29 Aralık 2009 Salı

not

telefonda bir şey ararken bir kaç ay evvel aldığım notlara rastladım, unutmuşum:

  • bir kadını tüketip tüketip, bir erkek için kullanılamayacak hale getirmek istiyorum demiş nick abi (hornby). ha ha ha, hoşuma gitti.

  • "bak yüzü burda diye söylemiyorum ama ..." kalıbı.

  • uçak sallandığında en yakındaki hostesin gözlerinin içine bakıp korkup korkmadığına dair bir ipucu yakalamaya çalışmak. korkmuyorsa her şey normaldir.

25 Aralık 2009 Cuma

kompozisyon

orta 1 - lise 1 arasıydı sanırım, yanlış hatırlamıyorsam, zorunlu kompozisyon derslerimiz vardı. kompozisyon dersi olmasa, türkçe dersinde mutlaka kompozisyon yazdırırlardı. ben, a4 sayfanın yarısını zar zor doldurabiliyordum. uzun yazamadığım için de, en azından kırık not olmasın diye 45 - 50 falan verirdi gılman hoca, ki sınıftaki en düşük notlardan birine tekabül ediyordu. bir seferinde yine 45 aldığımda gittim hocanın yanına, sonuçta puan kırılabilecek bir şey yoktu ortada, bir hata olması söz konusu değildi, neye göre puanlanıyordu bu kompozisyonlar ve ben neden hep sonuncu oluyordum? kadın yüzüme baktı, sen hep bitse de kurtulsam düşüncesiyle kompozisyon yazıyorsun, dedi. yani yazarken çok sıkılıyorsun ve bunu okuyucuya da çok belli ediyorsun. e hocam çünkü zorla yazdırıyorsunuz? olsun, zorla da yazsan okuyucuyu sıkmamayı öğrenmen lazım.

şimdi düşünüyorum da, bir a4 sayfayı bile dolduramıyordum, yazarken çok sıkılıyordum, kompozisyon yazmaktan nefret ediyordum, çünkü, söyleyecek hiç bir şeyim yoktu. 13 - 14 yaşındaydım, hangi konuda nasıl bir fikrim olabilirdi ki? okuyucuya ne anlatabilirdim ki? bahsedebileceğim bir konu yoktu ki ortada, bildiğim bir şey yoktu. ya da en azından bildiğimi bildiğim bir şey. ne bildiğimden de haberim yoktu demek istiyorum. "haberleşmenin önemi" diye zorunlu bir başlık hatırlıyorum, haberleşmenin benim için hiç bir önemi yoktu ki...

ufak yaşta çocukları okumaya özendirmek gerekir tabii, sonuna kadar katılıyorum, ama yazmaya özendirmek? söyleyecek şeyin yokken konuşmaya zorlanmak? sonra, neden bu kadar boş konuşan bir milletiz... bu yüzden olabilir.

20 Aralık 2009 Pazar

enkaz

günümüz piyasa koşullarında aşık olacağımız kadının uzun bir ilişkiden enkaz halinde çıkmış olması çok yüksek ihtimal. birincisi yaş itibariyle, ikincisi aşık olacağın kadının temel ve opsiyonel özelliklerini alt alta yazınca yekünde çıkan sonuca daha evvel başka birinin de aşık olmuş olması ihtimali? evet, yüksek. bana güzelse sana da güzel. ben şimdi tanıştım, sen on senedir tanıyorsun, en azından dokuzbuçuğunu aşık halde geçirmen normal. e sen dokuzbuçuk senedir aşıksan eşek değilsin, herhalde kendine de aşık etmeyi becermişsindir bu süre zarfında. sonra siz ayrılınca ne oldu, potansiyel sevgilimiz enkaz. hadi bakalım.

o zaman esas soru, uzun ilişkiden çıkmış depresif aşkına nasıl yaklaşmalı? üzerinde düşünülmesi gereken önemli hususlardan biri, aşkının daha kendine gelemediği, yani daha kendi potansiyelinin, güzelliğinin farkına varamadığıdır. çünkü bunalımdadır, kendini çirkin zanneder, daha önemlisi yetersiz hisseder. sevgilimiz fabrika ayarlarına geri dönmeden evvel bir, bilemedin iki ayımız var çocuklar. bu zamanın kısalığı ve hatta daha da kısalması konusu için hemcinslerinize teşekkür edebilirsiniz. birinci dakikadan itibaren sağlı sollu gelerek, kadınımızı sonsuz şımartarak hemen kendine gelmesini sağlayacaktır beyinsizler. işte o referans noktasından önce orda olmalısınız. o noktayı geçtiyseniz, büyük ihtimalle kaybettiniz, o saatten sonra o çetin piyasa rekabetinde, o kadar esnaf ve kobinin arasında onlardan daha verimli ve olumlu teklifler vermeniz neredeyse imkansız kuzucuklarım, sizler kurumsalsınız. sizlerin etik kuralları, yasadışı yollar uyguladığında karşılaşacağı cezai yaptırımlarınız var. kobilerin içinde barınamazsınız.

tabii erkekler gibi kadınlar da her biten ilişki sonrası bir üst sürümle piyasaya çıkıyorlar. upgrade edilmiş, tüm güvenlik boşlukları doldurulmuş versiyonuyla. bu yeni sürümler kullanıcı tarafından pek sevilmiyor, kullanışlı (user friendly) değiller. yani diyelim ki tüm engelleri aştık, bu sert piyasa koşullarında başarıya ulaşıp kadınımızı upgrade edilmiş versiyonuyla aldık, yeni arayüzüne alışana kadar canımız çıkıyor işte, mevzubahis konunun en büyük problemi de bu zaten. hele hele bazen tüm bu uğraşa değmeyeceği ortaya çıkıyor ya bazen, bir anda bir hareket ya da cümleyle kafada ampül yanıyor ya, pfiiuuv, o çok fena işte.

15 Aralık 2009 Salı

revolver - guy ritchie

güzel film, türkiye'de nedense pek duyulmadı. en son moviemax'de oynarken görmüştüm. credits bölümünden alıntılar:

ego, aklımıza gelebilecek, tahmin edebileceğimiz en kötü güven dolandırıcısıdır. çünkü onu görmezsiniz.

en büyük tek numarası "ben senim"dir.

en büyük sorun, egonun bakacağınız son yerde saklanması. kendi içinde.

düşüncelerini, sizinkiymiş gibi saklar. onun duyguları sizin duygularınızmış gibi. onu siz zannedersiniz.

insanların egolarını koruma ihtiyacı sınır tanımaz. ego değeri dediğimiz şeyi korumak için yalan söyler, hırsızlık yapar, adam öldürür, ne gerekirse yaparlar.

insanlar hapiste olduklarını bilmez. bir ego olduğunu bilmezler. aradaki farkı bilmezler.

başta zihin için kabullenmesi zordur. kendinden öte, daha değerli, içindeki gerçeği daha iyi ayırt eden bir şey olduğunu kabullenemez.

dinde, ego şeytandır. ve tabii kimse egonun ne kadar zeki olduğunu anlamaz. çünkü başkasını suçlayabilmeniz için şeytanı yaratmıştır.

bu hayali dış düşmanı yaratırken genelde kendimiz için bir düşman yaratırız. sonra o, ego için gerçek bir tehlike olur. ama aslında onu da ego yaratmıştır.

kafanızdaki ses ne derse desin dış düşman diye bir şey yoktur. düşmana dair tüm fikirleriniz egonun düşman olarak yansımasıdır.

bu bağlamda dış düşmanlarımızın hepsini kendimizin yarattığını görürsünüz.

en büyük düşmanınız kendi fikirleriniz, kendi cehaletiniz, kendi egonuzdur.

filmi izledikten sonra ister istemez ego hakkında biraz kurcalayıp, okuyup, düşünüyorsunuz. bıçak sırtı bir problem var konuyla ilgili: yenilmesi, ezilmesi, sıfıra indirgenmesi gereken bir ego varsa, bunun ilk adımı kendini önemsememekle başlar. tabii bunun da sınırları var. kendini önemsememe, kendine zarar verme yoluna değil, basitçe, benden yedi milyar tane daha var yoluna çıkmalıdır. kendine zarar vermeyi engellemek, egoyu koruma değil, benliğini koruma anlamına gelir, karıştırılmamalı. sonrasında ise, insan kendini önemsememe (en iyisi gereğinden fazla önemsememe diyelim) fikrini benimseyip, dolayısıyla insanların kendi hakkında düşündükleri ve söylediklerini önemsememe sonucuna ulaşır. bu da insanları önemsememe yanılgısını yaratır etrafında ve ukalalığa, megolomanlığa yorulur. yani ulaşılan sonucun benmerkezcilikle hiç bir ilgisi olmadığı halde, sık sık karışır. diye düşünüyorum.

yazış

aşağı yukarı her öğlen aynı lokantada yemek yediğimden, gelenlerle aşinayız. en azından karşılıklı gülümseme hukukumuz var. öğlen yemeklerinde yazılı olmayan kurallara göre herkes sorgusuz sualsiz birbirinin masasına oturabilir, ayıplanmaz, yadırganmaz. dün tek başıma yiyorum, karşıma bir adam oturdu, evvelden görmüşlüğüm var, kuvvetle muhtemel bankacı, garanti'den olabilir.

bizim lokantanın garsonları mimar sinan üniversitesinde öğrenci kızlar, işletmecinin çok başarılı bir buluşu. hiç biri pek bir şeye benzemiyor ama yine de işte... rasta saç, düşük bel pantolon derken, çevrenin ilgisini çekiyorlar. ben daha sipariş verirken anladım karşımdakinin garsona sataşacağını. çorba isterken gözlerinin içine uzun uzun bakmalar, garip bir gülümseme. neyse çaktırmadan yiyorum ben, merakla da bekliyorum. kız getirdi bunun salatayla çorbayı, salatayı yana itip, çorbayı yerleştirmeye çalışırken kaybedilen zaman, bana da bankacıya da çok uzun geldi, ve bankacı hamleyi yaptı: "yılbaşında n'apıyorsun(uz)?" cümle o kadar korkakça, o kadar güvensizce çıktı ki ağzından, sonuç o anda belliydi zaten. "uz"u parantez içinde yazdım çünkü söylenip söylenmediği belli olmadı. yani her ikisi de iddia edilebilir. ama çok başarısız bir girişimdi, kafamı önümdeki çorbaya gömdüm. gömmeden önce kıza en son baktığımda, suratı fena halde düşmüştü. bankacı, çok rahat tavırlar içindeymiş gibi oynarken, gerim gerim gerildiği her yerinden belliydi. çatalla oynuyor, ceketini düzeltiyor, alakasız yerlere sanki çok önemli bir şey görmüş gibi bakıyordu. tüm bunlar iki saniye içinde oldu ama bana çok uzun geldi. kız tam da beklediğim bir tonda "ailemle geçireceğim" dedi. o kadar. iki kelime. çapkın devam etti: "bir yere çıkmıcaksın yani?" ikinci cümleden samimiyeti yakaladı. çıkmıcaksı"n". ulan sığır, bir kere karşında ben varım her şeyden önce, hemen sağ ve solumuzdaki masalarda insanlar var, burda, bu şekilde, şu anda olur mu? kız cevap vermedi, çorbayı koyup gitti. beni bir gülümseme aldı, tutamıyorum, başımı iyice eğdim çorbanın üstüne, sipastik gibi yiyorum ama çorba bitti. kafamı kaldırmamam lazım. boş boş kaşıklamaya devam ettim. kafamı kaldırmadan cebimden para çıkartıp koydum masanın üstüne, kalkıp gittim. sonrasında da zorlamıştır muhtemelen.

hayat bu işte - manga.

11 Aralık 2009 Cuma

baader meinhof komplex

başlıkta adı geçen filmi izlemenizi tavsiye ediyorum. benimki şimdi bitti, dtp'nin kapatılması üzerine tesadüfen denk geldi, cuk oturdu. 68'de almanya'da başlayıp yıllarca devam eden raf (rote armee fraktion) adında bir anarşist hareketin gerçek hikayesi. uygun zamanda, uygun ortamda izlenirse çok etkileyebilecek filmlerden. en anlayamadığım şey, birinin, bir şeye, bir anda, bu kadar körü körüne inanabilmesi ve hiç vazgeçmemesi.

dtp'nin kapatılmasıyla ilgili yorumlarını en çok merak ettiklerim (çoktan - aza sırasıyla): emre kongar, süleyman demirel, erdal sarızeybek, osman baydemir, babam, ece temelkuran ve bakalım şimdi ne diyecek kontenjanından fazıl say ile yiğit bulut.

daniel merriweather - impossible (bu retro havası çok iyi oluyo, sevdim ben).

7 Aralık 2009 Pazartesi

cemal süreya

bir düelloda
daha büyük bir şey vardır
ve daha acıdır bu
ölümden de ölüm korkusundan da

bakarsın dün en güvendiğin kişi
karşı tarafın şahidi olmuş
işte acıdır bu da
ölümden de korkusundan da

daha da acısı vardır ama
o da sevdiğin kadının
karşı tarafı ziyaret etmesidir
bu bir nezaket ziyareti de olsa
düello gerçekleşmemiş de olsa
acıdır bu
ondan da ondan da

daha da acısı
kılıcın elinde
alnında bir tutam güneş
kalakalıyorsun ortada.

6 Aralık 2009 Pazar

kötü kitap

şimdi, okuduğun kitap kötü çıkınca da büyük problem. misal "sıfır" diye bir kitap okuyorum, d&r'da sırf arka kapak yazısını beğendim diye aldım, çok kötü. bir de uzun, 375 sayfa. atsan atılmaz, yarı bıraksan olmaz, böyle kütüphaneye de konmaz. uyumadan evvel okuyayım diyorsun, okunmuyor ki uykun gelsin. nasıl bitecek bilmiyorum. kitabı yarım bırakıp başkasına geçmek konusunda tarif edilemez takıntılarım var, olmuyor. yanlış anlaşılmasın, yalnız kitaplarda öyle, yoksa çok güzel yarım bırakırım. tuttuğunu koparan, başladığını mutlaka bitiren adam imajı çizmeyeyim.

tv açık, çok güzel hareketler bunlar oynuyor. sevdiğim bir eşkıya sahnesini revize etmişler, şener şen'le keje'nin yüzyüze geldikleri sahne. izlediğimde diğer herife hak vermiştim, tam da orayı oynamışlar şimdi, gene hak verdim. keje odaya girmeden evvelki şener şen'le diyaloglarından bahsediyorum. diyor ya; evet yaptım. keje için en yakın arkadaşımı sattım ben, sen yapabilir miydin? en yakın arkadaşını polise ihbar edebilir miydin? ben keje için cehennemde yanmaya hazırım, ya sen? söylesene, hangimizin aşkı daha büyük?

ben ne bileyim şimdi hanginizin aşkı daha büyük. kafa karıştırmayın kardeşim.

