi 150 misket getirdiğini iddia ediyordu. bense misket konusundaki cahilliğimden itiraz edemiyor ama bir şekilde kazıklandığımı da fark ediyordum. fakat sonuçta yılmaz'da daha fazla misket kalmadığından oynayamıyordu ve üstat oynamayı bırakınca bir anda herkes bu oyundan soğumuştu. ben de elimde bir torba dolusu (150 misket değerinde) misketle kalakalmıştım. bardağa dolu tarafından bakarsak bu eziyeti sonlandırmış, bir miktar rüşvetle eski neşeli hayatımı geri kazanmıştım. o misketler uzun seneler odamdaki bir kabın içinden bana bakarak yaptığım düzenbazlığı bana hatırlattı.

tekrar top oynamaya koyulduk, her şey yerli yerine oturdu ve fulya ile ben de yaşıtlarımız gibi çok daha seyrek konuşmaya, konuştuğumuzda da kavga etmeye, birbirimize salak demeye başladık. taa ki beşinci sınıfa kadar.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

sıla

yaklaşık son üç - dört yıldır okuduğum kitapların ilk sayfalarına isim, tarih ve yer yazıp imzalıyorum. aslında bunu şu hayalin motivasyonuyla yapıyorum:

yazdan kalma bir bahar günü üç katlı evindeki büyükannesini ziyaret eden sevimli torun, bahçede büyükannenin yaptığı limonatayı içip, saçlarının örülmesi için önünde otururken laf bana gelir, 10 yaşındaki sevimli kız, dedesi hakkında sorular sormaya başlar. büyükanne dedeyi anlatırken gülümsemekte, küçük kız da yere değmeyen bacaklarını bir ileri bir geri sallamaktadır.

- gerçekten mi? dedemin okuduğu bütün kitaplar tavanarasında mı yani şimdi? (çizgi filmlerdeki heidi sesi. moviemax'lerdeki küçük kız sesi de olur.)
- evet bi tanem. (sigaradan çatallaşmış yaşlı kadın sesi. gene moviemax.)
- ama sen kimsenin oraya çıkmasına izin vermezsin ki?
- deden istemezdi çünkü yavrum. eşyalarının karıştırılmasından hoşlanmazdı. ama senin gibi bir hanımefendiye karşı gelebileceğini sanmıyorum. (arkadan uzanıp yanağa bir öpücük.) sen istersen girip bakabilirsin.

bir sonraki sahnede küçük kız yavaşça daha evvel hiç açılmamış tavanarası kapısını aralayıp karanlık ve tozlu odaya girer. oda yüzlerce kitap, dergi ve cd ile doludur. ufak pencereden giren günışığı tozu daha da belli etmektedir. şaşkınlıktan etrafına bakınan kız boyundan daha yüksekteki raftan uzanıp rastgele bir kitap çeker. bu sırada büyükanne kapının eşiğine dayanmış, gülümseyerek kızı izlemektedir. kız kitabın üzerindeki tozu önce üfleyerek sonra da eliyle siler. kamera kitaba ve kızın küçük ellerine fokuslanır: albert camus - yabancı. içini açar: ozan sezen - ocak 2007 - cihangir. sonra dedesinin raftaki bir fotoğrafını görür, bu mu yazmış bunu, diye geçirir içinden. okurken beğendiğin bir cümleden sonra kapağı çevirip yazarın fotoğrafına bakılır ya, onun gibi. gülümseyerek büyükannesine bakar. büyükannenin elindeki tabakta çörekler vardır.

bundan sonra olaylar hızlı ileri sarılır. küçük kızın zamanının çoğunu bu odada geçirmeye başladığını anlarız. dedesinin bütün kitaplarına bakmış, temizlemiş, kronolojik olarak sıraya dizmiş ve çoğunu okumuştur. ergenlik döneminde bile kızın yalnız kalmak istediğinde hep bu odaya geldiğini, dedesine mektuplar yazdığını görürüz. ileri sarma sona erdiğinde ufaklık büyümüş, genç ve güzel bir kadına dönüşmüştür. ama artık hayatında dedesinin önemli bir yeri vardır. en zor zamanlarında o odaya koşmuş, huzuru dedesinin kitaplarında bulmuş, dedesiyle arasında (tabiri caizse) "doğa üstü" bir iletişim kurmuştur.

genç kadın bir delikanlıdan evlenme teklifi aldığında şok olur ve düşünmek için her zamanki gibi dedesinin tavanarasına gider, kitapları karıştırmaya başlar. yine zor bir karar verme aşamasındadır ve yine dedesinden yardım ister. işte tam bu noktada ben ortaya çıkarım birden. bir ışık hüzmesinin içinden yürüyerek gelirim. üzerimde boğazlı kazağım, dirsekleri deri ceketim ve kırlaşmış sakalımla. gerçek miyim hayal mi belli değildir. belki de torunum uyuyakalmış ve rüya görmektedir. torunumun gözleri fal taşı gibi açılmıştır:

- dede, bu sen misin?
- evet hayatım. benden yardım istedin, ben de geldim. (sanki son 15 senedir yardım istemiyormuş gibi.)
- inanamıyorum. gerçekten inanamıyorum. o kadar uzun zamandır seninle konuşmak istiyordum ki. nerden başlasam bilemiyorum.

ve ben sonraki beş dakika boyunca bilgece laflar eder, konuyla alakasız gibi duran bir hikaye anlatır, torunumun kafasındaki soru işaretlerini bir bir silerim. arkamı dönüp ışık hüzmesinde kaybolduğumda torunum artık beni daha da çok sevmekte ve heyecandan yerinde duramamaktadır. koşarak aşağıya iner, artık sandalyesinden çok fazla uzaklaşamayan büyükannesinin yanına gidip olayı anlatır, büyükannesi okuduğu kitaptan kafasını kaldırmadan sadece gülümser. sanki bu onun başına her akşam geliyormuş gibidir, an az miyagisan kadar soğukkanlıdır.

bu yüzden bitirdiğim kitapları kaldırmadan evvel isim - tarih ve yer yazıyorum. her yazdığımda da emeklilik fonuma bir miktar daha para yatırmış gibi rahatlıyorum. evet.

13 Mayıs 2010 Perşembe

underwear

şarkının hikayesi bence gayet anlaşılır: jarvis uzaktan uzağa hasta olduğu kızı karşı pencereden rontluyor.

o kız kim? bence o kız disco 2000'daki komşu kızı deborah. bu jarvis'in yan komşusu olan başka bir eleman var (disco 2000'da bahsi geçen martyn olabilir), onunla çıkıyor, jarvis'in de ortamın meriç'i olarak olaydan haberi var. o gece de biliyor ki kız o elemanın evine gidecek, o yüzden tuhaf bir suçluluk ile ronta yatmış (bunu da daha evvel yapmış zaten, disco 2000'da bahsediyor: ''i had to watch them [boys] try and get you undressed''). neyse efendim, hadise ilerleyince deborah adama sürpriz yapmaya karar vermiş, odasına çıkmış soyunmuş, donuyla kalmış. jarvis de olayları açık pencereden izlemek zorunda kalınca, ulan kızı hep donuyla görmek istedik, oldu, ama böyle oldu. talihe bak, formata bak diyor. ama bir yandan da izlemekten geri durmuyor jarvis, çünkü olayın cereyan edişinden önce ve önemli olan kızı donuyla görmek. sevişmeyi de o yüzde do do do do diye izliyor, kendisine dokunarak (31 yoluyla), doyuma ulaşıyor. şarkı da o doyumla bitiyor zaten.

sonra bu deborah o komşu'dan hamile kaldı, martyn ile leicester'e taşındılar, sonra deborah bunu bir kere evine çağırdı pencil skirt şarkısı yaşandı, orası ayrı hikaye.

pulp - underwear

6 Mayıs 2010 Perşembe

din

koca koca ilahiyat profesörleriyle, fizikçileri, akademisyenleri oturtuyorlar, varoluşu, dini, allah'ı tartıştırıyorlar. bunu talep eden izleyici anlıyorum, davet eden programcıyı da anlıyorum, ama kabul edip de gelen akademisyeni, ilahiyat profesörünü hiç bir türlü anlayamıyorum. hadi ilahiyatçıyı da anladım diyelim; bir adamı bile konuşup ikna edebilsem, müslüman alemine katsam faydası vardır, büyük sevabı vardır kafasında olabilir. ama ey akademisyen, sen elindeki hangi bilimsel veriyle, hangi gerçeği çürüteceksin, neyle neyi ispatlayacaksın da oraya çıkıyorsun?

