27 Aralık 2011 Salı

cemiyet hayatına çözümler

tuvaletteki klozetin yanında duran her an okunmaya hazır araba dergisi veya "hafif" kitap her sabah duştan çıkan su buharı vasıtasıyla yavaş yavaş şekil değiştiriyor, eğilip bükülüyor, bir zaman sonra okunması iyice keyifsiz hale geliyor. engellemek için kitapları dışarı çıkarmak, klozet kullanımından önce yanına almak çözüm değil, kullanışsız bir kere. unutuluyor, kalkıp yeniden almak gerekiyor. su buharı kitapları etkilemesin diye duşu kapı açıkken almak sağlıksız, içersi soğuyor, aynı zamanda randımansız, su buharı yine de yapacağını yapıyor.

özellikle dergiler, "kuşe" kağıtlar çok daha fazla etkileniyor, iki duşta yamuluyorlar. peki çözüm? iki banyolu ev. birinde hacet giderme, diğerinde duş.

bülent arınç

sokakta yürüyen vatandaşımıza mikrofon uzatıp "şu andaki meclis başkanımız kim ehehe" diye sorma parodisine üç sebepten gülmüyorum:

1- gülünecek bir şey değil.

2- bu daha önemli. kimse güncel politikayla ilgilenmek zorunda değil. hele ki şahıslarla ilgilenmek zorunda hiç değil. kurumun resmi ideolojisi (ki bunun varolması ayrı bir tartışma konusu), görev tanımı, yetki ve yaptırımları veya tarihi ile ilgili değil, özellikle isimlerin ve makamlarının, görev sürelerinin üzerinde durulması, günümüzde neredeyse magazin eşiğine inmiş bu çerçöp bilginin olması gerekenmiş, vatandaşın özlük hakkıymış, eğer ilgilenmezse cahilmiş cühelaymış hissiyatının bize boş yere pompalanması yine ve yeniden medyanın ürünü. bana kalırsa güncel siyaset en bilmememiz, en uzak durmamız gereken. keza çoğu ulusal gazete.

3- vatandaşa görev tanımı ya da yetkisi sorulduğunda onu da bilemeyeceği gerçeği gülme şevkimizi en başından yok etmeli, bizi üzmeli, hüzünlendirmeli.

25 Aralık 2011 Pazar

tamam

demin izlediğim filmde 16 yaşlarındaki karakter, buralardan bir an önce gitmeliyim, şehre gidip para kazanmalıyım dedi, dediğini yaptı, kasabasını terk etti.
kendisi ve etrafındaki birkaç kişi için çok önemli bir karardı.
olgunlaşma ve sorumluluk sahibi olmanın etrafındakiler tarafından ölçülebilir bir endeksi olsaydı, formülünün içinde mutlaka "karar verme"yi de bulundururdu. ne kadar önemli kararlar verebiliyor ve sonrasında uygulayabiliyorsan, o kadar olgunsun.
karar verme ve bir şeyi diğerine tercih etme sürecinde (ya da en azından sonucunda) yalnızsın. olgunlaşman için gerekli bir etken. bir tercihin sonucuyla tek başına karşı karşıya kalmak, sonuç iyiyse de kötüyse de, senin için faydalı.
karar verirken bilgi, tecrübe ve ileri görüşlülüğe de ihtiyacın var. e bunlar da olgunluğun sözlük tanımına uyuyor.

yani iyi ya da kötü, bir karar ver. ortada duran ortada kalır.

23 Aralık 2011 Cuma

sımayli

aşağı yukarı altı senedir elektronik dünyanın hiçbir ortamında (sms'inden e-mail'ine, facebook'undan ekşisözlük'üne) gülümseme, üzülme veya şaşırma ifadeleri kullanmıyorum. iki nokta ve parantezi ekrana sadece gerekli yerlerde, gerektiği zaman yazıyorum. bu yüzden çok yanlış anlaşıldım, çok hor görüldüm. şakalarım anlaşılmadı, ciddiye alındı, açıklayıcı mesajlar atmak zorunda kaldım. yeri geldi küstüler, yeri geldi arkamdan kaba dediler, kendini beğenmiş dediler. yine de geri adım atmadım, iki noktayı sadece bir şey açıklamak için kullandım. bununla gurur duyuyorum. illa gülmem icap ederse de şöyle gülüyorum: hahahaha.

20 Aralık 2011 Salı

bu aralar bu konularla ilgileniyorum

kurumsallaşmanın doğruluğu veya yanlışlığı, gerekliliği ve önemini ayrıca tartışırız ama firmanın kurumsal olup olmaması için patron veya genel müdüre sorulacak "detay" seviyesinde bir soru yeterli olacaktır. detay sorusuna cevap verilebiliyorsa, adam firmayla ilgili her boku biliyorsa, kurumsal değildir. o konuyla x hanım ilgileniyor ve anında cevap verilemiyorsa kurumsaldır, kurumsallığa geçiş sürecindedir en azından.
tüm bu konuları bakkal dükkanı gibi işletilen bir firmadan, dışardan dışardan çözmeye çalışmak da zordur.