5 Aralık 2009 Cumartesi

marianne nasıl kurtulur?

marianne faithfull'un aktrislik de yaptığını biliyor muydunuz? hayır bilmiyordunuz. bugün bir filmini izleyene kadar ben de bilmiyordum. neyse o kısım önemli değil zaten başka bir yere bağlayacağım.

filmde marianne muhtemelen elli yaşında ve torununun hastane masraflarını karşılayabilmek için bir strip club'da çalışmaya başlıyor. yani film bunun üzerine kurulu. ana hikaye bu. aslında marianne çok sevgi dolu bir babaanne, çok mutaassıp bir insan ama zorda kalınca, mecbur olunca n'apsın, gidip strip club'da şimdi burada yazamayacağım şeyler yapıyor. hepsi site ismi yüzünden. site isminde tc kimlik no'ma kadar vermeseydim daha neler anlatacaktım.

velhasıl marianne bu club'da çalışmaya başlayınca mecburen orda faaliyet gösteren diğer kızlarla ve patronla da tanışıyoruz. aslında hepsi çok iyi insanlar. işinde gücünde prensip sahibi adem evlatları. onların da hayalleri var, onlar da iş çıkışı beraber kahve içmeye gidiyorlar, evde çoluk çocuk var. ama hayat zorla bu yola sokmuş, o yüzden çalışıyorlar. benim ifrit olduğum nokta da burada başlıyor.

kardeşim neden yönetmenler, yazarlar, senaristler olarak bizi sürekli bu yalana inandırmaya çalışıyorsunuz? bu misyonu omuzlarınıza kim yükledi? orospular, katiller, tecavüzcüler, hırsızlar, senin benim gibi insanlar değiller. annemizin bize taa en başta öğrettikleri doğru, onlar kötüler, şimdi bu yaştan sonra nerden çıktı bu aslında onlar da sizden muhabbeti? kötüler kardeşim onlar kötü, biz iyiyiz. aramızda kalın bir çizgi var. eyvallah çoluğu çocuğu vardır, tabii ki isteyerek çalışmıyordur ama onlar baştan bu kararı verebilecek kadar aptallar/cahiller/karaktersizler/korkaklar/güçsüzler. biz iyiyiz, seçimimizi yapmışız, aramızdaki farkı da öğrenmişiz, bu saatten sonra niye bildiklerimizi unutalım?

ben şimdi nasıl gidip birini öldüreyim? birinin canını almak kolay mı be, bir eleman ailemden birini kasıtlı olarak öldürmedikçe, ben nasıl gidip bir insanın boğazını keseyim? yapabilir miyim, yapamam. ama onlar yapabiliyor.
şartlar ne olursa olsun beni ilgilendirmez, eğer orospuluk yapabiliyorsan beş para etmez bir insan müsveddesisin. ama bu herifler n'apıyor, olayları meşrulaştırabilmek için konuyu işliyor da işliyor, ısındırıyor da ısındırıyor bizi karakterlere. sonra millet alışıyor mevzuya, lan acaba normal mi diyor. normal değil hocam normal olamaz, orospular senin benim gibi değil bak tekrar altını çiziyorum, uyanık ol.

sonra açıksözlülüğün anlam kaybı var. marianne'in mahalleden arkadaşları bir zaman sonra iyice merak etmeye başlıyorlar, bu kadın ne iş, eskiden hep evdeydi, nerde iş buldu, n'apıyor diye soruyorlar devamlı. bir gün yine bir altın gününde sorduklarında kendinden çok emin şekilde anlatıyor her şeyi marianne. gururlu bir ifade söz konusu hatta. strip club'da şunu şunu yapıyorum diyor, detay da veriyor iyice ki kuşku kalmasın. biz de kuşbeyinli izleyiciler olarak diyoruz ki vay be, görüyor musun bak delikanlı kadınmış, çat çat söyledi her şeyi, utanmıyor yaptığı işten, utanmayacaksın tabii abi, insan yaptığı işten utanır mı, helal olsun kadına... diyoruz. gerizekalıyız çünkü. kadın orospu olduğunu itiraf etti diye dürüst, karakterli, güçlü biri mi oldu? hayır, ne iş yaptığını söyleyen bir orospu oldu. o kadar. açıksözlülüğü ona bir katma değer kazandırmadı. siz de çok düşüyorsunuz bu hataya bak, yapabildiğim zamanlarda uyarıyorum, insanlar zaten doğruyu söylemek, açıksözlü olmak zorunda. bunu vurguladıklarında onlara ayrıca prim vermeyeceksin arkadaşım.

şu anda bunu dinliyorum. siz de okurken dinleyin, aynı kafada olalım.

satıcı

evvel zaman içinde kitapçının birinde dolanırken satıcı diye bir kitap bulduydum. baktım yazarı joseph o'connor. sinead o'connor'ı çağrıştırdı ki, severim. (satın aldığım üçüncü ya da dördüncü albümdür - nothing compares to you. ilki michael jackson - bad, ikincisi sezen aksu - gülümse, üçüncüsü sertab erener - albümün adını unuttum. sonra sinead o'connor. arada bir de vaya con dios'un neh nah neh'sini almıştım ama onu anneme aldım sayıyorum.), arkasını okudum, beğenince aldım geldim. o zamanlar google yok, yahoo mahoo bi baktım, joseph hakkaten sinead'ın kardeşiymiş. ama bunu kitabın kapağına, içine, dışına, hiç bir yerine yazdırmamış bizim joseph. helal olsun dedim, okumaya başladım.

şimdi buldum geldim, kitap 365 sayfa ve ben bir gece ile ertesi gün okuyarak bitirdiğimi hatırlıyorum. sinead'ın irlandalı olduğunu biliyordum zaten, dolayısıyla hikayenin irlanda'da (dublin'de) geçişine pek şaşırmadım. ama şuna çok şaşırmıştım;

hikaye bir babanın intikamı üzerine. karısından ayrı yaşayan billy, kendisiyle beraber oturan kızının öldürülmesinden sonra araştırıp katili buluyor ve intikamını planlamaya başlıyor. uzun planlardan sonra kaçırmayı başarıp eve getiriyor, arka bahçesine kilitliyor. buraya kadar her şey normal. güzel bir polisiye - gerilim kıvamında. fakat burdan sonra olay enteresanlaşmaya başlıyor.
billy en başlarda elemana işkence etmeyi planlıyor, öldürmeden evvel biraz eziyet edeyim diyor, aç-susuz bırakıyor falan filan. sonrasında giderek öldürme fikrinden uzaklaşıyor. aralarında ufak ufak bir ilişki oluşmaya başlıyor. ilişki derken homoseksüelliği kastetmiyorum, sosyal bir ilişki başlıyor. ve sonunda o kadar saçmasapan bir hal alıyor ki, beraberce aynı evde yaşamaya başlıyorlar. yani katil billy'nin yanına taşınmış gibi bir şey çıkıyor ortaya. elemanın karakteri o kadar güçlü ki, billy'i öldürme fikrinden vazgeçirtip beraber yaşamaya ve hatta kendine hizmet ettirmeye ikna ediyor ("the man grows on you" durumu - scent of a woman'ın başları - al pacino'nun kızı, işi kabul etmeye ikna etmek için charlie'ye söylüyor).

şimdi bakınca olmaz diyorsunuz ama joseph tüm bunların olabileceğine güzelce ikna ediyor insanı. roman birinci tekil şahıstan anlatıldığından billy'nin kafasındaki değişimi yavaş yavaş izlemek çok keyifli. (keyifli ne be homoseksüel gibi. sözlüğe baktım keyifli yerine kullanabileceğim kelimeler: dörtköşe, neşeli, şatır? yavaş yavaş izlemek çok neşeli? tdk'ya bile güvenmemek lazım bu devirde.) bazen durup kendisine bakıyor, kızının katiline eliyle çay götürdüğünü görüyor, duraksıyor ve fakat devam ediyor. tabii billy'nin de kafa pek normal değil, fark ediyorsunuz. halbuki quinn'inki (katil) çok rahat, buna da çok şaşırıyorsunuz.

yani kitap garip. awkward çok iyi kelime aslında. tuhaf denebilir. tavsiye ederim. listedeki kitapları bitirebilirsem ben de tekrar okumayı planlıyorum.

1 Aralık 2009 Salı

neşeli hayat vol.2

şimdi sinemadan geliyorum, maalesef sözümü tutup cuma günü gidememiştim filme, bayram münasebetinden istanbul'da değildim.
eğri oturup doğru konuşmak lazım çok beğenmedim, daha iyi olabilirdi. hikayenin içi biraz boştu sanki, bir gıdım daha alengirli bir senaryo yazılıp bir kaç karakter daha sokulabilirdi. sonu pek bir yere bağlanamadı. müziği neden kardeş türküler'den alıp başkasına vermiş bu sefer anlamadım, bence olmamış (müziği kastediyorum).

ana temada yine fakirlik, çaresizlik varken bu sefer diğerlerinden farklı olarak umut yok. rıza'nın hayalleri mevcutmuş bir dönem ama artık vazgeçmiş, daha bir kabullenmeci; diğerleri (deli emin, asım noyan) gibi dikine dikine gitmiyor. gerçi muhtemelen önceden de çok dik durmuyormuş, karakteri müsait değil fakat kendi hayalinden kendi güç alabilecek kadar safmış en azından o zamanlar, o da iyidir. organize işler'dekinin tersine bu kez çok dürüst, vizontele'lerdeki gibi saf. saflıksa, diğer tüm film ve oyunlarındaki gibi iyilik barındırıyor içinde. yine bir ortama ayak uyduramama, yabancılaşma söz konusu. fakat bu kez, biraz daha realistleşeyim, çok sivrilmeden gerçek hayatı anlatayım derken kaçınılmaz olarak monotonlaşmış olabilir. filmin temposu bir yükselip bir düşüyor çünkü, sanki bu kez izleyiciye her saniye bir ödül vermek istemiyormuş gibi. diyalogları daha iyi beklerdim, sadece bir kaç tane yakalayabildim.

daha iyi anlayıp yorum yapabilmek için dvd'den bir kaç kez izlemek lazım. eminim bir bildiği vardır.

bu akşam, pulp - bad cover version'ı tavsiye ediyorum ama sözleriyle beraber dinlemeniz lazım. aslında doğrusu önce bir kere dinleyip, sonra sözler eşliğinde tekrar dinlemek. yılmaz abi'den iyi olmasın jarvis'in de çok iyi söz yazarlığı vardır. üşenir bakmazsınız diye onun da link'ini veriyorum. aranızda hala bana gelince ya da arabada pulp çalınca kim bu diye soranlar var. ben şimdi burda isimlerinizi vererek tek tek deşifre etmek istemiyorum ama ayıp, bir zahmet, hadi canım, hadi artık.

25 Kasım 2009 Çarşamba

yani?

başımıza çok geldi, yani ben diyeyim üç, sen de beş kez. manitacılık oynamaya müştereken ya da tek tek birbirinden bağımsız (fark etmez) son vermişiz diyelim. gel zaman git zaman eski sevgili geri dönmüş, demiş ki ben yeniden beraber olmak istiyorum. veyahut onu ima eden aksiyonlara girmiş. biz de demişiz ki, e sen benden sonra başka biriyle beraber olmadın mı? bu soru zaten retorikmiş, biliyormuşuz ki beraber olmuş. o da mecburen onaylamış evet demiş beraber oldum. konu konuyu açmış, e madem başkasıyla beraber oldun, bu işin oluru yok bilmiyor musun, demişiz. o(nlar) da anlatıcının yazmasına sebep olan savunmasını sunmuş(lar) defaten: ama sen de benimle hiç ilgilenmedin ki sonra, hep başıboş bıraktın, demiş(ler).

düşünmüş taşınmışız, merak etmişiz bu cevabı bunlara kim ezberlettiriyor, hocaları kim, bu işten kim ekmek yiyor... anan mıyız, baban mı, artık beraber değilken niye ilgilenelim, neyine nasıl karışalım demişiz, ama ben de çok yalnız, çok çaresiz kalmıştım demişler. biçarelikten taşa eşiğe sürtünen eski sevgiliye sinirlenmiş, küfretmişiz; ihale üzerimize kalmış, terbiyesiz, anlayışsız olan biz olmuşuz, kulağımıza gelmiş, biçare ak-pak temiz çıkmış işin içinden.

oluyormuş böyler şeyler valla, hem ben niye yalan konuşayım ki sonuçta yani?

coldplay - yellow

23 Kasım 2009 Pazartesi

neyi gördün

haftasonu mahsun'un güneşi gördüm'ünü ve 12 monkeys'i alıp izledim, izledik. mahsun'un bu filmle oscar aday adayı olmasının ve altın portakal ya da benzeri hangi ödüllere layık görüldüyse onları almasının tek bir açıklaması var: siyaset. demek ki ne yapacakmışız, bundan sonra ne altın portakal'a ne kiraz festivali'ne, ne de başka bir şenliğe güvenmeyecek, prim vermeyecekmişiz.

çok da iddialı olmak istemememe rağmen; ben bu kadar sahte karakter, bu kadar yapmacık diyalog görmedim demeye talibim. mahsun demiş ki, ben bu kürt sorunuyla ilgili bir film çevireyim, ama öyle bir film olsun ki, hem komik, hem sosyal mesajı bol, hem hüzünlü, hem kürt'e, hem türk'e göre olsun, hem de tüm dünyaya kardeşlik - barış mesajımı vereyim, herkes çok sevsin, hem de benim yaptığım bu filmle cümlemizin kafasındaki ampül yansın, birbirine sarılsın, bu sorun bu filmle sona ersin, ben de sorunun mihenk taşı olarak hem sonsuza dek anılayım, hem de paranın altında kalayım. amma velakin bana göre bu filmden kazanacağın parayla üzerine bir takım elbise bile alamamalısın mahsun. öyle hem hem olmuyor işte. birinde karar kılmak lazım. ortada duran ortada kalır.

bir kere karakterlerin her biri, her cümlesinde (abartmıyorum) kürsüye çıkıp halka seslenen politikacı ayarında konuşursa olmaz. izleyiciye bu kadar çok sosyal mesaj, bu kadar açıkça verilmeye çalışılır mı kardeşim? o zaman yazsaydın bir bildiri, çıkıp okusaydın bir televizyon programında. işin içinde biraz metafor, hayal gücü, ne bileyim teşbih, tecahül-i arif falan olması lazım ki bir şeye benzesin. yoksa sanat niye var?

sonra hüzünlü olmaya çalıştıkça gülünç oluşun, akabinde gülünçlüğünün o kadar kötü hale gelmesi ki, acımaya dönmesiyle esas gayene ulaşmandan da bahsetmek lazım. babanın iki oğlunun fotoğraflarını yan yana asmaması, norveç'deki "bülbülü altın kafese koymuşlar, vatanım demiş" tripleri, karakterlerin devamlı ağlamaklı ses tonlarında sabah akşam "biz hepimiz kardeşiz aslında" diye sayıklamaları, bunlar muazzam klişeler. bunları artık yalnızca politikacılardan değil, her sade vatandaştan bile duyabiliyoruz, o kadar işlediler içimize. bir de sen söyleyince iyice eğreti durdu, olmadı.

en az onlar kadar üstünkörü duran bir travesti hikayesi vardı bir de filmde. o ne alakaydı, neden filmde öyle bir karakter vardı hiç anlamadım. belki de iç içe geçmiş farklı hikayelerin çok iyi bir uyumla nihayete ermesine özenmiştir mahsun bilmiyorum ama o kadar olmamış ki, o kadar olmamış.

öte yandan; sürekli gelecek, geçmiş ve şimdiki zaman arasında dolaşan bruce willice'ın filmin 60. dakika 23. saniyesinde "I see dead people" demesiyle önce çok şaşırıp, sonra gülmekten öldük. bu, shyamalan'ın ince bir esprisi idiyse eğer, yakaladık shyamalan, sen gönlünü ferah tut.
ilk izlediğimde filmi çok beğendiğimi hatırlamama rağmen, konusunu hiç anımsamıyordum. yine izledim, yine çok beğendim. brad pitt'in üzerine yapışmış çok yakışıklı etiketine mukabil, aynı zamanda çok da iyi bir aktör olduğu konusunda mutabık kaldık. zaten bir adam boş yere bir noktaya gelmez geyiklerine sardık, güldük, eğlendik.

sinema eleştirilerimi bitirirken, size mahsun kırmızıgül'ün eşrafından özcan deniz'in son albümündeki bir şarkıyla veda ediyorum. bu aralar özcan'cıyız, iyi şarkı.