tüm bunların inanç olduğu, deşilmemesi, saygı duyularak kabul edilmesi gerekliliği klişesinden yola çıkarak, bir adım daha öteye gidip, kesinlikle "tartışılmaması" lazımdır diyorum. çok da basit bir sebebim var. tartışılmamalı, açıklanmaya çalışılmamalı, çünkü tüm bunları kelimelere döküp ifade etmeye çalışırken yine kendi icadımız olan kendi kelimelerimizi kullanıyoruz. o kelimeler ki, gördüklerimiz ve duyduklarımızın imgesel birer tasavvuru. bu kelimeler uzayda, ve hatta dördüncü boyutu bile katsan uzay - zamanda kendi duyularımızla duyumsadıklarımızın seslendirilmiş hali. halbuki her anlatmaya çalışan insanüstü, mükemmel, her şeyden, uzaydan da zamandan da bağımsız, sonsuz (ki insan aklının bu kelimeyi idrak edebileceğini zannetmiyorum, benimki etmiyor. sonsuz, "çok" demek değildir.) bir "şey"den bahsediyor. e öyleyse "allah büyüktür" ne kadar saçma, ne kadar gerçekdışı kalıyor, bu görülmüyor mu? "allah'ın gücü her şeye yeter" derken güç ile kastedilen, bir beygire, bir kilograma oranla mı söyleniyor?
tanrı'nın gücü ile şeytan'ın marifetleri, meleklerin yetki ve sorumluluklarından bahsediliyor, sanki boks maçı gibi.

peki hiç bahsedilmez ve tartışılmazsa, din sonraki nesillere nasıl aktarılacak? (aktarılmalı mı, orayı geçiyorum.) şöyle ki; ana kaynağından. kuran'sa kuran, tevrat'sa tevrat, theravada'ysa theravada. merak ediyorsan açıp okursun, ilgileniyorsan devam edersin. etmiyorsan, okumuyorsan ve sadece birilerinin senin beyninde çizdiği resime göre inanmayı ya da inanmamayı seçiyorsan, hangisini seçtiğin önemli değil, her halükarda yanlışsın. çünkü sana anlatılan doğru olamaz. çünkü o, bizim kelimelerimizle anlatıldı. ama inanman ve ibadet etmen gereken tanrı'yı biz tasvir edemeyiz. benim bu işten anladığım bu.

2 Mayıs 2010 Pazar

of

özellikle amerikan filmlerindeki (artık zaman zaman türk filmlerinde de denk gelinen) "utangaç gencin kıza çıkma teklif etmesi" klişesi daha ne kadar satacak, aynı sahneyi daha ne kadar komik, sempatik ve "masum" bulmaya zorlanacağız bilmiyorum.
bu sahnelerin büyük çoğunluğu, utana sıkıla, cümleyi bitirmeyi beceremeyen salağın kolayca ve hemen bir - evet almasıyla sonuçlanır. seyrek de olsa, kız dalga geçerek hayır der, yerin dibine giren çocuğa yüreğimiz burkulur ama bir yandan da güleriz.
bu iki seçenekli görüntünün yaklaşık altmış yıldır bizlere sunuluyor olmasının bana göre bir anlamı var:
amerikan hükümeti, hollywood piyasası eliyle tüm halkını (ve hatta farkında olmadan tüm dünyayı) kendine güvenmeye, beklenmeyeni yapmaya, güzel kadınları oturtuldukları ulaşılmaz rafından indirmeye, böylece nüfus planlaması yapmaya, toplumunun tüm sosyal katmanlarında o çok meşhur demokrasisinden cinsiyet paydasında bile oluşturmaya teşvik ediyor olabilir mi? bu kadar çok tekrarın bir anlamı olmalı çünkü.

ben tek kanallı televizyonla büyüdüm, kelebek ekiyle, pazar sinemasıyla büyüdüm. o zamanlar alternatifsizlikten bu sığ komediye daha çok maruz kalır, daha çok gülmezdim. ama çocuk aklımla bu kalıplaşmış eşitsizliğe anlam veremediğimi hatırlıyorum. neden adam hep gerizekalı gibi davranıyordu da, kadın kendinden çok emin ve alacaklı gibi görünüyordu? sonra iniyordum aşağıya top oynamaya, kızların kafasına top atabiliyordum, çelme takıp düşürebiliyordum, oh ne güzel benim hayatım onlarınki gibi değildi, benim hayatımda ben daha üstündüm, salak olan kızlardı. oh mis gibi. bu saptamamı hatırlıyorum. masum bir ilişki başlangıcını komik bir dille anlatmaya çalışan kuşbeyinli yönetmen, binlerce kilometre uzaktan bir kaç küçücük kızın canının acımasına sebep olmuştu. işte televizyonun zararları.

o zamanlar türkiye kemal sunal'a, züğürt ağa'ya, gulyabani'ye gülerdi. sonuç olarak orada da "abartılmış" a gülerdik ama bizim güldüğümüz abartılmış hem içimizden çıkandı hem de defaten tekrar edilmezdi. şener şen'imizle ilyas salman'ımızla mutluyduk biz, kimse kimseye çıkma teklif etmiyordu, etse de ederken zorlanmıyordu, çiçek abbas dışında. o da bizi gerçekten inandırıyordu zaten abbas'ın masumluğuna, sinan çetin daha iş adamına dönüşmemişti. yaşlı amca kafasında, geçmişe itina ettiğimden değil, gerçekten o filmlerin bazılarının bu ucuzluklara prim vermeyecek kadar kaliteli olduklarına inandığımdan söylüyorum.

artık televizyon izlemiyorum gerçi ama ara sıra kulak misafiri oluyorum, gülüyorsunuz bunlara. hadi dizileri geçtim, 2010 yılındaki sinema filmine bile koyuyorlar, gene gülüyorsunuz. bi' kere zaten dizi izliyorsunuz kardeşim, kime ne anlatıyorum?

23 Nisan 2010 Cuma

volkan konak

şu aşağıdakileri ciddi olarak ve samimiyetle söylediyse volkan konak'ı daha da çok seviyor, gözlerinden öpüyorum. geçen akşam saba tümer'e çıktı, bazıları ordan alıntı, bazıları da hakkında sağda solda okuduklarımdan:

"benim için gün fark etmez. pazartesi, perşembe, pazar... bana hepsi aynı, zaten haftanın hangi gününde olduğumu hiç bilmem."


"evet pepsi'nin bir milyon dolarlık reklam teklifini reddettiğim doğrudur. bize uymaz öyle şeyler, ne yapayım ki ben reklamda? sanatçıyım ben, şarkıcıyım."



"uçağa özgürlüğüm kısıtlanıyormuş gibi hissettiğim için binmem, yoksa korkudan değil. inanır mısın, ben korkuyu daha tatmadım. çok insani bir duygudur evet ama daha tatmadım, kısmet olmadı."
(doğru değildir muhtemelen ama ben hiç korkmam, ben cesur adamımdır demenin çok sempatik bir yolu değil mi? bu adamın dili kullanışını seviyorum.)


"ben şarkıcıyım, şarkı söyler, beste yaparım, başka da bir şey yapmam. keşke ülkede herkes sadece kendi işini yapsa."



"memleketteysem haftada 2-3 babamın mezarına giderim, özellikle akşamları. yalnız kalıyor adam, konuşurum, başında içerim."


bilmeyeniniz olabilir; "cerrahpaşa"yı kanser yüzünden aylarca hastanede yatan ve sonunda kaybettiği babası için bestelemiştir.

alakasız not: arabama binen orta yaş ve üzeri tüm adamları, bindikten yaklaşık 4-5 dakika sonra, ya biz de gençken meraklıydık tabii arabalara falan, benim de bi tane x'im vardı, devamlı y'ye gider orda toplanıp yarışırdık arkadaşlarla keh keh, sonra araya evlilik çoluk çocuk girince koptuk tabii, demekten men ediyorum.

15 Nisan 2010 Perşembe

otuza doğru

üniversite zamanı gezip tozduğumu, içtiğimi, çok eğlendiğimi falan hatırlıyorum. özellikle bahar ve yaz dönemlerini, okula giderken havadaki yaz kokusunu.
ama ne düşündüğümü, neye kafa yorduğumu hiç hatırlamıyorum. o kadar boş zamanı nasıl doldurduğumu hatırlamıyorum. tam olarak ne istediğimi de hatırlamıyorum. başından sonuna kadar bir günü hatırlamaya çalışıyorum, olmuyor.
şimdiye bakınca; o zamandan bu zamana, o kafadan bu kafaya gelmek için, pfiuuv en az 4-5 vesait lazım. vay anasını.

13 Nisan 2010 Salı

yumruk

ahmet türk'e yumruk atma olayından sonra, şu anda, cüneyt özdemir'in programında osman baydemir ve sırrı sakık konuşuyorlar.
osman baydemir orospu çocuğu diyor ki:
"biz yine de demokrasiden yanayız. hala daha olayların sokaklara dökülmesini engellemek için elimizden geleni yapıyoruz. sayın ahmet türk de hala barışı korumak adına olayları sakinleştirmeye çalışıyor" vs...

hayalimde, programı ben sunuyorum, konukları ben çağırmışım, canlı yayındayız. tam bunları söylerken ceketimin iç cebinden bu fotoğrafı çıkartıyorum, bir anda masaya koyup soruyorum:
"peki buna ne diyosun hafız?
anlatsana bi."

osman birkaç saniye kalakalıyor, sırrı toparlamaya çalışırken araya reklam giriyor, beni de işten atıyorlar, 'kovulduk ey halkım' diye geyik bir kitap yazıyorum, beş parasız kalıyorum.

sırrı sakık'ın ağzına pelesenk ettiği, "68 yaşındaki adama yumruk atan şerefsizler" argümanına çok iyi bir cevap okudum bugün: "bunların, 18 yaşındaki çocuğa kurşun sıkan şerefsizlerden daha şerefli oldukları kesindir."

11 Nisan 2010 Pazar

empati

şaka yapmıyorum, abartmıyorum, vizontele tuuba'yı belki elli sekiz kere izlemişimdir.
yine de hala daha evvel atladığım şeylere rastlıyorum.
mesela kütüphane müdürü tarık akan bir gece eve döndüğünde karısı salıncakta sallanıyor, elinde rakı kadehiyle.
tarık yanına oturuyor, farkediyor ki kadın biraz evvel ağlamış. ağlamışsın? diyor. kadın kafasını sallıyor.
tarık ne diyor? niye ağladın be, n'oldu, hayırdır bir derdin mi var, demiyor. sarılayım da geçsin yapmıyor.
"iyi geldi mi bari" diyor. yaa, öyle diyor. empati empati.

kağıt evler

emre aydın'ın yeni albümünü dinliyorum.
melankolinin cılkını çıkarmış, yavaş yavaş rock'dan uzaklaşıyor, ney güzel olmuş, favori şarkım 3, duymak istiyorum'a alışamadım, kulağımı tırmalıyor.
halka oynamış biraz, arabeske kaçıyor hafif. gözümün önüne orta anadolu şehirlerinin birinde çekyatın üzerinde discman'le bu albümü dinleyen liseli kızlar geliyor.
ilk röportajının ilk sorusunu tahmin edebiliyorum: emre, şarkılarında hep bir melankoli var, bunlar senin gerçek hayatını mı yansıtıyor, sana bu kadar acı çektirmiş kadın kim?
"kimse olmadı senin gibi", "hoşçakal", "tam dört yıl olmuş dün", "son defa"; bu ne emre gözünü seveyim, böyle albüm mü olur? diskografinde kaç kadın var, hepsinden mi kazık yedin?
adamı rakıya çağırma isteği uyanıyor ister istemez: toparla olm biraz kendini, olmaz böyle, bu ne hal...
dinleye dinleye üç noktalı cümleler kurmaya başladım yarım saatte.
tamam, hisli çocuksun, ama şiir yaz bırak o zaman, illa besteleyip albüm mü yapmak lazım?
gerçi 3 iyiymiş hakkaten. ney güzel, sonlara doğru giren gitarı da sevdim.

7 Nisan 2010 Çarşamba

roman

genelde roman veya hikaye okumayı tercih ederim. ara sıra da tarih kitapları, yakın tarih. ama bilgilendirici, eğiten, öğreten kitap okumuyorum pek; okul fobimden olabilir.
neden romanı daha çok seviyorum, bunu konuşuyorduk geçen bir yemekte.
çünkü başka hiç bir şekilde duyamayacağın, günlük hayatta hiç öğrenemeyeceğin bir şey gösteriyor: iç ses.
bence edebiyatı sinemadan daha güzel, daha derin yapan da budur. insanların iç sesini duyabilmek, bunu öğrenmek, görmek.
sonrasında empati kurabilmek. iletişim demiyorum, empati. sen empati kur, iletişim olmasa da olur.

4 Nisan 2010 Pazar

cemal süreya

cemal abi'nin sayısız evliliklerinden birinde karısına yazdığı mektup. belli ki bi haltlar yemiş:

zuhal'im, hayat!
hayatımsın. bunu bilmeni isterim. en önce bunu bilmeni. bir de şeyi bilmeni isterim: benden yanlış yere, yok yere kuşkulanıyorsun. sana hiçbir zaman hainlik etmedim ben. edemem. kaç yıldır evliyiz, yan yanayız. hâlâ başım dönüyor senlen, seviyorum seni. her geçen gün daha büyük bir aşkla. n'olur, akkavakkızı, anla beni. bu sevgimi hor görme. kendininkine uydur, yakıştır. bu satırları ilk evimizin altındaki kahvede yazıyorum. ve ben seni o ilk günlerdekinden daha büyük bir tutkuyla seviyorum. biz iki ayrı ırmak gibi ayrı yerlerden kopup geldik, kavuştuk bir noktada, yanıbaşımızdan küçük bir kol da alarak büyük bir nehir meydana getirdik; birlikte akıyoruz simdi. nicedir bu böyle. hep de böyle olacak. denize dökülene, ölene dek. bizim için tek koşul mutluluk olabilir. hiçbir şey bozamaz birliğimizi. "üçüz, gözüz biz." sen de öyle düşünmüyor musun? ne tuhaf, son bir iki ayda seni, benden biraz uzaklaştın, araya mesafeler, tedirginlikler sokuyorsun diye düşünürken, o sırada sen de aynı şeyleri düşünüyormuşsun. bunlar askın halleri, askın zaman kişinin önüne çıkardığı ezinçler, üzünçler herhalde. bunu böyle yorumlamak gerekir. bir de seviyorum seni. tek dalımsın. memo'yla birlikte, ama ondan da öncesin. bunu böylece bilesin. bilinmelidir bu.
kahvenin önünden otomobiller geçiyor. bir tane de at arabası. seni düşününce o atı da seviyorum. çay içiyorum. artık ıhlamur içeceğim. ne yumuşak, çağrışımlı, bağışçı, düşçül şeydir ıhlamur. evimizin önünde bir ıhlamur ağacı olsun. sen saksıda da yetiştirebilirsin ıhlamuru. gece yatakta memo'yla hep seni konuştuk. susunca seni sustuk. uyuyunca seni uyuduk.
akşamları eve döneyim, kapıyı sen aç: gözlerin...
memo okuldan dönmüş olsun. kaçıncı sınıfta olsun?
duygulu bir adamım ben. bir film görmüştüm eskilerde; bir fransız filmi; adı: "jesuis un sentimental." o filmdeki adam gibi miyim nedir?
öfkem belli olur, coşkum ortaya çıkar da sevincim, üzüncüm dibe akar, orda büyür.
yalnız seninle güçlüyüm. sen olmasan bir anlamım olamaz. sev beni.
yasayacağız.
her şeyimi sana borçluyum. sana rastladığım sıralar yıkıntılıydım. sen onardın beni. tuttun elimden kaldırdın. ben de ekmek gibi öptüm alnıma koydum seni, kutsadım.
aşk büyüdü, aşk!
sen hastanedeyken her gün yazacağım sana. seni nice sevdiğimi anlatacağım.
yüzüğünden öperim.


aynı karısına yazdığı bir şiirden:

kim istemez mutlu olmayı
ama mutsuzluğa da var mısın?