17 Kasım 2009 Salı

victor

ilk defa victor hugo okudum. sadece bu romana göre konuşursak (bir idam mahkumunun son günü) abartılmış bir yazar. bu kitabı benden iki yaş küçükken yazmış, bu da bir mazeret ama gidişatını pek iyi görmüyorum. sefiller'i de alırsam, ilk ve son kitabını okuyup aradakileri baypas geçerek hakkında istediğim kadar atıp tutabilirim, mantıken. şimdilik 'abartılmış'la yetiniyorum.

kitabı idam cezasına karşı çıktığından, şiddetle kaldırılmasını savunduğundan, elit tabakanın zaten her halükarda idam sehpasına çıkmadığından, olanın yine halka olduğundan yola çıkarak yazmış. fakat koskoca victor hugo'nun konuyla ilgili en önemli tezi şu (benim özet cümlelerimle):
tamam adamlar suçlu ona bir şey demiyorum, adamları cezalandıralım ama onları idam ederek tüm yakınlarını da cezalandırmış oluyorsunuz. idam edilen adamın karısı var, kızı var, anası-babası var, onların ne suçu var ki cezalandırıyorsunuz?

açıkçası kitabı alırken aklıma apo'nun asılıp asılmama meselesi geldiydi (victor'un gerizekalı olduğu gelmediydi). biraz karıştırınca yazarın idam cezasına karşı durduğunu kolaylıkla anlıyordunuz ve ben de, bakalım koskoca victor işlenen büyük suçlara karşın mahkumun asılmaması için ne gibi sebepler üretmiş, nasıl bir mantık yürütmüş olabilir ki motivasyonuyla aldım kitabı. ama victor biraz çocuk çıktı.

tamamen mantıksız şeyler söylemiyor elbette. mesela şu paragraf iyiydi:
peki, yeni baştan alalım. -toplumun öç alması gereklidir, toplumun cezalandırması gereklidir-. ne biri, ne de öteki geçerli. öç almak insana özgüdür (topluma değil), cezalandırmak da tanrı'ya. toplum bu iki çelişkinin arasındadır. ceza onun üstünde, öç ise onun altındadır.

ve şimdi de tüm seven ama kavuşamayan aşıklar için geliyor, bizden ayrılmayın.
(vazgeçsen olmuyor, ölsen olmuyor.)

10 Kasım 2009 Salı

neşeli hayat

yılmaz erdoğan'ın yeni filmi "neşeli hayat" 27 kasım'da vizyona giriyormuş en nihayetinde. iki elim kanda olsa o gün sinemadayım. oyuncuları daha çok, çok güzel hareketler bunlar ekibinden seçmiş. kendisinin yetersiz birer taklidi her biri ama n'apalım, yılmaz abi yaptıysa doğru yapmıştır.  bu da fragmanı.
son zamanlarda demokratik açılımın da vasıtasıyla sık sık çamur atılıyor. pkk destekçisi deniyor. en başta, içinde bu kadar insan sevgisi olan bir adamın terörü destekleyebileceğine inanmıyorum.
ha önüme yaptığı havalenin banka dekontunu koysanız gene giderim filmine, yine alırım kitabını, o ayrı.
diğer taraftan bu adamın yazıp, yönetip, oynadığı dördüncü filmidir. türkiye'de bu rakama yaklaşabilen tek adam yılmaz güney'dir, (ki onun yazıp - yönettiği ve oynadığı film sayısı 3 diye biliyorum) isim ve etnik kökenlerinin benzerliği de iyi bir ironidir. erdoğan'a yaklaşabilen tek adam olan yılmaz güney iyi bir aktör müdür? iyi bir senarist midir? bence değildir. bana göre kabadayılığa özenmiş basit bir katildir. filmleri bana hiç bir şey ifade etmiyor.
yani diyorum ki, hep beraber yılmaz erdoğan'ın değerini bilmeliyiz, filmlerine gitmeli, kitaplarını almalıyız. yaptıklarının hepsi bir kenara, iyi bir filozoftur benim nazarımda.

not: "kings of convenience". az enstrümanla çok müzik.

3 Kasım 2009 Salı

ben riski sevmem

daha evvel de etrafımdakilere bahsetmiş, buraya da yazmıştım. pazarlama sektöründen, ama en çok da bu bireysel pazarlama parantezinde yapılan insanı aptal yerine koyma akımından nefret ediyorum. bankadan biri aradı. dedi ki sizi bireysel emeklilik fonunuzla ilgili arıyorum.

aslında öyle de demedi, ezberlettirilmiş şu cümleyi kurdu telefonu açınca: ozan bey iyi günler, eğer müsaitseniz sizi bireysel emeklilik fonunuzun son üç ayki getirisi ve bunu daha da iyileştirebilmek için neler yapabileceğimizi konuşmak için rahatsız ettim, en fazla beş dakikanızı alacağım, müsait misiniz? buyrun dedim. ıvır zıvır kıvır beş bin tane şey anlattı, çoğunu dinlemedim. ama ama ama, en son şunu yakaladım: ... evet biliyorum siz riski hiç sevmeyen ve param garantide olsun diyen bir yatırımcısınız fakat ...

beni hiç tanımayan, benim hiç tanımadığım adam böyle dedi.
beni biliyormuş, ben hiç riski sevmezmişim.
suç o herifte değil tabii, metni yazıp onun önüne koyan sığırda. o sırada sorsan ya da ne bileyim şikayet mektubu falan göndersen kesin şöyle bir cevap gelecek:
... hesaplarınızın ve daha evvel seçtiğiniz fon dağılımlarının istatistiğini yaparak bu kanıya vardık ve sizin ...

hayır öyle yapmadınız, banka emeklilik portföyünün kamu araçları fonuna ihtiyacı vardı, genel müdürlükten müşterilerinizi o fonu aldırmaya yönlendirmeniz için bir tebligat aldınız ve bilgisayarınızın ekranından bakarak tek tek tüm müşterilerinizi aramaya başladınız.

monoloğunuza siz hiç riski sevmiyorsunuz biliyorum cümlesini de eklediniz, böylece biz de bizi anladığınızı, aynı dilden konuştuğumuzu düşünecek ve size güvenecektik.

aranızda reklamcılar, pazarlamacılar var biliyorum. sözüm meclisten dışarı, alınmayın ama: tüm sektöre kafam girsin.

1 Kasım 2009 Pazar

manitacılık

bugün çok ilginç bir şey farkettik: kızların grup halindeyken daha güzel gözükmeleri durumu.

herhangi bir yerde, herhangi bir kız grubu görüldüğünde (eğer çok çirkin değillerse) dikkat hemen o tarafa yönelir. yani en azından bizde ve tanıdığım tüm adamlarda böyle oluyor. ortama renk gelir, nerede olduğuna bağlı olarak yemek daha lezzetli, içki daha keyifli, film daha güzel olur bir anda. çok güzel görünürler. halbuki tek tek alıp incelesen muhtemelen hiçbiri pek de güzel değildir. biriyle muhabbet edip tek başınıza kalsanız ne ortam ne de muhabbet uzaktan bakıldığındaki kadar eğlenceli olmayacaktır. o yüzden en iyisi uzaktan bakmaktır. hep böyle toplu halde gezsinler, biz de hep böyle uzaktan bakalım, neşemiz yerine gelsin, hayat daha güzel olsun.
şarkıların adını yazmak yerine link'ini vererek dinletebilirim size, aklıma geldi. buyrun.

28 Ekim 2009 Çarşamba

whatever works

bir tavsiye üzerine woody allen'ın "whatever works"ünü izliyorum şu anda klavyenin başındayken. internet sağolsun. yalnız altyazı yüklemeyi beceremediğim için bazı şeyleri kaçırabilirim. beraber izleyelim:

ilk sahne, başrol bu elemanda olsa gerek. hemen google'lıyoruz, evet larry david. ilk sahneden seyirciyle temasa girme, kameraya bakıp konuşma. radikal yönetmen, alışılmadık film başlangıcı kafası. yalnız arnold schwarzenegger'in de böyle bir filmi vardı kameraya konuştuğu, hatırlatırım. hımm adam düpedüz bizimle muhabbete girdi, ama çok kötü girdi. hayatınızdaki saçmalıklar, okuduğunuz gazete, televizyon, aldığınız borsa hisseleri, siz bu saçmalıklarla devam edin, ben geçtim onları muhabbeti. çok demode olmadı mı bu?

ikinci sahne, mutfakta karısıyla muhabbet sahnesi. filmi izlemeyenler için filmi anlatamayacağım.
woody allen'ın zihnimde bıraktığı sinemada doğallık algısının üstüne daha ilk sahnede seyirciyle konuşan başrolcü larry, şu anda karısıyla sabahın dördünde hiç olmayacak bir muhabbete giriyor mutfakta. e hiç doğal bir muhabbet değil bu woody? ooo karısı seneler önce aldatmış bunu. şimdi ilginçleşti.

91 dakikalık filmin daha 17. dakikasındayız ama filmin gidişatını doğru anladıysam eğer, devam etmeden önce araya girip bir şey söylemek istiyorum: bu, düzene başkaldırı, sistemi, politikayı ti'ye alarak eleştirme pozisyonundaki karakterler, devamlı "dahi" kıvamındaki deliyi oynamak zorunda değiller. benim bildiğim dahilerin büyük çoğunluğu (biyografilerini okuduğum kadarıyla) deli değildi. montaigne, nietzsche, beethoven, newton... bildiğim kadarıyla hiçbiri insanlarla komunikasyonlarında açıksözlülükle terbiyesizliğin sınırını şaşırmıyorlardı. insan hem dahi olup, hem de gündelik hayatını kimseye bunu fark ettirmeden idame ettirebilir. günümüzde, bütün sanat dallarındaki anlayış ise, 'dahiysen bunu bas bas bağıracaksın'. play'e basıyorum.

kızla beraber televizyon izleme sahnesi. kızın çoraplar çok iyi. bunlar en fazla yarım saate sevişirler.

bu başrolcünün filmin başından beri sinirli ve ters ihtiyarı oynaması can sıktı. bir yerlerde bunun kırılma noktası var mutlaka ama bence onu biraz daha geriye çekmeliydin woody.

kızla sevişirler dedim, evlendiler. evde kızın müzik dinleme sahnesinde başrolcünün gelip anında cd'yi değiştirmesi ve beethoven koyması. hımm, dahiler klasik müzik dinler.

hahahaha filmin ilk komik sahnesi, kızın annesinin larry'i gördüğü anda düşüp bayılması ve kalkıp sana uyuşturucu mu verdi demesi. kadın çok iyi oynuyor ayrıca, çok komik kadın.
ooo anne grupçu oldu.

genç elemanın kızla tanışırken söylediklerine katılıyorum. izlemeyenler için tekrar edelim: kadın onun pesimist dünya görüşünü bir erdem sayıp, onu bir dahi zannediyor. yani pesimist olduğu için. evet bunu sık sık yapıyorlar. evet bu çok prim yapıyor.
anne kesinlikle filmdeki en iyi karakter.

evet genç elemanın kızın aklını çeldiğini anlıyoruz, elinde herifin mendiliyle dolaşıyor ve kocasına, bazen de hayattan zevk almaya bakmalıyız diyor. oysa iki gün evvel feysbuk'a erkek arkadaşıyla fotoğrafını koyan kız kadar masum ve namusluydu? n'oldu?

viagra esprisi güzeldi. bu arada film birden u dönüşü yaptı. laryy'nin yaptığı hayat anlamsızdır muhabbeti boştur aslında, pesimistliğin alemi yok, hayat güzeldir'e yanaştı ve diğerini eleştirmeye başladı. şaşırttın beni woody. tebrik ederim.

heee şimdi anladııııım. yönetmenimiz iki farklı karakterden yaklaşıyor olaya. kız larry'den felsefe, bilim ve ateizmi öğrenip sonra genç elemanla tanışınca bunların boş işler olduğunu, hayatın yalın haliyle bile güzel olduğunu anlıyor. anası da hayatın yalın halini kullanırken birden sanat ve bohem hayatla tanışıp aniden o yönde sapıtıyor. sonuçta ortaya ne çıkıyor? herşeyin fazlası zarar. azı karar çoğu zarar.

larry de manita yaptı, kız da, babası da. bir tek anne kaldı. anne grupçuluğa devam mı? devammış.
derken film bitti. mutlu son.

bittikten sonra ilk paragraflarda yazdıklarımı tekrar okuyunca biraz antipatik buldum ama silmiyorum, izlerken öyle hissettirdi. tahmin ettiğimden daha iyi çıktı. ha komedi olarak iyi değildi gerçi, pek komik gelmedi bana. ama neymiş, herşeyin fazlası zararmış. two thumbs up!

27 Ekim 2009 Salı

başka projeksiyonlarım da var ama açıklamıyorum

efendim zaman zaman tayyip'e katılıyorum. mesela biz yüzyıllardır beraber yaşadık, türkiye, kürt'ü, türk'ü, ermeni'si, çerkez'i ile bir bütündür dediği zamanlar.
ben, tüm vatandaşlarımı aynı sevgi ve saygıyla kucaklıyorum dediği zamanlar.
ama bunlara, türkiye devleti her vatandaşına aynı uzaklıktadır, etnisitenin bizim için hiç önemi yoktur mantığından yola çıkarak katılmıyorum. doğru değil çünkü. hepimiz eşitiz ama bazılarımız daha da eşit. bu ilüzyonu bir kenara bırakalım. herkes (en azından) hemşehrisini daha çok sever.

ben diyorum ki, bu milliyetçilik safsatası bitiyor artık, çok az kaldı. belki yüz yıl sonra hiç bir önemi kalmayacak etnik kökenin. çünkü işlevi bitti. fransız devriminde tutkal niyetine kullandılar bunu. insanları birbirine yapıştırıp, tek yumruk haline getirip savaştırdılar. feodalizm ölüyordu, tutunacak dal kalmamıştı, bunu yaratıp ulus devlet modeline geçmek zorundaydılar. şimdiyse her şey değişiyor, sınırlar kalkıyor yavaş yavaş. yakında dünyayı uluslararası şirketlerin yöneteceği en sevilen komplo teorisi. ben burdan yola çıkarak katılıyorum tayyip'e. önemi zaten kalmayacak elli sene sonra, kürt müsün, türk müsün... bakalım o zaman ne bulacaklar bizi biraraya toplamak için.

24 Ekim 2009 Cumartesi

ahmed arif

hasretinden prangalar eskittim

seni, anlatabilmek seni.
iyi çocuklara, kahramanlara.
seni anlatabilmek seni,
namussuza, halden bilmeze,
kahpe yalana.

ard - arda kaç zemheri,
kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
dışarda gürül gürül akan bir dünya...
bir ben uyumadım,
kaç leylim bahar,
hasretinden prangalar eskittim.
saçlarına kan gülleri takayım,
bir o yana
bir bu yana...

seni bağırabilsem seni,
dipsiz kuyulara,
akan yıldıza,
bir kibrit çöpüne varana,
okyanusun en ıssız dalgasına
düşmüş bir kibrit çöpüne.

yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
yitirmiş öpücükleri,
payı yok, apansız inen akşamlardan,
bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
seni anlatabilsem seni...
yokluğun, cehennemin öbür adıdır
üşüyorum, kapama gözlerini...


ahmed abi, seviyoruz sayıyoruz ama biz daha bu mevzuları bilemezken ölmüşsün. benimle temasa geç. ciddiyim, konuşmamız lazım.

salinger

şimdiye kadar hiç bahsetmemiş olmam çok ilginç. benim en favori kitabım açık ara ile j.d. salinger'ın "çavdar tarlasında çocuklar"ıdır. şu anda nick hornby'nin bir kitabını okuyorum ve kitabın arkasında, yazarın diğer kitaplarıyla ilgili bilgi veren bölümde, salinger'ın kitaplarıyla ilgili eleştirilerinin de bulunduğu bir kitabı olduğunu öğrendim. (tek bir cümlede beş kez "kitap"ı kullanabilirim.) geç bir saatte evde yorgun argın oturuyor olmama rağmen üşenmeden çıkıp aldım. maalesef kısa bir bölümde bahsediyor ama çıktığıma değdi:

"... üç kitap da kısmen, kafası karışık genç bir amerikalı olmak hakkında yazılmış. bu tema, hiç kimsenin kendisine ait olduğunu iddia edemeyeceği kadar geniş gibi görünüyorsa da, salinger bir biçimde bunun telif haklarını almayı başarmış. bu konuda bir kitap yazıyorsanız sizi kitabınızın bir yerinde, üstü kapalı bir biçimde dahi olsa onun o noktaya sizden önce vardığını belirtmeye zorlayan birtakım yasalar var."

bu adam gerçekten komik.
öte yandan uzun zamandır dinlediğim en iyi şarkıyı açıklıyorum, kayda geçirilsin: placebo - devil in the details.

I've been wasting all my time
With the devil in the details
And I got no energy to fight
He's a fucking pantomime
That devil in the details

He's fixing up to take a bite
I don't see the point in trying
I got the devil in the details
And he's gonna teach me wrong from right
That fucking pantomime
The devil in the details
Well, I'm gonna dance with him tonight

All of my wrongs
No more wicked ways
Come back to haunt me, come what may
He wrote the songs
That I hoped to write someday

Looks like the devil's here to stay

Let me take you far away
With the devil in the details
We'll kiss and tremble with the light
Everything is fine
With the devil in the details
We're gonna dance with him tonight

All of my wrongs
No more wicked ways
Come back to haunt me, come what may
He wrote the songs
That I hoped to write someday
Looks like the devil's here to stay
Looks like the devil's here to stay
Looks like the devil's here to stay

All of my wrongs
No more wicked ways
Come back to haunt me, come what may
He wrote the songs
That I hoped to write someday
Looks like the devil's here to stay
Looks like the devil's here to stay
Looks like the devil's here to stay

I've been wasting all my time
With the devil in the details
I got no energy to fight

15 Ekim 2009 Perşembe

kilo

kadınlarla ilgili önemli bir şeyi fark etmem, tüm ailenin tek bir evde oturduğu doksanlı yılların ortalarına rastlar. bir cumartesi sabahı odamda oturmuş dergi okuyordum. hiç alışık olmadık bir şekilde ablam paldır küldür odaya daldı. ellerini beline koyup, şişmanlamış mıyım ben, diye sordu. 'ben'e vurgu yapılmış, cevabın hayır olması gerektiği aşikar sorulardandı. kabaca bakıp, öylesine, evet dedim. aslında her gün gördüğüm için böyle bir şeyi fark etmem imkansızdı. nasıl yani, çok mu şişmanlamışım derken arkasına dönüp kıçına bakmaya çalışıyordu. sesinden, hiç hoşlanmadığını anlayabiliyordum. onu bu kadar basitçe sinirlendirebilmek ve hatta üzmek çok hoşuma gitmişti (o sıralar pek anlaşamaz, sürekli kavga ederdik). dergiden kafamı kaldırmadan, evet yani, şişmanlamışsın işte dedim. hadi ya deyip çıktı.

akşamüstü arkadaşlarımla buluşmuş caddede dolanırken telefonum çaldı. arayan annemdi:

- oğlum, ablana sen mi söyledin şişmanlamışsın diye?
- ne?
- sen mi dedin buna şişmanlamışsın diye?
- dedim ben evet. niye ki?
- denir mi hiç öyle şey. yarın akşam falan görünce zayıflamışsın sen galiba de.
- taam.

pek anlam veremedim bu konuşmaya ama ablamın olayı dert ettiğini anlamıştım tabii. hoşuma bile gitmişti. bir iki saat sonra anneannem de arayıp aynı şeyi söyleyince keyfim kaçtı ama biraz. arkadaşlarımlaydım ve zırt pırt telefon çalıyor, ailemden birileri arıyordu. bu, o yıllarda yaratmaya çalıştığım havalı imajım için hiç iyi değildi. işin suyu asıl, akşam saatlerinde çıktı. o zamanlar cumartesileri de çalışan babam eve dönüşte olaydan haberdar olmuştu. muhtemelen annem güne ait bu lüzumsuz bilgi ile söze başlayıp beş dakika kadar çok gereksiz bir muhabbet çevirmişti telefonda. babam da sinirlenmişti ve haliyle çatabileceği bir tek ben vardım. hiç adeti olmadığı halde beni arayıp erkenden eve çağırdı. telefonda kavga etmek işe yaramadı, mecburen erkenden eve gittim. sabah ablama hiç önemsemeden verdiğim bir cevap yüzünden akşam erkenden arkadaşlarımdan ayrılıp eve gelmek zorunda kalmıştım. bunun intikamı ayrıca evde alındı tabii.

fakat yıllar evvel aldığım bu ders bana çok faydalı olmamış belli ki. geçenlerde bir arkadaşımla metrodan inip kanyon'un içine doğru yürürken karşıdan gelen kızı tanıyıp tanıyamadığıma karar veremedim. bu sık sık başıma gelir, surat hafızam sıfırdır. biraz daha yaklaşınca çıkardım. altı ay ya da bir yıl kadar önce tanıştığım bir kızdı. beraber yemek yemişliğimiz, içki içmişliğimiz vardı. hatta flörtleşmiş bile olabiliriz bilmiyorum, belki de bana öyle gelmiştir. ama kız fena halde şişmanlamıştı. yani, en azından on kilo diyeyim ben size. o da beni gördü ve 'merba naber'leştikten sonra aynen şöyle dedim: oooooo ne kadar şişmanlamışsın. yani, sen biraz kilo mu aldın değil. şişmanlamışsın galiba biraz da değil. düpedüz, üstüne basa basa ooooooo ne kadar şişmanlamışsın... kızın suratı düştü tabii, ne diyeceğini bilemedi. bir kaç önemsiz cümleden sonra tekrar yolumuza devam etmeye başladığımızda ben hala hiç bir şeyin farkında değildim. iki - üç adım attıktan sonra arkadaşım ellerini birbirine vurarak kahkahalarla gülmeye başladı. gülmekten nefes alabildiği boşluklarda 'ne dedin olm sen' diyordu. ancak açıklayabilecek duruma geldiği zaman dank etti. çok büyük bir hayvanlık yapmıştım.

burdan sana sesleniyorum metro çıkışında gördüğüm arkadaşım: kilo mu verdin sen?

12 Ekim 2009 Pazartesi

okura mektup

sevgili okur, daha da sevgili yorumcu;

maalesef hayatın akışına, bir çok fikre (ve insanların bunları benimseme ya da benimsememesine), kemikleşmiş inançlara, sorgulanmadan kabul edilmiş yanılgılara, yani önceden dökülmüş binlerce kalıbın büyük çoğunluğuna müdahale edemiyoruz. geldikleri gibi geçip gidiyorlar önümüzden. çoğunda zaten söz hakkımız bile yok. ama benim en azından bu site sınırları içerisinde bir söz hakkım varsa, bunu sonuna kadar kullanmak istiyorum:

canım okuyucum, benim buraya yazdıklarım şahsi fikirlerim, benim bildiklerimdir. ben nasıl bilirim? görüp, yaşayıp bilirim. başımdan geçtiyse, ya da başkasının başından geçerken ben de oradaysam, bilirim. ve bu bir kere olduysa, artık o benim bildiğimdir. o benim için en doğrudur ve değişebilmesi için tek yol, benim yeni bir şey öğrenmem, bilmemden geçer. senin bildiklerinin vasıtasıyla benim bildiğimi değiştirmek imkansızdır.

yazdıklarımı takip edip bazen yorum, çoğunlukla e-mail yazıyorsunuz. fakat sevgili okuyucu, bunların neredeyse tamamında 'ben daha iyi bilirim', 'sen giderken ben dönüyordum', 'o işin aslı böyle, bundan sonra oradan referans alarak yaz' kokusu var. bu eleştirmek, tenkid etmek değildir. eleştirmek için en azından bir karşıt görüşün varlığı mecburidir. salak, sığ, beyinsiz. bunlar karşıt görüş değiller.

bahsetmek istediğim ve çok daha önemli olan ikinci konu ise, entelektüelite saplantısı. (konuya herkes, tüm insanlık dahil.)
bunun tedavisi için şunları hazmetmek gerekir ('bence' parantezinde konuşuyorum):
siyaset hakkında konuşmak, futbol hakkında konuşmaktan daha entelektüel değildir.
tarih ve felsefe hakkında konuşmak, arabalardan konuşmaktan daha entelektüel değildir.
norah jones dinlemek, sizi serdar ortaç dinleyenden daha entelektüel yapmaz.
insanlarda aydın algısı yaratmış yazarların isimlerini art arda telaffuz etmek sizi bir entelektüele çevirmez.

zaten entelektüellik çok da özenilecek bir şey değil, bir nevi akademisyenlik anlamına gelir. (tdk'ya göre: bilim, teknik ve kültürün değişik dallarında özel öğrenim görmüş kimse.) kaçımız akademisyen olmanın hayalini kurarız ki? hem çok zor, eziyet bir iş, hem de çok para kazandırmaz normal şartlar altında.

eğer konu entelektüel olarak yaftalanmak değil, sadece bir şeyler bildiğini ispatlamaksa, neden bu 'şey'ler hep tarih, felsefe ve siyaset müştereğinde toplanır? benim nazarımda (sadece örnek veriyorum) motorları çok seven, çok ilgilenen ve haklarında her şeyi bilen bir adama da felsefeye ilgi duyan adam kadar saygı duyulmalıdır. çünkü bir şeyi gerçekten seven, gerçekten çok ilgilenen ve hakkındaki her şeyi merak eden insan sayısı çok azdır. etrafınıza bir bakın, bence siz de fark etmişsinizdir. tek tüklüklerinden dolayı bu tür her adama saygı duyarım. yeter ki bir konuyu gerçekten sevsin.

ama bu, bu şekilde kabul görmüyor maalesef. ateşli şekilde bağırarak siyasetten bahsedenlere daha fazla prim veriyor toplum. biri tarihin bir bölümünden bahsedip olaya kendi yorumunu katınca siz de tamamen aynı fikirdeyseniz, evet bence de demek puan kazandırmıyor. mutlaka sizin de konuyu bildiğinize dair gereksiz bir kaç bilgi serpiştirmeniz lazım. süper fuzuli cümleler kurup ana fikri beslemeniz lazım ki, kabul edilesiniz.

yazdığınız yorumlarda da buna rastlıyorum bazen. bence de demek yerine, işi en başından alıp güzel bir kompozisyon yazıyorsunuz bana. bana, ben de biliyorum bunu diyorsunuz. ben bunu bilerek sizin gözünüzde bir yer kazanıyorum demek ki ki, siz de ben de biliyorum diyerek birilerinin gözüne girmek istiyorsunuz. (n'olur, ben kimsenin gözüne girmek için hiç bir şey yapmıyorum demeyin bana. çok rica ediyorum.) halbuki ben o'nu bildiğim için neden daha havalı olayım ki? bir yerde okumuşumdur, görmüşümdür, biri anlatmıştır dinlemişimdir. bir şeyi bilmek değil yorumlayabilmek önemlidir bence. zaten bilginin işe yaraması yorumlayabilme safhasında başlar. yoksa hiç kullanılmayan bir eşya gibi durur bilgi kendi kendine.

yani bu kalıplardan kurtulalım diyorum sevgili okur. ben de, ben de diye parmak kaldıran ilkokul öğrencisi gibi davranmayalım.

bu yazıyı, herhangi bir arkadaş toplantısında beni tanımayan ve 3.957. olduğunu bilmeden bana neden konuşmuyorsun, moralin mi bozuk diye soran kadına ithaf ediyorum.

7 Ekim 2009 Çarşamba

mizah

fırat budacı'nın yaptığı şeye gözlem mizahı diyebiliriz. diğer bir çok komedyenden de aşina olduğumuz bir mizah çeşidi. cem yılmaz olsun, şahan gökbakar olsun, beyaz olsun, hepsi çok ekmeğini yediler bunun. herhangi bir konuyla ilgili herhangi bir detay yakalayıp, ya direk izleyicinin yüzüne çarpmak ya da üstüne biraz da türkleştirme mizahı ekleyip, bizde olsa böyle olurdu kafasıyla izleyiciye sunmak. bazen biraz da aksan yardımıyla. bu mizah anlayışına bir şey demiyorum, çok komik oluyor, ben de çok gülüyorum. hele cem yılmaz'a gülmemek için çok sıkıcı biri olmak lazım bence.

ama işte ama'sı var. fırat abi'mizi bir noktada diğerlerinden ayırıyorum. dallandırıp budaklandırmadan örnekleyerek anlatalım.
bir detay yakaladık diyelim. fırat abi'mizden kopya çekmemize izin varsa eğer: yazlıklarda sahil kenarındaki bakkalların kazıkçı olması. çok güzel bir detay. içinde hem gözlem mizahı, hem de çocukluğu anımsattığı için hafif duygusallaşma mevzusu var (yılmaz abi taktikleri hep bunlar). bunu cümleleştirmeden, sadece bu şekilde okumak bile gülümsetiyor. ve genellikle komedyenlerin kaldıkları nokta da burası. yakalanan detay, yeni öğrenilmiş kelimenin öğretmen zoruyla cümle içerisinde kullanılması gibi, saçmasapan bir cümle içine tıkıştırılıyor. yine de gülüyorsun gerçi, çünkü orda önemli olan o detay, cümle değil, herkes biliyor.

sayın budacı n'apıyor peki? o cümleyi alıp çok anlamlı başka birine bağlayarak kurdela yapıyor. böylece her cümleyi iki kez okumak zorunda kalıyorsun başlarda, sonra alışıyorsun gerçi. ilkinde gözlem mizahı cümlesini okuyup gülüyorsun, sonra bakıyorsun cümle devam ediyor, ediyor, ediyor ve çok iyi bir yere bağlanıyor. vaaay deyip başa dönüyorsun, bu sefer, anlamını tam çıkartmak için tekrar okuyorsun cümleyi. işte fırat abi'mizin diğerlerinden ayrıldığı ilk kırılma noktası bu (nasıl gözlem?). ikincisi de gözlemlerin çok çok fazla olması. o kadar fazla ki, çok cömertce kullanabiliyor. yani genelde komedyenin çok iyi üç - dört gözlemi olur, onları da en iyi zamana, en yüksek noktaya kadar taşıyıp orda patlatır. halbuki bizim budacı öyle değil, gerek olmayan cümle aralarına, en alakasız yerlere bile umursamadan yerleştiriyor.

alakasız not 1: chuck palahniuk'un son romanını türkçe'ye çevirmiş sonunda ayrıntı yayınları. "tekinsiz" adıyla. fakat d&r'larda yok maalesef, ayrıntı yayınlarıyla bozuşmuşlar, çalışmıyorlarmış artık. kitapçının birinden sipariş vermek lazım.

alakasız not 2: nick hornby'nin son kitabı da gelmiş, dün aldım. adından emin değilim ama "shakespeare para için yazdı" olabilir, ya da öyle bir şey, unuttum.

1 Ekim 2009 Perşembe

çocuk kalbi

- yok baba bunun hafızası daha az ama olsun, ekran daha büyük.

kadıköy'de bir bilgisayar dükkanındaydım. en azından beş sene önce. yok, daha viyana'ya bile gitmemiştim, on seneden fazla olmuş demek ki.
hiç bir işimin olmadığı, her gün boş boş dolaştığım günlerdi. bilgisayara bir şey taktırmak için ünlü yazıcı iş hanı'na gitmiştim. on metrekareye otuz kişinin sığıştığı dükkanların birinde sıramı beklerken arkamdaki baba - oğulu gördüm. babanın her halinden bir inşaat işçisi ya da hamal olduğu belliydi. benden birkaç yaş küçük oğlunun üzerindeki okul üniformasının paçaları kısaydı. baba en fazla yetmiş, oğlan da altmış kiloydu.

bu klasik hikayenin tüm öğeleri belli. başı, gelişimi ve sonu. daha fazla detaylandırmama gerek yok sanırım. sanırım değil, maalesef.

bahsetmek istediğim şey çocuk kalbi. kitap yani. o anda da aklıma gelmişti, sonrasında da ne zaman yeni bir bilgisayar almaya gitsem önce bu olay sonra da o kitap gelir aklıma. kitabın kapağının ön yüzünde bir kalp, arkasında da birilerinin söylediği alıntılar vardı. çok iddialılardı, şöyle bir şey vardı mesela:
"bu kitabı öğrencilerine okutmayan öğretmen, öğretmen değildir. bu kitabı çocuklarına okutmayan anne - baba, anne - baba değildir."

ben dört - beş kez okumuştum. annemlerin haberi bile yoktu gerçi, bir yerden denk getirip okumuştum. kitapta, babası bir duvar işçisi olan çocukla dalga geçilme sahnesi vardı. kahramanımız olan çocuk bu dalgaya katılmıyordu ama eve gelip babasına anlatıyordu konuyu. babası da her seferinde yaptığı gibi bir mektup yazıp çocuğun masasına bırakıyordu cevaben. ben de kesinlikle aynısını yapacağım, çocuklarıma söylemek istediğim önemli şeyleri yazıp odalarına bırakacağım, müthiş fikir. on yaşımdan beri yapıyorum bu planı.

babası mektupta şuna benzer bir şeyler yazmıştı: (maalesef kitabı bulup aynen yazamıyorum, on beşinci taşınmamda falan kaybolmuş olmalı.)

hiç bir zaman elleriyle çalışan birini hor görme. onun üzerinde gördüklerin pislik değil, emeğidir. tertemiz bir insanın tertemiz emeğidir.

içinde bu manayı da barındıran bir cümlenin olduğu uzunca bir mektuptu. o gün de hemen aklıma bu gelmişti. yine de diyaloglarına (aslında oğlanın heyecanlı monoloğuna ve babanın sessizliğine) daha fazla dayanamadım. sırayı bırakıp çıktım eve gittim, yattım uyudum.