"sevda şiirleri" kitabını tavsiye ederim. adından çok daha orjinal şiirlerle dolu.
görmek ve duymak isterseniz (sesi, seslendirme sanatçılarına çok benzemiyor mu?), benim bulabildiğim tek görüntü budur.

adam programda bile sigara peşinde.

not: sırf teoman'ın gazıyla çölde çay'ı izledim, kötü film. çok uzun, çok sıkıcı. bir - iki diyalog haricinde izlemeye değmez.

24 Mart 2010 Çarşamba

lale

lale mansur diyor ki;
demokrasi, özgürlük, fırsat eşitliği, kürtlere eşitlik. tam şimdi diyor, ntv'de.

ben senin memelerini gördükten sonra hangi dediğini dinleyeyim, seni hangi noktaya kadar ciddiye alayım ki lale? artık sen benim için memesin. bir değil, iki değil, üç - dört filmde görmüşüm memelerini. şimdi taş atan çocuklar diyor, diyarbakır cezaevi diyor. "sanatçı" kontenjanından çıkarmışlar, bunu da susturamıyoruz. bu sanatçılık ne meslekmiş arkadaş, hepsi ne kadar güzel anlatıyor, biliyor.

hepsi de çok zor şartlarda, güneydoğu'da film çekiyor, ve çekerken çok eğleniyorlar. ama mutlaka polisle bir olayları oluyor, bunu da ilk çıktıkları programda keyifle anlatıyorlar. bizim ışıkçıyı militan diye alıp götürdüler hahaha. yönetmeni provakatörlükle suçlayıp karakola götürdüler hahaha. bizi miting için toplandı zannedip dağıtmaya çalıştılar hahaha. düşünebiliyor musun bu devirde kameralarımızı toplayıp incelemeye aldılar hahaha. cep telefonum çalındı diye, ölüm tehditleri alıyorum diye koşa koşa gidiyorsun ama karakola? o zaman çok ciddisin? o zaman sana çok iyi davranıyorlar?

verelim kurtulalım, herkese verelim istediklerini, sırf sonra ne bok yiyeceksiniz diye görmek istiyorum.

kürk mantolu madonna: sabahattin ali'nin bu (kendi deyimiyle) uzun öyküsünü tavsiye ederim, okuyun. şaşırdım, bu kadar iyisini beklemiyordum. benim ilk okuduğum hikaye, yanlış hatırlamıyorsam, ömer seyfettin'in "and"ı idi, sene 1988. hiç bir yere bakmadan söylüyorum, hikaye "ben gönen'de doğdum" diye başlardı. "b"si böyle yarım sayfayı kaplayan eski cilt kitaplardandı. yıllar sonra tekrar aynı zevki verdi sabahattin. ve kitabı bitirip kapattığınızda (ikinci ya da üçüncü gece) kahraman kadar üzüldüğünüzü fark ediyorsunuz.

16 Mart 2010 Salı

she loved me

tam nuray mert diyecektim, son zamanlarda takip ediyorum çok doğru kadın diyecektim, tavsiye edecektim ki, bu akşam nazlı ılıcak'ın da olduğu programda kadına hiç laf sokmadı, hatta söylediklerinin çoğunu onayladı. olmadı. nuray'a yakışmadı. bizi nuray da sahipsiz bıraktı. kendisini sevme nedenlerimden biri de, haftada iki - üç kez televizyona çıkmasına rağmen, o efsane burnuna hala estetik yaptırmamış olmasıydı, isterdik ki o burnunu herkese soktuğunun yarısı kadar nazlı hanım'a da soksun, ama yapmadı. yarından itibaren köşesini okumuyorum, haberi olsun.

alakasız not: nick hornby, ergen dönemlerinde aşık olduğu kızın, kendisine karşı boş olmadığını öğrendiği zaman şaşkınlık ve sevincini şöyle özetlemiş, bence müthiş:
"she" loved me. she "loved" me. she loved "me".

9 Mart 2010 Salı

itiraf

ihanet oyunlarının en tiyatral anları itiraflarla başlar. itirafların zamanlaması itirafların özünden daha önemlidir. çünkü öz yine de sözdür; yani yalanlarla sarmalanmış yepyeni bir doğrumsu. ama zamanlama söz değildir, yaşanandır.
neden şimdi bu itiraf?
çoğu zaman bu sorunun cevabının işaret ettiği ihanet, itiraf edilen ihanetten çok daha ağırdır.

insan yalanını itiraf ederken bile düzinelerle yalan söyler. detaylar yumuşatılır, sahneler değiştirilir, figüranlar gizlenir. bazı dostlar aklanır. itirafçılar akıllıdır. ayrıntıların toplamından ortaya çıkacak manzara, itiraf edilen o alelade gerçekten çok daha katlanılmazdır çünkü. büyük ve asıl yalan hep ayrıntılarda gizlidir. ve hiçbir zaman, en içten itiraflarda dahi ortaya çıkmasına izin verilmez. kimse ama hiç kimse gerçeğin tamamına katlanamaz; içimizdeki en mert ve en cesur olanlarımız dahil. itiraf, yepyeni ufak yalanlar söylenerek anlatılan eski bir yalandır.

yukardaki alıntıyla ilgili olarak diyebiliriz ki, yazar büyük yalanlara maruz kalmış. kendi başıma; etrafımdakilerin başlarına gelenlerden biliyorum, söyledikleri feci doğru. doğru ama şunu da eklemek lazım: bunu şimdi ben biliyorum ya, sen de biliyorsun, ama yarın öbür gün başına gelsin, düşüneceğin şey şu: hayır, bizimkisi farklı bir şey, bizde böyle şeyler olmaz. biz birbirimize hiç yalan söylemedik, bizim ilişkimizi genellemelere sokamazsın.

hocam sokarım. verebileceğim tek tavsiye, eğer biri sana bir şeyler itiraf ediyorsa, koşarak kaçacaksın. devamını dinlemeyecek, orda durarak kendi kendini telkin etmeye çalışmayacaksın. çünkü kendini kandırmaların içinde en acı, ve en çok zarar vereni, kendini bu konuda kandırmaktır. kendini zekiyim diye kandır. başarılıyım, doğruyum, güçlüyüm diye kandır. ama burda kandırmak sana bunların hepsinden daha çok zarar verir. itiraf ediyor çünkü vicdan azabı çekiyor. itiraf ediyor çünkü yalan söylemiş olmaktan pişman. itiraf ediyor çünkü iyi bir insan. bunları kendine tekrarladığını duyduğunda koşmaya başlaman lazım. yoksa kulağından çeke çeke götürüyorlar bir zaman sonra.

1 Mart 2010 Pazartesi

özgürlükçülük

kültürlüyüm, akşamları televizyonu açarsam sadece açık oturumları ya da history channel, national geographic'i izliyorum. biraz evvel ntv'de rtük'le ilgili bir programa denk geldim, rtük başkanı bir profesörün karşısına galatasaray üniversitesi'nden iki profesör getirmişler, televizyondaki sansürü tartışıyorlar.

ilk algı şu; rtük başkanı badem bıyıklı ve kötü bir takım elbise giymiş, karşısında oturan ellili yaşlardaki hatunlardan birinin kolunda dövme var, diğeri yirmi beş yaşındaki asmalımescit kızı gibi rengarenk giyinmiş. hemen kadınların yanında yerimi alıyorum. ben de filmlerde sigaraların buğulanmasına, güzel sahnelerin kesilmesine sinirleniyorum.

ama kadınlar çok iticiler, antipatikler, anlamsızca bir "sanatçı" misyonuyla konuşuyor, beyefendice cevap veren adama terbiyesizce davranıyorlar. bir kere dövmesiz olanı eğer oturduğu apartmanda yönetici değilse ben de bir şey bilmiyorum.