30 Eylül 2009 Çarşamba

başlık atmak istemeyiş

kavga edilmiş sevgiliyle arabada giderken, ki bende kavgalar arabada olur hep, sessizliği kim bozacak inadıyla saatlerce araba kullanış. sevgilinin ara sıra baktığını hissedip uzaklara derin derin bakmaya devam ediş. sevgilinin bu sefer inatçı çıkması. madem konuşamıyoruz bari şarkılarla anlaşalım deyip konuyla ve ruh halimle ilgili şarkılar seçerek hayallere dalış. olaya kendini o kadar kaptırmak ki, sözlerde söylemek istenmeyen bir şey geçtiğinde bir anda dönüp yok - yok öyle değil manasında bakış. sevgilinin bu manasız bakışa bir anlam verememesi. sevgilinin dalga geçiliyor zannedip daha da sinirlenmesi. bir çuval inciri berbat ediş.

28 Eylül 2009 Pazartesi

başlık bulmakta çok zorlanıyorum

tam da iki gün evvel bir arkadaşımla, neden yaşıtımız çoğu kadının marketing'ci olduğunu hayretler içerisinde tartışıyorduk. bu kadar marketing'ci kime ne satmaya çalışıyor, pazarlama her ürün için gerekli midir, neden sektörün çoğunluğu kadın (buna cevap bulmak kolay oldu), ana başlıklarımızdı.

eve gelirken yolda bu akşam koşarım, sonrasında sağlıklı bir şeyler pişiririm diye düşündüm ve hakikaten çok zayıf bir hafızaya sahip olduğum için evde yemekle ya da yemeğin yanında gidecek aperatiflerle ilgili bir eksik olup olmadığını hatırlayamadım. alışverişe çıkmadan önce kontrol etmek için mecburen eve geldim. yoğurt, kola ve ekmek eksikti. çıktım koştum ve dönüşte de müthiş hipermarket real'e uğradım. eve bir ipod kulaklığı, beş gömlek askısı, altışar çatal ve bıçak, bir ananas, bir dvd, bir sıvı sabun, kola ve ekmekle geri geldim. dikkat ederseniz aralarında yoğurt yok. cevabımı almış oldum.

öte yandan şu anda bunu yazarken arka planda zeitgeist'ın son filmi oynuyor. ana fikir yine aynı, kaynak bazlı ekonomi falan filan. ama başka kollardan girmiş bu sefer. mesela piyasadaki kısa ömürlü ve gereksiz ürün fazlalığından bahsediyor. bense marketteyken aynen şöyle düşünmüştüm: ne güzel, çok yakınımda her şeyi (ama gerçekten her şeyi) bulabileceğim bir market var, büyük kolaylık. başka yerde otursaydım çok zor olurdu. sonra düşünmeye devam ettim: mesela levent'te otursaydım? ama orda da kanyon var. maslak'da istinye park var, karşıda da bin tane alışveriş merkezi var... bir sürü semt düşündüm (istanbul'da senin bilmediğin daha ne semtler var zengin piçi diyen ilk beş kişiye benden birer ayfon 3g). nerde oturursam oturayım çok yakınımda her şeyi bulabileceğim bir market var n'asolsa sonucuna ulaştıktan sonra soğudum marketten. dedim bu işte bir yanlışlık var. süt reyonundaki güzel kıza rağmen çıktım hemen dışarı.

aslında gerekli olan her şeyi bulmak diye bir şey yok demeye getiriyorum. 'gerekli her şey' ucu çok açık bir kavram. zeitgeist'da da anlatıldığı gibi, bir sürü gereksiz ve dayanıksız tüketim maddesi içerisinde bir döngüye hapsediyorlar bizi. bozulsun bir daha al. bitsin, gene al. gerçi bu herifler de çizmiş kafayı. dünyada sonsuz kaynak var, hepsini kullanabiliriz, para artık ortaçağ'da kalmış bir kavram, sonsuz kaynak varken paraya ihtiyacımız olmaz vs... yirmi birinci yüzyılın devrimcisi olma peşindeler. her devrimci gibi bunlar da sol eğilimliler ama olmaz o iş, anlattıkları bir zaman sonra masal kıvamına geliyor. yani koltukta uyuklarken bana öyle geldi. hem insanlık, tarih boyunca hiç bu kadar iyi niyetli olmadı ki, şimdi neden olsun? ama yine de inanmış çocuklar, aferin.

27 Eylül 2009 Pazar

ağaç

çok ilginç:
eğer ormanda bir ağaç devrilir, ve etrafta bunu duyacak kimse yoksa orada ses de yokmuşmuş.
çünkü ses havadaki bir titreşimmiş, sadece kulağımızdaki mekanizmalar yardımıyla beynin sinir uçlarına ulaştığı zaman bizim için 'ses'e dönüşürmüş.
e o zaman 'renkler - göz', 'tatlar - dil' ve hatta komplesiyle 'insan - yaşam' ikilemelerinin arasındaki bağıntıyı bulunuz.

25 Eylül 2009 Cuma

bilgi

varsayalım biriniz çıktı karşıma sordu: ozan, bugüne kadar öğrendiklerini nereden öğrendin, kim öğretti, nasıl öğrendin?
halbuki yok, hiç sormuyorsunuz. çok bekledim sorun diye, çanak sorular tuttum, ucundan kaçtınız gene, lafı başka yere çektiniz, sual etmediniz.
niye sormuyorsunuz böyle şeyler?
madem yapmadınız, ben de kendi kendime sormuş farz ederim sizi, öyle cevap veririm.

efendim bugüne kadar öğrendiklerimi okuldan öğrenmedim, orada anlaşalım ilk evvela. okul dediğin müesseseden hayatım boyunca en içten duygularımla nefret ettim. ama bu sizin anladığınız mealde değil. yaz tatili biterken üzülmece, pazar gecesi bunalımları, hocayı sevmeme hikayeleri. bunlar ortalama çoğu öğrencinin müşterek deneyimleri. benimkileri böyle ifade edemezsiniz. benimkisi nefret etmek. ve düşün, öyle bir nefret etmek ki, tiksintinin on dokuz sene boyunca devam etmesi. kardeşini doğrasalar katilinden bu kadar süre nefret edemezsin ben sana söyleyeyim. benimkisi daima harlı ateş kıvamındaki nefret. e masada böyle bir nefret varken yanındakilerden bir fayda edinemezsin, hiç bir şey öğrenemezsin.

karşı çıkan olacaktır mutlaka, geçin önüme, ama çalışıp geçin, donelerim hazır, öyle armut gibi gelirseniz anında yıkarım. çıkış noktamı da vereyim ipucu olsun: ilkokul mezunu beni bilmiyoruz ki ve hiç bir zaman da bilemeyeceğiz ki, şu anki ben ile seviyesini tespit edelim. hem hangi zeminde kıyaslıyoruz, mutluluk? iyi düşün. başarı? kime göre neye göre. para? halis toprak. tatmin? bardak sürahiden daha kolay dolar. huzur? en kolayı bu herhalde. mantığı anladınız.

ailem bana bir şeyler öğretti mi, öğretti tabii. kişiliğimin büyük çoğunluğunun muhteviyatını oluşturuyorlar ister istemez. bakıp görüp taklit ediyorsun sonuçta, başka ne yapacaksın bir tek onlar var, ayna vazifesi görüyorsun. onlardan aldığını dışarıya yansıtıyorsun.

okuldan bir şey almadık, biraz aileden aldık, gerisini nerden öğrendik?
şahsi tecrübelerimizden, deneyimlerimizden. ben hayat okulunu bitirdim lümpenliğini makaraya almak her ne kadar moda olsa da, sen sen ol, içindeki hakikat payını hafife alma. teoriden arındırılmış, temiz, gerçek bilgi hayatın içindeyken öğreniliyor. en rafine bilgiye ulaşmak için paçaları sıyırıp nehire dalmak gerekiyor. hatta bazen sıyırmadan.
yoksa bir köre on dokuz sene boyunca kırmızıyı açıklamaya, ifade etmeye çalış, olmuyor.
ve yine aynı sebeptendir ki, belki okuma - yazması bile olmayan teyzelerle iki cümle muhabbet kurarsın bazen, derdini ve çözümünü suratına çarparlar, göremediğini gördürürler. küçükken çok götürdüler beni öyle misafirliğe, elime bir kitap verip oturttular bir köşeye, saatlerce konuştular. ama itiraf ediyorum, okuyormuş gibi yapıp hep sizi dinledim melahat teyze, mari abla, ayten hala. ha ha ha, evet hep dinledim, çoğunu anlamadım ama hep dinledim. çok şey öğrettiniz bana farkına varmadan, istemeyerek.
işte şimdi aslolan odur diyorum, o bilgidir, küçükken kulağıma fısıldadıkları. ve benim kulağıma tommiks eşliğinde dolanlar. çünkü onların hiç biri için, peki bu bilgi gerçek hayatta ne işime yarayacak diyemezsiniz.

günün şarkıları:
hayko cepkin - fırtınam
volkan konak - yarim yarim

gecenin bir vakti bir kadına söylemek istenen cümle: kafam kadar güzelsin.

16 Eylül 2009 Çarşamba

acele

çok acele eleştirip gideceğim.
öncelikle şu kocaman gözlüklerle siyah - beyaz ya da sepya fotoğraf çektiren hanım kızlarımızın bundan ne zaman sıkılacaklarını merak ediyorum. benim diyen moda bile en fazla iki yılda eskiyor, bunlarda tık yok, on sene oldu. deli misiniz? niye devamlı aynı fotoğrafları çektirip oraya buraya koyuyorsunuz? kendinizi geçtim birbirinizden sıkılmadınız mı? sıkılmadıysanız sıkılın.

ikincisi ece temelkuran, bak bunlar sana:
üzgünüm ama baydın. venezüella dedin, chavez'in devrimi dedin takıldık peşine gittik, sonra baktık ki bu yolun sonu bok. sen de nereye gittiğini bilmiyorsun. bildiğin bir şey var, özgürlük. ona özgürlük buna özgürlük herkese özgürlük. ece hanım kürt meselesi, üniversitede türban? verelim, herkese özgürlük verelim. sayın temelkuran, kıbrıs'ı istiyorlar? verelim, rum'lara da verelim. biz böyle senle anlaşamayacağız ece'cim. en azından bir süreliğine ilişkimize ara verelim, ben seni sonra ararım. hadi öptüm.

14 Eylül 2009 Pazartesi

yabancı

adam cezaevinde iki yanında birer gardiyan eşliğinde yürüyen, elleri kelepçeli bir mahkum görmüş. mahkumu, yağmurlu bir sonbahar sabahı güneş doğarken idama götürüyorlamış, darağacına. başka kimsenin olmadığı avluda gardiyanlar eşliğinde darağacına doğru yürüyen mahkumu parmaklıklı bir pencereden izleyen adam, çok garip bir sahneye şahit olmuş. mahkum, yürürken bir su birikintisinin üzerinden atlamış. az önce yağmış olan yağmur yüzünden yerde oluşan su birikintisine basmak istememiş, üzerinden zıplamış, beş dakika sonra ölecek olan mahkum. hafızam beni yanıltmıyorsa bunun üzerine yazmaya karar verdiğini söylüyordu albert camus "yabancı"da.

yabancı'daki ana karakter (ki adını unuttum, google'da aramaya da üşendim.) ile nietzsche'nin nihilizmi birbirine çok benziyor bence. yabancı'da adam tüm dünyanın kendi kendine, kendisi olsa da olmasa da döndüğü ana fikrinden yola çıkarak insan hayatının amaçsızlığı ve anlamsızlığı üzerinde duruyordu. "sanki kendi hayatımı dışarıdan izliyorum" diyordu. kendine yabancılaşma fikri adamın içinde günden güne büyüyordu. toplumun mekanikleşmesi ve yaşamdan "yapılması gerekli (mecburi?) şeyleri" çıkardığında geride bir şey kalmaması konseptini vurguluyordu. biraz da anarşizm kokan bu konsept vurdumduymazlığa doğru meylederken nihilizm'le çakışıyor işte.

camus'nun romanını savaş zamanında yazmasıyla da ilgisi var bence bunun. yabancılaşma ve kendisinin sıfırdan yarattığı bir felsefe olan "kayıtsızca izlemek" (adını ben koydum, literatürde yok öyle bir felsefe), toplumun mekanikleşmesini bireysel hareketlerle engelleyememek ve bundan acı duymak, tüm bunlar savaşla ilintili olabilir. fakat burdaki kayıtsızlık, vazgeçme sonrası oluşan bir kayıtsızlık değil. öncesinde bir çaba yok yani. hatta bu kayıtsızlık vazgeçmeyi doğuruyor olabilir.

nietzsche'de de bir kayıtsızlık mevcut ama onun tam olarak bir sinonimi var: ümitsizlik. onunki çaba sonrası vazgeçmeye dayalı işte. sonrasında da ümit etmekten vazgeçmeye. kelimesi kelimesine böyle olmasa da şu anlama gelen bir açıklaması var: "insanoğlunun başına gelmiş en büyük belalardan biri ümittir. ümit etmenin sonucu üzüntüdür, hayalkırıklığıdır. ümit, insanı boş yere ayakta tutan bir uyarıcıdır."

bu insana ilk başta çok sert gelebilir. refleks olarak ilk verilecek tepki insanın ümitsiz yaşayamacağı, ve hatta inandığı bir şey olmadıkça hayatının anlamsız kalacağıdır. çoğu zaman da din tam bu noktada devreye girer. halbuki burada atlanan şey, nietzsche'nin felsefesinin başlangıcının değil, sonucunun ümitsizlik olduğudur. yani bunu yapabilmek için öncelikle insan kendini gerçekleştirebilmeli, üstinsan'a ulaşabilmelidir. sonrasında ümide hiç ihtiyacı olmadığını fark edecektir zaten.

demem o ki, camus nietzsche'den çok etkilenmiştir. nietzsche'nin ümitsizliğinden ve o çok ünlü "tanrı öldü" deyişinden. dünyanın geldiği son halindeki kötülüğe dahil olmayı reddetmiş, kayıtsızca dışarıdan izlemeyi tercih etmiştir. nietzsche'nin benim de çok katıldığım elitizminden başka da ayrıldıkları nokta yoktur bildiğim kadarıyla.

günün şarkısı: zeki müren - geceler

13 Eylül 2009 Pazar

düşünce

kafandakilerden dolayı hareketlerin, fiziksel görünüşün, hatta sağlığın değişebiliyorsa, ki değişebiliyor, bunda başka şeyler aramak lazım o zaman. düşünmenin fiziksel tepki yaratabilmesi çok ilginç diyorum yani. düşünce bu, elle tutulur bir yanı yok, tamamen psişik, tinsel bir şey. ama yeri geliyor yemek yedirmiyor, uyku uyutmuyor, seni her görene belli ediyor ruh halini. nöronlarında gezinen elektrik yükü yüzünden bütün gece uyku uyuyamayabiliyorsan, aynı yük sayesinde açıklaması paranormal olaylara bağlanan hikayeleri de becerebiliyor olman lazım mantıken. bana bütün gün yemek yedirmeyecek kadar kuvvetli gücün, (en azından ufak) bir nesneyi hareket ettirebilmesi gerekir o halde. düşünce gücüyle. yoksa nasıl oluyor da bir düşünce, acından nefes bile aldırmıyor sana bazen? nefessiz kaldığımı bilirim ben, cidden. güçlü bir güç bu demek ki. hem tüm hastalıklar için de aynı geyiği yapmazlar mı: pozitif düşün.

ilkokulda sabahçı olduğum bir gün, öğle saatlerinde eve geldiğimi hatırlıyorum, annem mutfakta yemek yaparken. anneme o gün öğrendiğim ışık hızından bahsettim, dünyadaki en hızlı şeyin ışık olduğunu söyledim heyecanla. annem hayır dedi, düşüncedir. nasıl yani? bak şimdi, tam şu anda ay'da olduğumu düşünüyorum, ordayım. ya da şimdi samanyolu'nun dışında olduğumu düşündüm, ordayım. anladın mı? ışık bundan daha hızlı olabilir mi?

o gün anlamadım tabii. çok sonra anladım.

günün şarkıları:

jarvis cocker - i never said i was deep
bob dylan - one more cup of coffee

haftanın kitabı: richard dawkins - tanrı yanılgısı

piramitleri de düşünceyle yapmışlar hem.

9 Eylül 2009 Çarşamba

flört

aşağıdakini ben yazmadım, alıntıdır. ama yazsam bunu yazardım:

flört dönemi her türlü angaryaya en açık olduğumuz dönem. evlenme niyeti ve vaadi olmasa da, erkeğin kadına aile babası rolündeki başarısını, kadının erkeğe ev hanımı potansiyeli hakkında ilk intibayı vermeye kastığı stajerlik dönemi gibi bir şey. özetle, en güzel angarya, karşılıksız iş ve emek olduğu kadar, karşılığı verilecek olsa bile mahiyetinin ne olacağı belirsiz bir takım umut ve hayaller sırası ve sayesinde de yaptırılan angaryadır.

hayatımda bu tip flört dönemlerinde en az iki kere ev taşıdım, nereden baksan 200-300 kilometre yol gittim, toplamda 20-30 saat hiç bir alakam olmayan yerlerde bekledim, bir düzine kadar hiç bir şekilde muhatap olmamam gereken adamla "böyle" (elimle iç içe geçmiş kanca hareketi yapıyorum) oldum. ne oldu sonuç? sıfır.

yani o flörtlerden beklentim, flörtlerin sevgilimleşmesiydi, olmadı. koliyi taşıdığım, yatağı, şilteyi sırtlandığımla kaldım. terli terli "ne önemi var canım?" derkenki sahte babacanlık ifadelerinden öte yüzüme bir ifade konduramadı bu işler. o kadar kolisini, kaya gibi sofasını, masasını taşıdığım bir kişiden de ne bir hayır duası aldım, ne başka bir şey.

bunu niye yazıyorum? şundan. bir kaç vakit evvel bir kızlan tanıştım. öyle "maksatlı" tanışma da değil, normal tanıştım. kız sürekli beni arıyor, ne yapıyon, ne ediyon. dedim, "vay yazış". sonra bugün öğlen saatlerinde aradı, dedi ki "ozan ev taşınacak." yaaa. işte o an böyle bir sevindim anlatamam. iyi ki flörtleşmemişim. flörtleşeydim yine taşıyacaktım koli koli, bali bali, koli baliyi. ya çok yorgunum hastayım, yetiştirmem gereken bir iş var dedim, oturdum bunu yazdım. şimdi buradan bana eşyasını taşıtmış olan diğer iki kıza sesleniyorum: sağa sola eşgalimi mi dağıttınız ulan? ozan bıraktı artık o işleri. kendini zor taşıyor. yallah.

2 Eylül 2009 Çarşamba

kapıya dayanan

geçen bir yerde eski sevgilinin kapıya dayanması ve bundan mutlu olmakla ilgili, içinde aynı anda hem mutluluk hem hüzün barındıran, olayı öyle bir ifade eden ki çok iyi bir filmden alıntılanmış gibi zihinde resmedilebilen hafif romantik bir yazı okudum. romantiği burda sözlük anlamıyla kullanıyorum (davranışlarında duygu ve coşkunun aşırı etkisi bulunan). yazıda eski sevgilinin kapıya dayanma şekilleri, sebepleri, alternatifleri, farklı yer ve zaman ortamlarında tek tek anlatılıyor ve bunların karşılığında yazar o an düşündüklerinden bahsediyordu. dediğim gibi biraz romantik olarak.

şimdi ben de (altını çizerek söylüyorum, sözlük anlamıyla) romantik bir adam olabilirim biraz. yani hahahaha diyenler kadar evet abi öylesin diye destekleyenler de çıkacaktır. e bende de o hikayelerden çok var. kelime anlamıyla, fiziksel olarak kapıma dayanan eski sevgilim vardır, üçten fazladır şimdi düşününce. peki bizde niye o melodramlar yaşanmadı? kızaran gözler, tepegöz kamerasıyla çekimler, alttan müzik, duvara dayanmadan ayakta duramamalar. her tarafı dramatik pezevengin.

düşündüm, bir kere ben evde tek başımayken kocaman kadehlerde kırmızı şarap içmiyorum müzik dinlerken, ondan olabilir. hadi kırk yılda bir öyle bir ortam denk geldi diyelim, üstüm başım çok çirkin olur. çorap, boxer, üstümde rengi solmuş alakasız tişört. öyle kapıyı açtım mı olayın festival filmi estetiği bitti zaten.

daha önemlisi; kapıyı açtım, üzerimde normal bir şeyler ve elimde şarap kadehi var diyelim, içerden de phil collins duyuluyor. (hiç işim olmaz ama adamın son albümünün adı bile "love songs". hem ingiliz en azından.) kapıyı açtığımda öyle hisler belirmiyor ki bende. zihnimden öyle ağdalı ağdalı düşünceler geçmiyor. eski sevgiliyle ayrılmamızın üzerinden ne kadar geçtiğine bağlı olarak belki en başta oh ne güzel köpek etmişim temalı bir sevinç, sonrasında sinir harbi. o kadar. çok hümanist yaklaşamıyorum yani olaya. en nihayetinde sevgilindi, en azından karşında ağlarken nasıl üzülmezsin denebilir ama bende öyle olmuyor. o kadar çabuk ikna olacaksan, böyle hemen üzüleceksen niye ayrılıyorsun ki demezler mi adama? derler. bir kere yelken toplanıldı mı, demir alındı mı limandan, bir daha dönmemenin en doğrusu olduğunu cümle alem bilir bilmesine gerçi ama önemli olan uygulayabilmek tabii. bir de şu var: artık o kadını tanımıyoruz. o bir, intikam almak için tanımadığı biriyle yatan kadına dönüşmüş olabilir.

döndüm, dolaştırdım festival filmi sahnesinden gene nereye getirdim olayı bak. başkasıyla sevişti mi sevişmedi mi? işte bendeki kapasite bu, onu söylüyorum. ya da o pezevenk yalan söylüyor, öyle bir sahne yok.
olayı neden buraya getirdim? çünkü itiraf edilmesi gereken bir şey daha var. kapıyı açıp eski sevgiliyi gördün mü ister istemez son bir kere daha sevişecek miyiz de geçiyor tabii aklından. o yüzden otomatikman konu yine buraya bağlanıyor.

eğer gerçekten öyle bir sahne varsa, olabiliyorsa, bir dahaki sefere çok dikkat edeceğim, bakalım aklımdan neler geçiyor. özellikle kasacağım kendimi bir fransız filmi için.

31 Ağustos 2009 Pazartesi

eleştiri

eleştirinin de tadı kaçıyor bu zamanda. eleştirdiğin şeyi de eleştiriyorlar. eleştirdiğin şeyi eleştirenleri bile eleştiriyorlar hatta şu anda, oraya kadar geldik. en basitinden popüler kültürü ele alsan, fight club'ı falan yeni izlediysen mesela, ohoooh zibilyon tane eleştirisi var her yerde. orta-alt sınıf bile yapıyor o işi artık. sırf işçi değil, memur bile eleştiriyor yeri geldiğinde. sonra onu eleştirenleri eleştirenlerden de çok var. o dalga geçtiğiniz anaakım, zamanın ruhudur, gerçek sanattır, sanat halk için yapılır diye savunan, sol eğilimli adamlar. bunlar biraz daha orta yaşlı, daha bir "sanatçıyım" diyenler. yok yanılıyorsunuz, dalga geçiyorsunuz ama, o iş aslında öyle değil deyip tekrar kenara çekilen bilge kılıklı tipler. az da olsa onları eleştirenler bile var, zincirin son halkası olarak. şu anda komik gelen ama yirmi yıl sonra anlaşılır bulacağımız hafif balatayı sıyırmış sanatçılar. örnek mi lazım, dali olabilirdi mesela. güncel model aklıma gelmedi şimdi.

bir şeyi eleştireceğim, oturuyorum karıştırıyorum biraz dergi mergi internet falan, sağını solunu iyice öğreneyim diye; hevesim kursağımda kalıyor. benim temayı çoktan ele almışlar, ele alanı tefe koyup oynatmışlar, şu sıralar tefe koyana sarıyorlar gibi bir pozisyonla karşılaşıyorum. işin keyfi kaçıyor. o zaman bu iş de biraz modaya dönüyor. adamlar üçüncü çemberdeyken sen oturup birincisini eleştirsen eski moda olursun, eleştiremiyorsun. ya ben popüler kültürü eleştireceğim yine yeni yeniden?. yok, bitirdik onu biz. peki, öyle olsun.

30 Ağustos 2009 Pazar

bebiş

kendi çocuğunu kıskanma diye bir şey var literatürde, tamamen katılıyorum. olabilir yani.
insan kendi çocuğunu karısından / kocasından kıskanır mı, bence kıskanabilir, yani şimdi düşününce olabilir diyorum. yok be öyle şey olur mu diye kestirip atmıyorum çoğunuz gibi. neden kıskanabilir insan çocuğunu?

bunu açıklamak için önce bir noktada anlaşmamız gerekir. şimdi ortada eğer bir çocuk meselesi varsa akabinde ya bir evlilik var ya da uzun zamandır süren ve süreceği öngörülen bir hayat arkadaşlığı. sıfatı bana fark etmez fakat ikisinden biri var kesin. ikisinden biri varsa, karşımızdakinin şu kafaya ulaşmış olması lazım bir kere:
sen benim malımsın, ben de senin.
bu saatten sonra sen kendinden önce bana aitsin. bunun bilincini her zaman içinde taşıyacaksın. sonrasında kendine sahip olabilirsin ama önce ben geliyorum. kendinle ilgili (vücudun, kariyerin, saçın hatta ruh halin) herhangi bir değişiklik yapmadan önce benim onayımı alacaksın, ben de senin.

e ozan bu senin daha evvel atıp tuttuğun özgürlük meselesiyle çelişiyor. hani herkes beraberken bile özgür kalabilmeliydi?
sen okuduğunu da anlayamıyorsun o zaman, otur sıfır. her şeyi tane tane anlatacak mıyız kardeşim, herhangi bir yerden tümevaramıyor musunuz?
ben ne dedim, bunun bilincinde olacaksın dedim. bu demek değil ki, her şeyi bana soracaksın. sana geniş bir alan verdim, takıl kafana göre ama kulağına da o beyaz plastiklerden taktım, sınırlarını bilesin, kenarlara yaklaşınca hatırlayasın diye. sınırı geçip geçmemeyi düşünürken aç bana sor diyorum bir nevi. e tamam işte herkesin yaptığı da bu zaten, normali, olması gerekeni bu diyorsan çık üst paragrafı bir daha oku. gene olmadıysa aç sor anlatayım, çekinme, üşenmem valla anlatırım.

buraya kadar itiraz yoksa devam edelim. ha varsa, zaten çocuk meselesine de çok vardır, helalleşelim o zaman, karşılıklı iyi dileklerimizi alıp verelim, öpelim sahte sahte devam edelim. daha yolumuz uzun, erken çıkalım.
böyle kaynaşmış bir halde sürerken hayatlarımız, tek vücut olmuşken (sevişmek çiftleşmek değil tekleşmektir. - cemal süreyya) o da nesi, bir anda bir bebiş çıkıyor ortaya. bebiş bence bu dünyada başarabileceğin en iyi şey, kendini gerçekleştirmenin en üst noktası. ama, işte orda bir ama var.
ama bir de bakıyoruz hayattaki dublörümüz dikkatini üzerimizden yavaş yavaş çekiyor. konsantrasyonunun hedefini değiştiriyor. yavaş yavaş da değil hatta pardon, bir anda. bıçakla kesilmiş gibi.
olmaz işte öyle şey, kabul etmiyorum itiraz ediyorum. paylaşmak nedir ya, gidin anaokulundaki çocuklara öğretin onu ileride problem çıkarmasınlar diye, ben istemiyorum. hepsi benim olsun.

bunlar olabilir yani bilmiyorum. bak hayal ettik oldu, çok gerçekçi. başımıza gelebilir. belki de çocuk sahibi olmanın bambaşka bir kafası vardır, böyle şeyler hissetmiyorsundur. yine de illaki birilerine olmuştur bu. birilerine olmuşsa bana da mutlaka olur.

günün şarkısı: sagopa kajmer - baytar.
(2'59'') seni içeren masallarım anlatılacak kadar kısa değiller.


27 Ağustos 2009 Perşembe

özgürüm özgürsün özgür

türbanla üniversiteye girilir / girilmez meselesine şöyle de bakılabilir:
"girilir" topluluğunun elindeki en büyük koz ne? özgürlük.
türkiye cumhuriyeti devleti'nde yaşayan tüm vatandaşların özgürlüğü, bir diğer vatandaşın özgürlük sınırına kadar mevcuttur ama siz bizim kişisel özgürlüğümüzü elimizden alıyorsunuz manasına gelen şeyler söylüyorsunuz.

siz - biz diye ayırmak istemiyorum aslında ama başka türlü nasıl ifade edeceğimi bilemedim.
sizin talep ettiğiniz özgürlük kavramı tartışılır.
şikayetçi olduğunuz özgürlük mahrumiyetini devlet platformunda değerlendiriyorsunuz. biri de gelip sizi din platformunda ne kadar özgür olduğunuza dair değerlendirse sonucun pek bağımsız, hür çıkacağını düşünmüyorum. kendinizi kendi isteğinizle belli kalıplar arasına sıkıştırıyorsunuz fakat o kalıplara inanç, din adını verdiğinizden dokunulmazlık kazanıyorsunuz. tüm toplum, hatta devlet karşısında bir anda eleştiriye kapalı, saygı duyulması gereken bir zemine geçiyorsunuz. tılsımlı kelime "din" i telaffuz ettiğiniz anda. o noktadan ileriye geçilemiyor, eleştirilemiyor, hemen saygı duyuyorum diyerek geri çekilmek mecburiyetinde hissediliyor.

ama ben burda samimiyetsizlik, ikiyüzlülük görüyorum. özel hayatında özgür olmayan birinin özgürlük talep etmesini ihtiyacı olmadığı halde alışverişe çıkma hastalığına benzetiyorum.
bu açı da biraz dar gerçi. özgürlüğün de tam olarak tanımının yapılması gerekli. tartışılır yani, yine de bu samimiyetsizlik dikkatimi çekti.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

haydar dümen

haydar dümen demiş ki:
"hür iradeye dayalı partner seçiminin olmadığı toplumlarda dejenerasyon kaçınılmazdır."
işte yıllardır aradığımız sebep. hiç aklıma gelmemişti, cidden. bunu hiç düşünmemiştim.
o yüzden çirkiniz biz. o yüzden erkeklerimiz kavruk kavruk, kadınlarımız efes şişesi gibi.

demek ki içgüdüsel olarak dejenerasyonu engelleyecek partner seçiyorsun sana kalsa. ama genelde kalmıyor tabii. anan seçiyor, baban seçiyor.
sene olmuş iki bin dokuz (o da milattan sonra, daha bunun miladı var öncesi var), biz hala hayvanız o zaman. biz derken türkleri değil, insanlığı kastediyorum.
hala içgüdülerle hareket ediyoruz. bize kalsa, içtimai sebepler, pragmatik kararlar olmasa aslında, bir şekilde (içgüdü nasıl çalışıyorsa artık) partnerimizi kendi metobolizmamıza optimum uyanından bulup seçiyoruz. feromon, gen, tükürük, bunların yardımıyla herhalde. e peki piramide ne oldu o zaman? para, kariyer, eğitim, para, zeka, para, ahlak, ego, para, bunlara ne oldu, hiç mi önemleri yok? hepten de içgüdüsel değildir herhalde. şu da var: eğer bunların etkisi içgüdüden fazlaysa aynı kapıya çıktı yine. yine dejenerasyon olur içgüdülerini dinlemedin diye. çok zenginlerin çocukları şişman ve çirkin olurlar genelde ya, bu yüzden olabilir mi? anneleri içgüdüyü pek dikkate almamış partner seçiminde, çocuk da dejenerasyonun ilk halkası olarak dünyaya gelmiş olamaz mı? bence hayli olur.

tabii ya. içgüdülere göre hareket etmek lazım. doğrusu o demek ki. dejenerasyonu engelleyelim. sırf dejenerasyon için de değil, her alanda uygulanır bu. ilk verdiğin cevap doğrudur hesabı.