mesela kadın karşısındaki profesörü, bayan denmez kadın denir diyerek düzeltti. adam, bana da bir not verirsiniz artık hocam deyince, yok yani türkçe'nin doğru, bilimsel olarak kullanılması açısından, dedi. bayan yanlış, kadın doğru değil ki, bilimsel hiç değil, sözlüğe bakarsan eş anlamlı kelimeler bunlar. yani kadınlar biraz çiğ, biraz saygısız, biraz ıımmmmm çaçaroz.

neyse, konu tabii ister istemez özgürlüğe, özgürlük tanımına, devlet ve toplum ilişkisine geldi. bu noktada programa telefonla bağlansam, hülya avşar özgüveniyle şöyle derdim:

ya hocam, afedersiniz ebenizin şeyi gibi ezberlemişsiniz bi özgürlüğü, özgürlük de özgürlük. herkese, her şeye özgürlük verelim di mi?

ben bu çaçarozların yanında saygı duydum adama. bir yerde atladılar, türk aile yapısına uygun değil ne demek, türk aile yapısı nasıldır, bunun bir tarifi var mıdır dediler. adam, türk ailesi onlarca etnik gruptan, bir çok çeşitten oluşur; bunların ortalamasının nasıl olduğunu, hatta türk'ü çıkartın, tüm dünyada aile yapısının nasıl olması gerektiğini tartışır, fakat bir doğru bulamayız, dedi.

aslında ben sanırım bu sanatçı ve akademisyen tayfasının şımarıkça, devamlı, bir şeyler (genellikle her alanda özgürlük) istemelerine sinir oluyorum.  bende, daha olan biteni, hayatı anlayamamış izlenimi bırakıyor, olmazını anlamadan tutturan çocuk imajı yaratıyorlar. o hep tekrarlanan klişe doğru , teoride iyi, pratikte gerçeklerden bihaberler sanki. dünyada bir örneği de yok ki, tamamen özgür bir ülke, ordan feyz alarak çürütelim. gerçi o zaman başıma gelecekleri de biliyorum, ben derim, al işte antik yunan'da en yalın haliyle demokrasi, özgürlük vardı, n'oldu bak hepsi ibne oldular; o gelir peki sizce homoseksüellik kötü, yanlış bir şey mi der, saç baş yoldurur. en iyisi bulaşmamak böyle, kenardan kenardan.

28 Şubat 2010 Pazar

şeytan'ın fısıldadıkları

şeytan'ın (bence burda apostrof olmaması lazım, şeytan özel isim mi ki? allah, tanrı falan onu anladık ama şeytan? onu cins isim saymak lazım değil mi? türk dil kurumu ilahiyatta da mı demokratik? uhrevi alemi yazıya dökerken tanrı benim için neyse şeytan da odur, sonuçta hepsi uhrevi mi diyoruz? kitabın kapağının yalancısıyım.) fısıldadıkları diye bir kitap okuyorum emre yılmaz'ın. kısa kısa denemelerden oluşuyor, varoluşçu bir arkadaşımız, varoluşçuluğa giriş kitabı olarak da okunabilir. aynı frederic beigbeder kafasında, vaktiyle profesyonel olarak çalışmış, yükselmiş, paranın altında kalmış, şimdi tüm bunlar boş işler, çalışmak da neymiş, bırakın bu dünyevi eziyetleri diyor. frederic'den önce yazmış yalnız, baktım, 1996 ilk baskı.

tüm bu varoluşçuluğuna rağmen bir yandan da kaderci, insanın elinden hiç bir şey gelmez'in savunucusu:

hayatımızın yüzde elli hissesi kısmetin elindedir, yüzde kırk dokuzu zaruretin; yüzde biri ise çabanın. zaruret ve kısmetle pazarlık yapılmaz. çaba ise yüzde bir hissesine bakmaz, anasının nikahını ister. düş kırıklıklarımızın yegane sebebi ise, çabanın hissesini daha yüksek sanmamızdandır.

sefa pezevenkliğine kaçış kapısı olan kadercilikle ilgili tartışıyoruz dini bütün bir arkadaşımla, askerde. klasik sorumu sordum, hem özgür irade hem kader nasıl oluyor o zaman, birbiriyle çelişmiyor mu? hayır dedi, allah senin her seçiminin arkasındaki kaderi çizmiştir, onlar bellidir, ama hangisini seçeceğin tamamen sana bağlıdır.
hem özgür iradeyi hem de kaderi illa bir potada eritmek istiyorsak en mantıklı cevap bu bence.
varoluşçuluğun (bana göre) taa ilk sinyalcilerinden ömer hayyam ne demiş:

yarım somunun var mı?
başını sokacak ufak bi evin?
kimsenin kulu kölesi değil misin?
en neşeli hayat senin.

ve varoluşumun yirmi dokuzuncu yılına girerken, aynada ne göreyim, sakalımda beyaz çıkmış.

alakasız not: candan erçetin'in son albümünü tavsiye ediyorum. özellikle git'i. sırf bunun gazıyla çıkıp 10 km koştum. hiç durmadan.

23 Şubat 2010 Salı

an education

nick hornby'nin yüzü suyu hürmetine an education'a gittim haftasonu, arkadaşım hiç beğenmedi, ben beğendim. hikaye klasikti evet ama adamın anlatışını komik buluyorum.

çoğu romanındaki gibi burda da çocuk yaştaki karakter ortalamaya göre daha olgundu. özellikle babanın hikayesi güzeldi bence. evde feci otoriter, dediğim dedik ve güçlü görünen babanın dışarıda aslında beceriksiz, güçsüz, hatta başarısız olması ve bunu ilkgençlik döneminde ilk kez fark ediş. bunu fark etmenin insanın kendi ufkunu açmasına yardımcı olması, karakterin güçlenmesi.

filmin janrına drama demişler ama bence drama denilecek tek yer, kızın babasına, hadi ben genç bir kızım, hemen kandım, ama siz buna nasıl izin verdiniz diyerek babasını suçlaması ve babasının bunu sineye çekmesiydi. yani zaman zaman arkadaşlarının seni alttan aldığını fark edersin ya, çocukken anne-babanın bunu sık sık yapması, kendi suçundan dolayı onları suçlamana izin vermeleri, ses çıkarmamaları geldi aklıma. o biraz üzücüydü evet. genelinde komik ve güzel bir filmdi ama.

21 Şubat 2010 Pazar

kimyamız tuttu

malumunuzdur ve muhtemelen itirazınız yoktur ki, kadın erkekten daha çabuk, daha kolay unutur. bu gerçek, pratikte şöyle gerçekleşir: hadi be, o elemanla mıymış?  nası ya? ne işi var onla? (bakınız: kadınların hayatlarında biri olmadan yaşayamaması.)

bu pratik, o herifin her halde senden daha "kötü" olmasını kastederken, bir yandan da kendini sorgulayıp düşünmeye sevk eder. e o zaman - onlaysa şimdi - ne alaka - o zaman bizimki? - e benleyken öle diildi - bu nasıl değişim - ben tanıyamamışım o zaman - vb...

çabuk unutmak, şoku hemen atlatmış olmak, bir yandan da kimin daha çok sevmiş olduğuyla ilintilenir akılda ve bu da acı verir tabii.

ama konu o değil. asıl önemli olan kadının daha çabuk unutmasının ve alakasız bir herifle görülmesinin sebebidir.  ben buna altyapı eksikliği diyorum. şöyle ki;

anlatır, anlatırsın, konuşur, konuşursun, ikinizden tut, hayattaki misyonuna kadar bin kalem şeyden bahseder ve fark edersin ki, muhabbetten keyif alınıyor, kadın hiç böyle muhabbet etmemişcesine gözlerini açmış dinliyor, soruyor, katılıyor, gülüyor.

işte hata da burda oluyor. ayrılınca kadın, o ilginç ve keyifli şeylerden muhabbet etme klasörünü çat diye kapatıyor, kapatabiliyor, devam ediyor. kapatabiliyor çünkü zaten yeni bir klasör, çok mazisi yok, ilk defa bu arkadaşla açılmış, tamam keyifliymiş ama daha alışılmamış bile. dolayısıyla hayata engin'le devam edilebilir, problem yok, engin bildiğimiz engin, alışkın olduğumuz bir sima.