- burcun ne ozan?
- balık.
- hadi canım, aaa çok duygusalsın o zaman sen. nasıl bir kişisindir peki? yani bazı kişiler kalbiyle karar verir mesela. içgüdülerine göre karar verir. bazı kişiler de mantığıyla hareket eder yani. daha bi sağlamcıdırlar. ben her ikisine de başvururum. insan bazen kalbine bazen de mantığına göre karar vermelidir bence. yani dengelemek lazım. ben öyle düşünüyorum.

zaten apaçık ortada duran bilinenleri kendisi tespit etmiş gibi yeniden sunan, klişelerin vazgeçmeyen takipçisi yemek arkadaşlarım; hepinizi seviyorum.

tarantino

tarantino'nun şu yeni filmine gittim dün. güzel.
sinematografiden falan anlamam, eleştiride çıkış noktam çok film izlemiş olmam o kadar. ama herifin o en önemli sahneye nasıl olup da herhangi bir müzik koymadığını anlamadım.
sen tarantino'sun büyük düşün.
o, sinemanın yanmaya başladığı sahneye neden hiç müzik yerleştirmezsin?
filmin kırk beşinci dakikasından sonra anlaşıldı ki o sinema eni sonu yanacak. ya yanacak, ya patlayacak ya da içeride millet birbirini öldürecek ki, hepsi birden oldu sonunda. ortalarına doğru filmin, dedim kesin o sahne son sahne olacak ve çok iyi bir müzikle bitirecek. hatta filmden geç çıkarım soundtrack'in adını falan da okur öyle giderim, evde yüklerim diye düşündüm. bekledim bekledim sahne geldi. yanmaya, patlamaya başladı bina ama çıt yok. anca taka tuka kurşun sesleri. çok yazık oldu tarantino, yakışmadı sana.

film kötü değil gerçi ama konusu açılmışken hemen yılmaz abi'ye de kulak verelim. vizontele ile ilgili bir röportajından:
bu film dünya standartlarına göre çekilmiştir diyebilirim. her şeyin en iyisini kullanalım istedim. çünkü eğer gerçekten iyi bir film yaparsanız, o sonsuza kadar yaşar. fakat kötü bir film yaparsanız, maalesef o da sonsuza kadar yaşar.

24 Ağustos 2009 Pazartesi

babacan amca

yazlıklarda her taraf kamusal alandır ya, herkes birbirinin bahçesinde, havuzunda, ağacında, icabında balkonunda, otoparkında takılır, kimse kimseye pek öyle "kışlıktaki" gibi laf etmez ya. işte öyle umumi topraklarda geçerdi bizim yazlar da küçükken. böyle dostane bir türk filmi sahnesi içinde, bir kadir savun eksik.
akşam yemekten sonra çıkardın dışarı, sahil kenarında ergen ergen takılmaca. kızlarla bir ileri iki geri muhabbetler, elde kola, sonralara doğru belki bira. ama sonra nerden nereye gidersen git, her taraf umumi olduğundan, illaki bir amcaya denk gelirdin. ya babanın, dedenin arkadaşı veya ananenin arkadaşının kocası. illa tutar, ozan gel buraya.

kadir savun eksik dedik ama değilmiş işte. kadir abi masada tek başına, içiyor. aynı o babacanlık, kırlaşmış gür saçlar, bıyık, tok ses.
kadir abi'nin gözünden kaçsan hulusi kentmen'e denk geliyorsun, öyle bir ortam var diyorum sana.
burdaki olay şu: babacan amca tek başına masada rakı içiyor. neden tek başına? ya içtiği arkadaşı gitmiş eve yatmış, ya karısı içmiyor, ya da masadakiler işemeye falan eve koşmuşlar. ama amcanın kafa güzel, götürmüş yarım şişe rakıyı. maksat muhabbet on iki yaşında da olsan fark etmez, nasıl olsa kafa güzel.

her gece denk gelmesen iki gecede bir kesin denk geliyorsun bu amcalardan birine. yalnız o zaman şu var, herifin kafayı anlamıyorsun işte çocuk halinle. adamın ruh haline anlam veremiyorsun. içki içtin mi sarhoş olursun o bilgi kafada mevcut ama amcanınki tahayyül edilen "sarhoş" tiplemesi de değil, sağa sola sallanmıyor, levent kırca gibi yuvarlamıyor kelimeleri. fakat daha bir cana yakın, anlatmak için can atan bir amca. gündüz de görüyorum ben bunu sahilde diyorsun, kafayla selam verir geçer, akşam olunca muhabbetçi kesiliyor, anlayamıyorsun. halbuki amca dut gibi o sıra. sen zannediyorsun sarhoş olunca ayakta durulmaz.
o anason kokusunda, tabakta kalmış kavun peynir artıkları eşliğinde turgut özal'ı falan anlatıyor babacan amca. sana da kola koyuyor büyük adam gibi, genelgeçer kurallar hala genelgeçer, misafire bir şeyler vereceksin, hizmet edeceksin. özal yanlış yapıyor diyor, böyle olmaz.

böyle bir sahneye denk geldim geçen, ordan geldi aklıma. babacan amcayla velet içki masasında.
kadir abi, böyle olmaz, rahat bırakın çocukları. kaç gece uykumdan ettiniz beni, yarın sahilin neresinden denize girsem x'e rastlarım planlarıma geç bıraktınız gece gece. sizin kafa dumanlıysa bizimki de çok net değil, ergeniz en nihayetinde. zorla politika dinlettiniz, sonra sırta iki pat pat vurup eve gönderdiniz geç kalma diye. bak kadir abi, samimi söylüyorum bozuşuruz bir daha görürsem. gelir bozarım ortamınızı ayıp olur, sonuçta hala babam yaşında adamsın. ne işin var çolukla çocukla, çok lazımsa çağır beni iki tek atarız, kırmayız seni abimizsin. ama ilişme yeni yetmelere.

23 Ağustos 2009 Pazar

ömer hayyam

her zaman dogru nedenlerle içmiyoruz,
doğru, nedensiz içiyoruz,
bizi sensizlik yarattı,
yokluğun ölsün diye içiyoruz.

evvela;
benim rızam olmaksızın
dünyaya getirildim.
hayatta;
hayretimden başka bir şeyim artmadı.
sonra yine elimde olmadan
bu dünyadan göçeceğim.
gelmekten, kalmaktan, geçmekten
maksat ne?
hala anlamış değilim.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

haber

yazı yazmanın "genel"e hitap eden sorumluluğuyla köşeyazarlarının samimi olamaması.
her azınlıktan, her tabakadan okuyucu kapma telaşıyla istediğini yazamaması.
bu özelliğin yerli/yabancı istisnasız her yazarda olması.
bu özelliğin üstüne bir de gazete sahibinin, genel yayın yönetmenlerinin baskısı eklenince yazıların hepten samimiyetsiz olması.
ertuğrul özkök'ün bu grupların başını çekmesi.
artık gazete ve haber nosyonunun anlamını yitirmesi ve bilginin başka türlü nerden edinilebileceğini merak ediş.
haberin de aynı "gerçek" gibi anlam kaybına uğramasına hayret ediş.
tek kutuba doğru hızla ilerleyen dünyada demokraside olması gerekenin aksine bireylerin seslerinin kaybolması.
goethe'nin ünlü lafı:
kimse özgür olduğuna inanan birinden daha iyi köle olamaz.
ve bunu hatırlamaya seviniş.

21 Ağustos 2009 Cuma

tercih

şimdiye kadar üçer yıldan iki kişiyle çıkmış kız arkadaş mı, kimseye aşık olmamış ama farklı beş herifle yatmış kız arkadaş mı? hangisini tercih ederiz? geçen oturduk, uzun uzun tartıştık.

tutulması gereken tüm evrensel sabitleri de sabit tuttuk bu tartışmada. nedir bu problemdeki evrensel sabitler? aşk, seks, kıskançlık ve insan kaç kez aşık olabilir dilemması.

ilk deneğimizi şöyle kenara bir tarafa alalım: adı ayşe, yirmi beş yaşında, şimdiye kadar iki kişiyle üçer yıldan ilişkisi olmuş. bu da ayşe'yi "modern" toplum normlarında düzgün bir kız yapar. biz modern toplumcu muyuz; bilakis, yabanılız biz, bireysel düşünceye inanıyoruz, toplumu birarada tutabilmek adına hazırlanıp sunulmuş asgari müşterekleri limit olarak kabul etmiyoruz. o kolay, eğer o limitlerde, -5 ve +5 intervallerinde yaşamaya karar vereceksek vazgeçmemiz icap eden çok şey var zaten. biraz daha genişletelim onu -15 ve +15 iyidir. konuyu dağıtmayalım, biz bunu hep yapıyoruz.

ayşe üçer yıldan iki kişiyle çıkmışsa, ayşe en azından iki kez aşık olmuştur. en azından bu her iki üç yılın da ilk zamanlarında. ya da hepsinde, önemli değil, minimum iki kez aşık olduğunu biliyoruz, o elimizde. minimum diyorum bak, ayşe aşk müptelası bir bünyeyse daha fazla da aşık olmuş ama ilişki yaşayamamış da olabilir, onu bilemeyiz.

biz birinin üçüncü aşkı olmayı kabul ediyor muyuz, soru bu. çeşitli yorumlar geldi, ilk iki aşık olma için "ne var yani, iki kez hasta olmuş gözüyle de bakabiliriz, terli terli su içmiş, iki kez hasta olmuş, sonra geçmiş" dendi. peki üçüncü hastalığının da iyileşmeyeceği ne malum? ayşe şöyle biri, hasta olup olup iyileşiyor devamlı. bir kutu antibiyotikle ayağa kalkıyor bir haftada. halbuki bizim aradığımız öyle bir hastalık değil. bizim hastayı ameliyat masasında kaybetmemiz lazım.

benim ayşe'de en çok takıldığım nokta ise yaşanmışlık duygusu. ayşe yaşamış, bilmiş, tecrübe etmiş. onun kafasında bir "ilk" bulmak çok zor, çok çaba gerektirir. hayır çalışır çabalarız fakat o kadar uğraştan sonra elimize geçen ne? kıyıda köşede kalmış bir "ilk". en büyüklerini kapmışlar çoktan. her erkek kadınının ilki, her kadın erkeğinin sonuncusu olmak ister'e bağlanıyor bu biraz aslında ama doğru. ayşe'nin karşılaştıracak kıstasları var her zaman. bu daha komik, daha ilginç, daha somut, daha iyi, daha cesur... rekabetten çekindiğimizden değil, biz hep şampiyonuz o ayrı ama bir rakibin geçmişten de olsa sırıttığını hissetmek hoş değil.

mavi köşede ise diğer deneğimiz fatma var. fatma yirmi beş yaşında, şimdiye kadar hiç ciddi sayılacak bir ilişkisi olmamış. ama beş farklı herifle (hemcinslerime böyle derim ben. herif, lavuk, eleman. sevmiyorum.) yatmış. fakat bunun standartlarını da belirledik iyice. hiç one night stand yok bir kere, orada anlaşalım. her biriyle önce bir hafta denemiş, sonra yatmış. umduğunu bulamayınca da ayrılmış. fatma'ya muhafazakar toplumda da modern toplum da yakıştırdığımız sıfat belli, eksik etek. ama hemen hesabını kesmeyelim fatma'nın, bir inceleyelim. yapmış ama sor bakalım niye yapmış?

fatma'nın da ayşe'nin de aynı fiziksel güzellikte olduğunu varsayarsak, fatma'nın bu yaşına kadar ciddi bir ilişki yaşayamamış olmasının sebebini ya çevresindeki erkeklerin angutluğuna ya da fatma'nın aşırı seçiciliğine bağlayabiliriz. zaten tüm hemcinslerimdeki sığırlık katsayısını biliyoruz, onu denklemden çıkartalım, demek ki fatma çok seçici. e fatma madem seçicisin, niye gittin beş lavukla yattın diye sormazlar mı adama, sorarlar. fatma şu cevaplardan biriyle gelecektir:

- onlardan hiç bir şey olmayacağını ben de biliyordum, biraz güzel vakit geçirmek istedim sadece, sonra bir daha görüşmeyecektim, o yüzden kimi neden seçtiğim çok önemli değildi. ben özgür bir kadınım.
- her birini özenle seçtim, yirmi beş yıllık hayatımda beş kişi çok da değil, değil mi? ama maalesef hiç biri umduğum gibi çıkmadı. suç benim değil.

ikinci senaryodaki fatma biraz daha gerizekalı ama olsun, ikisi de mantık çerçevesinde.
fatma'da ayşe'de bahsi geçen "ilk"lerden yok. o bunları hissetmemiş, bilmemiş. o, bu yaşına kadar etrafından, arkadaşlarından gördükleriyle idare edip sonuçta da onlarınkinden bir zırh giymiş üzerine. fatma'yı şaşırtmak da mutlu etmek de daha kolay.
hemen bir karşı argüman geldi: "fatma kolayca onunla bununla yatmış, senleyken de yapmayacağı ne malum? hiç bir zaman güvenemem ben fatma'ya."
kardeşiniz topu göğsünde yumuşatıp şöyle geri gönderdi:
fatma daha evvel aşık olmamış ki, o yüzden ona buna vermiş. şimdi sana aşık olunca gözü hiç bir şey görmeyecek, bir ömür mutlu mesut yaşayacaksınız, yan yana susmaktan bile sıkılmayacaksınız.

yani zihinsel olarak bakire değil ayşe. fatma bakire sayılır.

ayşe ile şu problem de var:

- ne güzel yer değil mi, beğendin mi, gelmiş miydin daha önce?
- gelmiştim bir kere. (gözleri başka yere odaklayış, ellerin gereksiz fazla hareket etmesi.)
- hadi ya. ne zaman?
- iki - üç sene evvel gelmiştim. (normalden çok daha kısa cümleler.)

bu pozisyonda ozan ne yapsın? karşı takım ceza sahamızda top çeviriyor resmen, gol atmaması atmak istemediğinden. yoksa pozisyon tam gollük. ozan alır keser o topu, bitirir maçı.

bu örneklerden fatma'yı ayşe'ye tercih ettiğim fikri çıkabilir ama yok öyle değil aslında. mazlumun yanındayım, onu savundum, o yüzden. yoksa daha karar verebilmiş değiliz hiç birimiz. hep ayşe'nin olumsuz taraflarından bahsetmişiz gerçi fakat fatma'nın etiketi yeter zaten. onun daha ne olumsuzluğunu anlatayım.