yani bizim orbitalden ayrılır ayrılmaz daha evvel hiç kullanmadığı bu klasörü bir kenara atıp, eski hayatına devam edebiliyor, altyapı eksikliği olan, bu klasörü yeni açmış olan kadın. bizim (erkek) cephede ise olay başka türlü yürüyor: kimyamız tuttu deniyor, aynı şeylere ilgi duyuyoruz deniyor ama ayrılınca? ayrılınca o dosya bir türlü kapanmıyor, dosyanın bağımlısı, müptelası olmuşuz, çok uzun zamandır kullanıyoruz. dosya kapanmayınca da yeni dosya açılamıyor, sıkıntı yaşanıyor, problem çıkıyor, bu arada engin'le bizimki kol kola dolanıyor. yani öyle oluyormuş, bizim bi arkadaş anlattı.

bence bu bahsettiğim, kadının erkekten daha kolay unutmasının yüzlerce sebebinden biri. bizim çevremize uyarlanmış versiyonu. başka senaryolarda tamamen bilinmedik başka sebepler çıkacaktır ama sonuç hep aynı olacak, kadın daha çabuk unutacaktır.

murat boz - dönmem ben sana. konuyla alakalı denk geldi, bu şarkı, cemali - duymak istiyorum hissiyatına yakın şeyler yaratıyor bende.

not: "abi" diyen kadınlara daha fazla dayanamayabilir, tüm adab-ı muaşeret kurallarını hiçe sayabilirim.

8 Şubat 2010 Pazartesi

vecize

atatürk'ün az kelimeyle çok şey ifade edebilme özelliğine hayranım. tüm yazı derslerinde, creative writing kurslarında falan da uygulanması istenen budur ya zaten. kısa yaz, öz yaz, boşuna uzatma, gereksiz kelime kullanma. mesela daha önce hiç duymadığım bir sözünü okudum demin:

dünyada her millet, icraatine tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine ortak sayılır.

bir de benden dinleyelim aynısını: eğer bir hükümeti kendin seçip başına getiriyorsan, sonra da ordan indirmeyi beceremiyorsan, o hükümet kadar sen de suçlusun kardeşim, bu bütün dünyada böyle.

saydım, iki katından fazla kelime kullanmışım.

adam iyi bir hatipti derken yazı yeteneğini kastediyorlar diye tahmin ediyorum, yoksa kürsüde pek ateşli konuştuğunu söyleyemem. bizim baykal'ın yanında solda sıfır kalır. ama cidden çok iyi yazıyor. özellikle inönü ve diğer komutanları ile mektuplaşmalarına bir göz atın derim. sevdiği adamın mektubunu da şöyle imzalar hep: gözlerinden öperim kardeşim. hastasıyım.

3 Şubat 2010 Çarşamba

hepimiz bohemiz

daha evvel söyledim, gene söylüyorum:

son yarım saattir feysbuk'da geziniyorum. milletin profiline girip çıkıyorum, uzun zamandır yapmamıştım. millet, size söylüyorum:
bir takım sepya fotoğraflar çektiriyorsunuz. çektirin, güzel. yani çektirmeyin de, hadi çektirdiniz diyelim, tamam, kabul. fotoğraflardan bohem hayatınızı izliyorum. sırf ben değil, herkes izlesin diye koymuşsunuz zaten. bakıyorum, hepiniz bohemsiniz. bob marley şapkalarınız var, elinizde şarap şişeniz, sarma sigaranız. sanata meraklısınız, ellerinizde boyalar, tuvali ya da duvarı boyuyorsunuz. fotoğraf çekiyorsunuz. sergilerde çektiriyorsunuz. tişörtleriniz, kaprileriniz de yaşam felsefenize çok uyumlu. en çok da kumsalda converse'lerinizle daire oluşturup yukardan fotoğraf çekmeyi seviyorsunuz. ay cnm çok şekersiniz.

sevdiğiniz kitaplar listesini sıralıyorum: siddharta, martı, tanrılar okulu, simyacı. biriniz de ömer seyfettin'i sevin be birader? hepinizi tek tek fişliyorum, adreslerinize imzasız mektup gönderip, sevdiğiniz kitapları neden sevdiğinizi açıklamanızı isteyeceğim.

sevdiğiniz sözler mevlana, fuzuli, ömer hayyam ağırlıklı. e onları okumuyorsunuz ki? hermann hesse yeterince bohem mi değil, niye istikrarsızlık yaratıyorsunuz o zaman birader? ablacım?

sevdiğiniz müzik kısmına hiç girmiyorum. orası en acı vereni. kural basit: bilinmediğine inandığın ne kadar grup varsa sırala.  ama acı verici, okuyamıyorum.

bohemsiniz işte tümüyle. giyim kuşamınız, gittiğiniz yerler, okuduklarınız, dinlediğiniz müzik. geceleri de hep berabersiniz, genellikle eski püskü, böyle salaş ama çok sıcak, "cici" ortamlarda içiyorsunuz. (yazları kumsalda)

pekiiii, ertesi sabah gün doğarken kalkıp, servise binip, ben mi gidiyorum lan gebze organize sanayii'de bakır kablo satmaya? kübikıllarda ben mi program yazıyorum gece 12'lere kadar? bi kere yüzde yetmişiniz bankacı, ben mi müşterilerimi arayıp kredi şartlarını anlatıyorum telefonda? sor bakalım martı'ya ne der bu işe? en yüksekten uçan, anasının söylediklerini kaale almayan martı ne düşünüyormuş satış temsilcileri hakkında?

diyorsunuz ki, yani demelisiniz ki, ben de çok bayılmıyorum böyle çalışmaya ama istediklerimi yapabilmem için bunlara katlanmam lazım. istemesem, çok memnun olmasam da bu şartlarda çalışmam lazım, ama sosyal hayatım ayrı, demeniz lazım. muhtemelen savunmanız bu. karşıma geçip şarap kadehini iki elinizle kavrayarak, ya da biri kadehte diğeri kotun ön cebinde böyle diyeceksiniz. ben de zaman zaman gözlerinize, ara sıra da sol omuz başınıza bakarak şöyle cevap vereceğim:

- hocam peki ne yapmak isterdin? ressam mı olacaktın, national geographic'e fotoğraf mı çekecektin? altı ay doğu tibet'te mi kalacaktın? hadi yetenek de verdim, iyi senaryo yazabiliyosun diyelim, kendini bir yıl odana kapatıp karakterleri kafanda birleştirecek miydin? ben tanıyorum seni, sen bunu sevmiyosun ki? senin altıda mesain bittikten sonra şehre inip arkadaşlarınla bi yerde içmen ve başka hiç bir şey düşünmemen lazım. (burda kafayı hafif eğerek) yanlış anlama, ben de aynı şeyi yapıyorum, ben de bundan zevk alıyorum, seni eleştirmek için söylemiyorum. ama sen böylesin, muhtemelen fotoğraflarla özetlediğin hayatından çabuk sıkılacaktın. bundan sıkılmadığından değil, ama onu da pek sevmeyecektin.

- peki sen n'apıyosun konuyla ilgili, bi de seni anlat da doğruyu bilelim? (sinirlendiniz, haklısınız.)

- (sol omuz üzerinden uzaklara bakarak, dalgın bir ifadeyle) ben doğruyum demedim ki abi, beni boşver şimdi. (cümlenin sonunda hemen bir yudum içki alarak)

31 Ocak 2010 Pazar

soyağacın

diyelim ki evlendin. bir kaç sene sonra bir kızın oldu. kızını büyüttün büyüttün, o da evlendi. sonra iyice yaşlandın, baktın torun sahibi olmuşsun. torunun seninle muhabbet edebilecek, oynayabilecek yaşa geldi. oynadın, oynadın ve bir gün öldün. torunun büyüdü, o da evlendi. bir kızı oldu. zaman zaman muhabbeti geçti, kızına senden bahsetti, seni anlattı. torununun kızı büyüdü, evlendi, bir kızı oldu. bu arada torunun öldü. işte bu noktada sen bittin. torununun kızı seni hiç görmedi, hakkında annesinin anlattıklarından başka hiç bir şey bilmiyor. ve artık kimse seni tanımıyor, hatırlamıyor, senden bahsetmiyor. sanki hiç varolmamışsın gibi. dünyaya hiç gelmemiş hiç bir şey yapmamış, bir şey yaşamamış gibi silindin. sonsuza kadar yoksun bir daha. cumhurbaşkanı değilsen ya da enerjisiz ilerleyebilen arabayı falan icad etmediysen tabii.

çokca tercih edilen başka bir seçenek de, bu gerçeği fark edip, sofuluğa dönmek, imana girmek, kendini allah'a adamaktır. onlar için mevlana'dan geliyor:
allah ile birleşmek demek, senin varlığının o'nunla birleşmesi demek değildir. senin yok olmandır.

işte bu yüzden devlet başkanlarının tarihe geçme isteği, ölümsüzleşmek. bilim dışında başka bir dalda da yok bu. sporda, sinemada, müzikte (istisnaları saymazsak) falan yok. en fazla 2-3 kuşak ilerleyebilirsin onlarda. içlerinde en kolayı yine edebiyat. belki onunla ulaşabilirsin 10 kuşak sonrasına, şansın varsa.

amy winehouse - you know I am no good

29 Ocak 2010 Cuma

bu olmadı

evet maalesef dedikodular doğruymuş, salinger ölmüş. konuyla ilgili kendi açımdan en ilginç şey, ilk defa hiç tanımadığım birinin ölmesine bu kadar üzülmem. özal'ın cenazesinde, barış manço'nun cenazesinde, michael jackson'ın cenazesinde ağlayan binlerce insanla dalga geçen ben, haberi aldığımda ağlamasam da, neşem kaçtı, sessizleştim. müziği değiştirdim, yerimi değiştirdim. bende ilk defa oluyor bu salinger. 5.000 km uzağında, hiç tanışmadığın birini bu kadar etkiledin.

gerçekleştirmeyi düşünmediğim, ya da şöyle ifade edeyim, gerçekleştirmek için bir çaba sarfetmeyeceğim hayallerim arasında, jarvis cocker'ın konserinden sonra backstage'de kendisiyle tanışmak kadar, yolumu denk getirip salinger'la tanışmak da vardı. hayal olduğu için adamın 90 yaşında olmasının bir önemi yoktu, nasılsa hayaldi, ama bu gerçek, gerçekten ölmüş.

ölümünün ardından yazılacakları, söylenecekleri feci "phony" bulacağından eminim. o yüzden uzatmıyorum. ama itiraf edeyim ne isterdim, onun gibi, herhangi bir şey yapıp, bu kadar çok insana, bu kadar derinden tesir edebilmek isterdim; ve asıl önemlisi, bunu onun gibi, hiç ortaya çıkmadan, evimden, odamdan yapmak isterdim.

bilmiyordum, ölüm haberinden sonra gazeteleri karıştırırken gördüm: öz kızını, kendisiyle ilgili anılarını kitaplaştırdığı için reddetmiş. 30 senedir hiç bir gazeteciyle röportajı kabul etmemiş. ve son zamanlarda (kızının söylediklerine göre) kendi idrarını içiyormuş. aklının pek normal çalışmadığı aşikar, ama çoğunun iddia ettiği gibi en başından beri öyle olduğunu düşünmüyorum. sonlara doğru bunamıştır belki. bilenleriniz bilir, kendimi en ünlü karakteri holden zannediyorum. allah sonumuzu benzetmesin.

çekilmiş son fotoğrafı budur, süpermarketten çıkarken.

“I hope to hell that when I do die somebody has the sense to just dump me in the river or something. Anything except sticking me in a goddam cemetary. People coming and putting a bunch of flowers on your stomach on Sunday, and all that crap. Who wants flowers when you're dead? Nobody.”

26 Ocak 2010 Salı

acquired taste

sebebi uzun, anlatması uzun, bir sebepten 20-21 yaşlarımdaki ben ve demir sabancı, demir sabancı'nın ofisinde, aynı karedeyiz. yalnızız. üzerimde, ancak ofisine çıkarken asansörde kafama dank eden, beni utandıran, şort ve tişört var. o, takım elbise giymiş, ufak tefek bi herif. merhabalaştıktan sonra esas konuya girmeden evvel lafı biraz dolandırmanın, havadan sudan bahsetmenin faydasını her yerde görmüş olacak ki, bende de uyguluyor:
- nerde okuyosun?
- viyana'da. viyana üniversitesi'nde.
- hımm. memnun musun? sevdin mi viyana'yı? operaya gittin mi hiç?
- yok gitmedim. sevmem ben pek opera falan. bana çok anlamsız geliyo. (anlamsız? ne diyosun olm, adam geyik yapıyo işte anlamsız ne? operanın anlam ve derinliği üzerine tartışma mı açalım?)
- ingilizcen de iyidir senin o zaman. acquired taste diye bir deyim duydun mu hiç?
- ıııh yok, duymadım.
- bence opera da acquired taste sınıfına girer. yani kazanılan bir zevktir, ilk başta çok hoşuna gitmez belki ama tekrarladıkça, denedikçe, giderek hoşuna gitmeye başlar.
- hımm anladım.

adamdan bu deyimi öğrendikten sonra girdiğim her toefl sınavında, ingilizce yazılan her essay'da mutlaka lafı oraya getirip bir kez kullandım. çok faydasını gördüm. yazılan koca sayfada mücevher gibi parlar, hocanın mutlaka dikkatini çeker, ingilizce düzeyini bir - iki basamak yukarı çıkartırdı, hepinize tavsiye ederim.

19 Ocak 2010 Salı

reklam al

zaman zaman dost meclisinde, ara sıra bu sitede yazdığımın muhabbeti geçiyor, biri atlıyor: "reklam alsana!" internette myspace'den sayfa alan adamın bile ilk hayali bu çünkü. siteye reklam almak, köşeyi dönmek.
kastedilen şu:
reklam al, hem ufak ufak para kazanırsın, hem belki daha çok duyulur, okuyucu kitlen giderek artar, bi bakarsın her gün binlerce kişi okuyor, sonra belki gazetelere çıkarsın, yazarlık teklifi gelir, ondan sonra önün açılır zaten, nobel'e kadar yolun var.

memleketimdeki kobi sayısının, aile şirketi adedinin dünya ortalamasının çok üzerinde olduğunu tahmin ediyorum, sebebini de buna bağlıyorum. hayal et, optimist ol, sen daha iyisine layıksın, bunlar gibi değilsin, çalışırsan yaparsın. o yüzden her köşe başında bir bakkal, bir nalbur var. o yüzden herkes kendi işini yapıyor. her bakkal, dükkanını ilk açtığında marketler zinciri kuracağını hayal ederek açmıyor mu? eminim, almanya'da bizim yirmidebirimiz kadar bakkal vardır. hep bu yüzden oluyor bunlar. birbirinizi gaza veriyorsunuz.

hepinizin hayalleri var büyük büyük, tamam, anlıyorum abicim. olsun, lafım yok. ama çoğu ol-ma-ya-cak. sonra üzülüyorsunuz. siz üzülünce ben de üzülüyorum. hangi abi üzülmez?

yüz binlerce adam blog yazıyor. herkes kendini ilginç buluyor. sır değil gerçi ama yine de kısık sesle söylüyorum: ben dahil, hepimiz çok kötü yazıyoruz. ama bizim içimize ayşe kulin'i, duygu asena'yı, ahmet altan'ı falan da katıyorum. bunlar eskiden çok prim yaptılar, yine yaparlar, sen de yapabilirsin. sen diğerlerinden farklısın.