15 Ağustos 2009 Cumartesi

krishnamurti

jiddu krishnamurti diye hint asıllı bir filozof var. bulduğunuz kitabını alın.
şu anda okuduğum kitabında şimdiye kadar en çok beğendiğim cümle:

bu denli hastalıklı bir topluma iyi eklemlenmiş olmak, sağlıklı olmanın bir ölçüsü olamaz.

nispeten daha halk ağzıyla felsefe yapan filozof. takıntılı olduğu bir kaç konu var (gerçek ve özgürlük), ara sıra dönüp dolaşıp onlara geliyor ama sıkıcı değil.
youtube'dan videolarına da bakarsanız ufak tefek, ak pak bir amca.

günün şarkısı: placebo - song to say goodbye
istanbul'daki konserlerinden sonra yavaş yavaş hayranları olmaya başlıyorum galiba.

13 Ağustos 2009 Perşembe

seyirci

akşam evden misafirleri de gönderdikten sonra biraz dergi mergi karıştırıp yine oturdum bilgisayarın başına. sonra ozan dedim, sen bu ara fazla sardın bu yazma işine, en ufak boşlukta bile bir şey yazma ihtiyacı hisseder oldun dedim, neden acaba dedim. benim sayfayı açtım baktım neden yazıyorum'a cevap olarak ne yazmışım diye.
e mantıklı. ama başka şeyler de olması lazım.

sonra cevabı buldum ey okuyucu, ve seninle paylaşacağım birazdan. paylaşacağım fakat o iş öyle kolay değil. sen de düşün, kafa yor bakalım, neden yazmak ister insan. yok öyle hep hazıra konmacı zihniyet. mesela oscar wilde günlük tutuyormuş, neden tutuyorsun demişler, e ara sıra kaliteli bir şeyler okumak iyi oluyor demiş. hahaha çok iyi cevap değil mi, tam sopalıkmış.
bizimki bu değil, açık.

sonra ingiliz bir yazar vardı, adını hatırlamıyorum ama çok ünlülerden, 18. yüzyılda yaşamış, "e" ile başlıyordu ismi sanırım, o da gitmiş bir fahişeye aşık olmuş, evlenmiş ama öte yandan da "bir fahişeyle evli olmayı" tüm hayatı boyunca kendine yedirememiş, kadına da kendine de eziyet etmiş hep, ama en iyi romanlarını da o ara yazmış, can dündar'ın yalancısıyım. acı çekmeye bağlıyor o da. bizimki bu da değil, çok orospu tanıdım ama hiç biriyle evlenme noktasına gelmedim.

liseli kızların boyband'lere duyduğu türden bir hayranlık duyduğum yılmaz erdoğan'a sorduk, neden yazıyorsun diye, o isimli bir şiirim var, aç bak dedi. şiir uzunca ama ana fikir şu: yazmak lazımdı / yazmasak olmazdı çünkü. böyle bir iddiamız da yok, yazmasak da olurdu, ne yazdıklarımızla bir şeyler değiştiriyoruz, ne de yazmadan yaşayamama durumu var.

sevmediğim insan orhan pamuk, nobel alırken ki sevdiğim konuşmasında değinmişti neden yazdığına uzun uzun. en iyisini cımbızla çekiyorum: onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. çok güzel. ama üstüme bir - iki beden büyük geldi. belki yirmi sene sonra falan büyüyünce giyerim. şimdilik, bu da değil.

lisede herkesin kendisininkini hababam sınıfı zannetmesi gibi, iki satır karalayıp, kendimi yazar diye konumlandırmadım. uyuz uyuz mail'ler atmayın bana şimdi. ben gerçek yazarların neden yazdıklarından yola çıkarak kendiminkini bulmaya çalışıyorum. artistlik yapmayın.

onlardan yola çıkıp aradım aradım, mamafih bulamadım. benimki şundan, hazır mısın ey okuyucu:
izleyici kitle yoksunluğu.
kaba tabirle, kız arkadaşsızlık. (daha da kabalaşmayalım lütfen.)
kız arkadaş olunca ne oluyor, bir seyircin oluyor. çıkıyorsun sahneye, başlıyorsun anlatmaya. severek dinliyor; bir kere her şeyden önce seninle ilgileniyor. dolayısıyla anlattıklarını da merak ediyor. anlat anlat bıkmıyor, sıkılmıyor. müzikten gir, sinemadan çık, tarihten gir, siyasetten çık. seyirci dikiyor gözlerini üzerine, saatlerce dinliyor, soru soruyor. hatta bir zaman sonra dönüp ona anlatmak için okuyorsun, sırf anlatmak için albüm alıyorsun. ("ona anlatmak için yaşama" eşiğine geldiysen ama tehlikeli bak, hemen geri dön.) o da aynısını yapıyor, ortak bir havuz oluşuyor. izleyici sahnedekine, sahnedeki izleyiciye bir şeyler katıyor. beni sizler var ettiniz, siz olmasaydınız ben de olmazdım durumu.

yani bir manitacılık oynarsam, anında satabilirim olayı, ona göre. ne yazacağım be, izleyici var nasıl olsa, gider ona anlatırım.

* ha bir de okuyucu olarak sayınız gittikçe artıyor, o da yazdırıyor olabilir.

bu kadar. dağılın.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

feysbuk

şöyle bir problem de var, yok değil:
biriyle tanıştınız, kaynaştınız, hatta "ilişki" haliyet-i ruhiyesiyle hareket ediyorsunuz, birden karşınıza sosyal ilişki ağları problemi çıkıyor. en bilineni facebook.
ordan elinle koymuş gibi buluyorsun ya, o çok sıkıntılı bir kere. sonra, önce kim kimi ekleyecek derdi var. ilk bir haftada iki taraf da eklemedi mi bir daha ekleyemezsin de, komik olur.
ekledin diyelim, status'umuze in a relationship mi yazacağız? yazmayacağımız kesin, peki karşı taraf bundan alınıyor mu alınmıyor mu nasıl anlayacağız?
ben facebook'daki status'umu değiştirmedim haberin olsun, sence problem olur mu, yani status değiştirmeye inanmadığımdan değiştirmiyorum yoksa altında başka şey arama, hem belki sen bunu hiç dert bile etmedin, hatta fark etmedin belki, acaba durup duruken ben mi körüklüyorum şu anda ateşi,
demek için sıfır numara gerizekalı olmak gerekiyor.
ama konuyu açmamak da ciddi problemler çıkartabilir. sırf yonja'da "ilişkide" yazmıyor diye benden ayrılan kızarkadaşım vardı, şaka yapmıyorum.

şimdi yukardaki paragrafı okuyup, kafanızdan, of ne boş adamsın, dert ettiğin şeylere bak, hem ben facebook'a girmiyorum bile, girsem de arkadaşlara bakıp çıkıyorum, hem biz kız kıza dans etmeye geldik tandanslı fikirleri sakın geçirmeyin. sakın. sakın diyorum bak. hepinizi biliyorum, kırarım ağzınızı.

facebook'la hiç iyi anlaşamadık zaten. aramızdaki daha çok sevgi - nefret ilişkisi. tanışmamız problem oldu, birlikteliğimizde de çok problemler yaşadık. çok kavgaya imza atmıştır, mikser gibidir, devamlı karıştırır ortalığı. neyse, şimdi özel hayatım sütliman da elinden pek bir şey gelemiyor. özel hayatım. özel hayatınızda nasıl birisiniz?

modern hayatta konuştuklarımıza bak, problemlere bak, vay anasını.
(diyerek kendimi tüm yukarda anlattıklarımdan soyutlar, çok derin adam imajımın altını çizerim.)

11 Ağustos 2009 Salı

kürt açılımı

son dönemde gündeme oturan kürt açılımı'na bir de biz bakalım:

atatürk öldükten hemen sonra, (yanılmıyorsam 1939 olması lazım) tabakhaneye bok yetiştirir gibi, üstelik dönemin başbakanı refik saydam'ın "türkiye'de bütün işler a'dan z'ye bozuktur" beyanatına rağmen, düzeltmeye başlayacak başka hiç bir konu yokmuşcasına, inönü'nün isteğiyle yerlerinden yurtlarından taşınmış kürtler. çoğunu karadeniz'e sürmüşler, karadeniz'dekileri de onların yerlerine yerleştirmişler. kendi vatandaşını; devletini oluşturan milletin bir bölümünü, neden cezalandırır, bir yere sürersin, anlaşılacak iş değil. sanırım ana fikir birlikteliklerini bozmak ve asimile etmekti.

yıllar sonra tekrar yurtlarına dönmelerine izin verildiğinde, beklenildiği gibi, bıraktıklarını bulamadılar. çoğunun evi, tarlası, mülkü başkasının ya da devletin eline geçmişti. yani anayasamızın otuz beşinci maddesi olan "mülkiyet hakkı" düpedüz çiğnenmişti. devlet, vatandaşın elindeki mülkün korunmasını sağlayamadığı gibi bazı hallerde de muhtemelen kendisi el koymuştu. buraya kadar her şey, etnik ayrımcılıktır, itiraz yok herhalde?

sonra, bana göre amerika'nın düğmeye basmasıyla 1978'de terör mevzusu baş gösterdi. terörün altını bu etnik ayrımcılıkla doldurdular, eşitsizlikle doldurdular. ilk başlarda pek önemsenmedi, ihtilalle beraber biraz sekteye uğradı zaten. 84'den sonra tekrar başladı. özal küçümsedi, "bir kaç çapulcudan hiç bir şey olmaz" dedi, "terörle hiç bir yere varılamaz" dedi. halbuki ispanya'da daha yeni özerklik kazanmıştı bask'lar, sonra ira'yı da gördük, umarım son örnek biz olmayız.

ve 90'ların başında zirveye oturdu. her akşam yemek yerken, haberlerde şehit sayısı duymak olağanlaştı. ülke iç savaşa sürükleniyordu neredeyse. bizimkilerin kafasına yeni yeni dank etti, olağanüstü hal ilan edildi. bu noktada bölgede iki yıl görev yapmış emekli albay erdal sarızeybek'e bakalım, ne diyor? buyur erdal abi söz sende:

"terör dediğimiz şey ihanettir, vatana ihanettir. bu siyasi bir oyundur. bakın koskoca birinci dünya savaşı kaç yıl sürdü, dört. biz bu terörle kaç yıldır mücadele ediyoruz, otuz! otuz yılda bir savaş bitirilemez mi? türk ordusu tarihinde hangi düşmana karşı otuz yıl savaşmıştır? ben orda görev yaptım, pkk'yı bitirmek için bize verilecek geniş kapsamlı bir emir yeter. iki ayda bitiririz. türk ordusunun buna gücü hayli hayli yeter. ama istemiyorlar işte. bu kirli bir oyun, bu oyunun içinde para var, rant var, güç var. orda görev yapan askeri geçtim, bu ülkenin başbakanı bile biliyor o sınırlarda uyuşturucu ticareti yapıldığını, pkk'nın da bir numaralı gelirinin uyuşturucu olduğunu, ama durdurmuyor, yapmıyor. bu savaşı bitirmek istemiyor, bu vatan hainliğidir. beni atv'de programa çıkarttılar, orada da anlattım: kasım 2007'de bizim sınır karakolumuzu bastılar, 7 şehit verdik, sonra karşı tepeye kaçtılar, ırak'a. beş kilometre önümüze. peşlerinden gidelim dedik, izin vermediler. milletimin meclisi'nden sınır ötesi harekat kararı çıkartmadılar, milletimin istemesine rağmen. o zaman dedim, bunlar geri gelip bizi tekrar vuracak, o zaman vereceğimiz şehitlerin sorumlusu da siz olacaksınız dedim. iki ay sonra geldiler, 11 şehit verdik. programda söyledim, yayını kestiler, şimdi yine söylüyorum: o şehitlerin sorumlusu sizsiniz, o şehitlerin sorumlusu hükümettir, bu düpedüz vatan hainliğidir."

erdal abi'ye bazı konularda hak vermemek imkansız. bu savaşın otuz yıl sürmesi gibi, mesela.
neyse efendim, devam edelim, sonra bu dtp'yi çıkarttılar. daha doğrusu öncesinde 2-3 parti daha çıktı ama onlar acemiydi, hemen kapandılar. sonra işi öğrenince, nerde ne söylenmesi, ne söylenmemesi gerektiğini anlayınca dtp'yi kurdular, meclise soktular. pkk, meclis'e girdi, kimi kürtçe yemin etmeye kalkıştı, kimi pkk'ya terör örgütü diyemedi. hükümet, pkk'ya karşı eylem planını konuştu, pkk'nın siyasi kanadı dtp'nin yanında, aynı çatı altında. bu da demokrasiydi işte, öyle olması gerekiyordu.

sonra birden bir şey oldu: birisi bir düğmeye bastı, kürtler gündemin tam ortasına oturdu. ahmet türk, başbakan'la görüştü. pardon, akp genel başkanı'yla...
olan şuydu aslında, amerika ırak'tan çekilmeye karar verdi. ve orada birlik, düzen istedi. hükmedebileceği bir şekilde bırakmak istedi. dolayısıyla bizim kürtlerle masaya oturmamızı emretti.
ahmet türk ağzında gevelemeye başladı, abdullah öcalan dedi, fikrini almamız doğru olur dedi, açılım samimi olmalıdır dedi ama biz boşlukları doldurarak cümleyi tamamladık:
abdullah öcalan serbest bırakılmalı ve parti lideri konumuna getirilerek meclis'e girilmesine izin verilmeli.

yaa işte böyle dostlar. sonunda geldi çattı, o orospu çocuğunu serbest bırakmayı ağzına alabilecek cesareti kendinde bulabilen birisi çıktı. binlerce şehidin, sivilin katili olan orospu çocuğunu meclis'e sokmayı yüksek sesle teklif ettiler. bu ülkede kaç kişi, kaç politikacı, kaç asker, kaç genelkurmay başkanı mikrofonun karşısına geçip şunu söyledi peki:
"terörle hiç bir yere varılamaz."

n'oldu lan n'oldu, hani türkiye cumhuriyeti devleti bir bütündü, onu yıkmaya hiç kimsenin gücü yetmezdi? ne diyor lan adam çıkmış baksanıza, sizin oğlunuzun, kızınızın katilini başınıza başbakan yapacaklar görmüyor musunuz? 15 ağustos'ta açıklama yapacağım ne demek? ben neden o orospu çocuğunun yapacağı açıklamayı okumak zorundayım gazetemde?

ülkeyi zaten laik - anti laik diye ikiye böldünüz halihazırda. şimdi gitseniz yirmi sene kapanmayacak kutuplaşmayı yarattınız bile. bir de dörde mi bölünelim şimdi? sırada ne var?

objektif olacağız dedik, öbür tarafa da bakalım. yukarıda anlatılan sürülmenin akabinde fırsat eşitliği de sunamadı devlet kürtlere. yapması gerekirdi, yapamadı. ama o etnik ayrımcılıktan değil, ekonomi kurallarından da kaynaklandı. orada üretim yapmak rantabl değildi, fabrika kurmak, istihdam vermek mümkün değildi. sonra kanun çıkardılar, burada fabrika kurun, vergi almayacağız, teşvik vereceğiz dediler, gene olmadı. o zaman önce yol yapsaydı devlet, rantabl duruma getirseydi diyeceksiniz ama nüfus? kaç kişi için yol yapılacaktı, devlet hangi nüfusa hizmet götürecekti? şimdiyi demiyorum, bundan otuz - kırk sene evvelini düşün.

etnik ayrımcılık yapılmadı be hocam. yani inönü yaptı ama sonra yapılmadı. hem para yoktu ki üstadım, para yoktu ki her yere yol yapılsın, her yere doktor gönderilsin. o zaman sana da göndermesinler diyeceksin, haklısın, sen de haklısın. ama ülkenin iki yüz milyar dolar bütçe açığı var hocam, o rakamı da hepten elinin tersiyle itme, hiç yokmuş gibi de düşünme. hem işsizlik varsa marmara'da da var, iç anadolu'da da var, niye bu kadar alınganlık?

baktığın zaman türkiye cumhuriyeti devleti bir bok yemiş, kabul. ama bu saatten sonra daha fazlasını yiyerek düzeltmeye çalışmayalım. bazı dış mihraklara alet olmayalım, maşalık yapmayalım. o orospu çocuğunu konuşturtmayalım.