18 Ocak 2010 Pazartesi

kazanan yalnızdır

paulo coelho'nun kitabını okuyorum, bitmek üzere, bugün yarın biter.

ilişkimiz 'simyacı' ile başladı, 'on bir dakika' ve 'veronika ölmek istiyor' ile devam etti, büyük ihtimalle 'kazanan yalnızdır' ile bitecek. simyacı'yı parantez dışına alırsak, bu adamın neden bu kadar sevildiğini bilmiyorum. problemleri bana göre:

1- hiç gözlemci değil.
2- karakterleri çok sıradan.
3- hikayeleri basit (bunu kasten yaptığından şüpheleniyorum).
4- klişe klişe klişe.

adam cannes film festivali'nden, buraya katılan yüksek sosyeteden, oyuncu ve mankenlerden bahsederken (kitap zaten festival üzerine) o kadar klişe ki , söyledikleri bir memur ailesinin magazin programlarını izlerken yaptığı yorumları geçemiyor. yeni hiç bir şey yok, tamamen senin bildiklerini tekrarlıyor. bildiklerin de yine televizyondan görüp biraz yorum katarak bildiklerin zaten, pek önemli bilgiler değiller. kaldı ki, olayın içine biraz cinayet, gerilim ve polisiye katarken de (acıklı şekilde) en az bu kadar beceriksiz. ya, her şeyden evvel hikaye çok sıradan, ne yapsan faydası yok. halbuki bak charles dickens'a, adamın herhangi bir kitabında ortalama 250 (atıyorum ama gerçekten çok var; usturuplu atıyorum) karakter var. otuz saniye sürecek bir sahne için bile karakter yaratıyor. bunun karakterleri ise çok yüzeysel. mesela dünyaca ünlü bir modacı, ya da çok zengin bir sanayici, veya ünlü bir manken. bunlar ne düşünür, ne yer ne içer? evet jetleriyle bir yerden bir yere uçarlar, milyon dolarlık anlaşmalar imzalarlar, çok adam tanırlar vs. bravo. onları ben de biliyorum. bunları sokaktaki vatandaş da biliyor? bana bilmediklerimi anlatman lazım, düşünemediklerimi, hayal edemediklerimi söylemen lazım ki bir önemi olsun. ufkum açılsın, bir şeyler öğrenelim. sana harcadığım mesaimi geri istiyorum paulo.

tüm gün evde durmadan çalsa, playlist 5 kere tekrar dönse bile rahatsız etmeyecek bir grupla tanıştırıyorum: belle and sebastian.

11 Ocak 2010 Pazartesi

teyze

şu hayatta ulaşmamız gereken noktayı açıklıyorum: orta yaşı geçkin teyze olgunluğu. tezcanlılıkla verilen kararları, sinirimizi bozan, kendimizle özdeşleştiremediğimizden beğenmediğimiz başlıkları, ulaşamadığımızdan pis dediğimiz ciğeri, muhteviyatında bencilliğin çok büyük yüzdelerde bulunduğu davranışlarımızı düşünün. ve bunlara bir de orta yaşı geçkin teyze kürsüsünden bakın.

çok primitif bir örnekle geliyorum, daha iyi anlaşılıyor: arabasını cilalamış, saçlarını jölelemiş, moschino gömleğini çekmiş, merkezi bir yerde arabasına yakın durarak sağı solu kesen bir salağı ele alalım. çoğu karikatürün kahramanı, mizahın konusu olmuş bu adama hepimiz tek tek ve grupça gülüyoruz. biz gülüyor dalga geçiyoruz, kız arkadaşlarımız gülüyor, bazıları sinirleniyor, kimi kıskanıyor, hatta bazısı sataşıyor. görmemiş diyoruz, kompleksli diyoruz, beyinsiz diyoruz, baba parası yiyen şımarık diyoruz. o sokaktan geçen orta yaşı geçkin teyze, yanındaki orta yaşı geçkin teyzeye ne diyor? gençler toplanıyorlar burda arkadaşlarıyla. hep genç genç çocuklar tabii, heves ediyorlar, güzel güzel giyiniyorlar, arkadaşlarıyla buraya geliyorlar, diyor.

şimdi biz çoğu zaman, bu teyzeler bizim bildiklerimize vakıf değiller, konuyu bilmedikleri gibi anlattığında da anlamıyorlar diyor, hala ergen genç agresyonuyla hareket ediyoruz. halbuki ben araştırdım, o iş öyle değil. kadın, hiç bir şey olmasa otuz senedir fazladan nefes alıyor. otuz senedir evde oturup camdan baksa, gene senden çok bilir. ha radikal örnekler olabilir, bunlar gerçeği zedelemez.

çok yaşanmışlıkla olgunluğu aynı lineer fonksiyona koyuyorum, üst üste çakıştırıyorum. evet ben bunu sık sık, ve her alanda yapıyorum. çünkü bu kadar basit olduğunu düşünüyorum, size de tavsiye ediyorum.

8 Ocak 2010 Cuma

anneye açık mektup

anne biliyorum her şeyi, yakalandın. sitemi biliyorsun, her gün girip okuyorsun, senin hakkında belki başka şeyler de yazarım diye söylemiyorsun, tetiktesin, bekliyorsun. hayatımı ordan takip ettiğini düşünüyorsun. ama öyle değil, çoğu zaman burda hayatımla ilgili bir ipucu vermemeye özellikle dikkat ediyorum zaten. yakalandın anacım, derdini anlatacak kadar iphone bildiğini biliyorum. google'ı da öğrendin. ne zaman tahmin edemiyorum ama bir ara oğlunun adını yazdın, buldun beni. o imalı imalı laflarından anladım.

şimdi, bak ana gibi yar olmaz o doğru. iki hafta görüşmüyoruz, bir telefon açıyorum, anne diyorum geliyorum yemek yap, tamam oğlum diyorsun, ne istersin? eve bi geliyorum masa şahane. iki hafta sonra diyorum bak, iki hafta tek kelime etmedikten sonra. sen zamane gençliğini bilmezsin anacım, öle bir şey yok şimdi. sen iki hafta bir kadını aramayacaksın. sonra açıp geliyorum diyeceksin, yemek yap, bir kere diyemezsin, telefonu açmaz.

sonra, kimse bana meyve ye de demiyor. meyve alıyor musun eve diye tek soran sensin yarim. her uçak inişinde teyit alan, her kar yağdığında evden çıkma diyen. nerden bulacağız senin gibisini?

ama bak hazır şurda oturmuş konuşuyorken söyleyeyim: açık ol bana. bana de ki, ozan bu ara beni pek aramıyosun de, üzülüyorum ama eşek kadar adam oldun, artık bir şey de söylemek istemiyorum de, ara sıra beni ara, merak ediyorum de. kız arkadaşın var mı diye sor, evlenmeyi düşünüyor musun diye sor, işin nasıl gidiyor, memnun musun diye sor. bunları çok merak ettiğini, içinin içini yediğini biliyorum, sormak isteyip de soramayalı çok oldu onun da farkındayım.

böyle antin kuntin işler yakışmıyor sana. senin sebebin bambaşka gerçi, biliyorum ama pavlovyan reflekslerle ifrit oluyorum böyle gizli kapaklı işler çevirene. ha sana olmuyorum, seni seviyorum anne, saçmalama. ara beni.

4 Ocak 2010 Pazartesi

hülya

yokluğumda, baskılarıma daha fazla dayanamayan ertuğrul özkök genel yayın yönetmenliğinden istifa etmiş. giderken de kürsüye çıkıp yaptığı konuşmasını "ohh what a life" diyerek bitirmiş, hayatını bu şekilde özetlemiş. büyüksün ertuğrul, bir şey demiyorum sana.

öte yandan memleketimde, hülya avşar oscarları dağıtılmış. ne düşünüyor acaba, şöyle bir diyalog mu hayal ediyor:
- dede, bu hülya avşar oscarları nerden çıkmış?
- sen o zamanları bilmiyorsun yavrum, iki binli yılların başında yaşamış çok önemli bir sanatçıymış hülya avşar. beni de bir kez çocukken babam götürmüştü bir programına, canlı izleme fırsatı bulmuştum. taa o zamanlar başlamış oscarlar dağıtılmaya, öldükten sonra da onun adına devam ettiriliyor bu gelenek.

bir de vatan gazetesinde reha muhtar'ın bir pazar yazısı var ki, of. daha evvel bu konudan bahsetmiştim (gazeteci). bakın aynısını gene yapmış. biliyorum, yine yapacak. ve siz, gene yiyeceksiniz. kadınlar şöyle, kadınlar böyle, kadın istedi mi, tutkulu kadından korkacaksın, vs... verdiği örneği de araştırın, gala - dali ilişkisini. en son 70 yaşındaki gala evine 25 yaşındaki herifleri çağırıp seks partileri düzenlerken, dali her şeyden haberli olarak başka bir evde oturur, o da homoseksüel ilişkiye girermiş. çok tutkuluymuş ilişkileri. sığırsın reha, sığır.