19 Aralık 2011 Pazartesi

rocky balboa

adrian, evlendikleri ilk günden itibaren rocky'nin dövüşmesine karşı çıkar.
halbuki flört ettiği ve sonrasında evlenme teklifini kabul ettiği adam boksördür.
biz izleyiciler de adrian'a içten içe sempati duyarız çünkü kadın ne de olsa rocky'nin iyiliğini istemektedir. kadın iyi kalplidir. mı acaba?

hafta sonu art arda rocky 1, rocky 2 ve rocky 4'ü izledim. çıkardığım sonuç adrian'ın mıymıntı bir geri zekalı olduğudur.
5 seri boyunca altı çizilen gerçek, rocky'nin ne çok yetenekli ne de çok güçlü olduğu ama çok dayanıklı ve iradeli olduğudur. rocky vazgeçmez. çok çalışır. beyinsiz adrian ne yapar? daha işe başlamadan verir negatif enerjiyi, verir kösteği, adamın da çalışma azmini köreltir.

adrian'ın geri zekalı olduğunu şöyle de anlayabiliriz: rocky konulara yüzeysel yaklaşıp problemi mesnetsiz diyaloglarla geçiştirir, konuşmak istemez, ciddiyetle konuşmaktan hoşlanmaz. ama arka planda aksiyona geçer problemi aşmaya sorunu çözmeye çalışır. bu sırada da defaten konuşmak isteyen adrian durumu 5 seri boyunca (ikişer saatten on saat boyunca) anlamaz ve rocky'i kalın kafalılıkla, umursamazlıkla, düşüncesizlikle suçlar. çünkü klasik kadın kafasıyla bir konuşsalar her şeyin hallolacağına inanmaktadır. halbuki daha seksenlerde bile devir laklak değil, aksiyon devridir. konuşarak problem çözülmez. ah adrian vah adrian.

anton pavloviç çehov

eğer 19. yüzyılda yaşasaymışız karımızı kızımızı çehov'dan uzak tutmalıymışız.
50'den fazla hikayesini okudum, en az 35'inde ana karakter ya evin hanımı, ya arkadaşının karısı, ya da evdeki kız çocuklardan biriyle sevişiyor.
önemli istatistikler bunlar, dikkat edilmeli.

14 Aralık 2011 Çarşamba

tatil için çalışıyoruz

arkadaşlarını, tatile gelirken yanında diş macunu getirenler ve getirmeyenler olarak ikiye ayırabilirsin.
diş fırçası getirip de diş macunu getirmemek hadisenin üzerindeki unutkanlık bahanesini ortadan kaldırıyor. burada bir bencillik, faydalanmacılık söz konusu. diş macununu arkadaşının asgari müşterekten sayıp her seferinde yanında getireceği tahminiyle yanına almamak üç, beş, on beş tatilden sonra terbiyesizlik sınırlarına dayanabilir, arkadaşlığı zedeleyebilir.
ben şimdiye kadar hep 'getirmeyen' grubuna dahildim. her gün dişlerimi fırçaladığıma göre, demek ki her seferinde birileri mutlaka getiriyordu.

son tatil için bavulumu toplarken diş macunum gözüme çarptı. sıhhi alet çantama sığıyordu. bitmesine az kalmıştı. neden bu defa da ben götürmeyeydim? ordayken biterdi, atar ve geri getirmek zorunda da kalmazdım. görev bilincimle çantama ekledim, fermuarını kapattım.
otele varınca anlaşıldı ki, benden başka hiç kimse diş macunu getirmemişti. arkadaş grubu olarak çıktığımız belki 58 tatilde dişlerimizi hiçbir gün fırçalamamazlık etmemiş ama diş macununu kah ali, kah veli, kah ben getirmiştim, sorun hiç çıkmamıştı. demek ki biz iyi arkadaştık, diş macunu paydasında bile birleşebiliyor, yalnız kalmıyorsak, nerede sorun çıkabilirdi ki?

şampuanda. kimse şampuan getirmemişti. kimi kepeğe karşı etkili, kimi saç dökülmesine karşı, kimi de vücut şampuanını saç şampuanından ayrı kullanmak istiyordu. sonunda ortak bir şampuanda karar kılıp aldık. fakat şampuanın odalararası dolaşımında sıkıntı çıktı bu sefer de. poşetlere böldük, pet şişeleri kestik yine de arkadaşlığımızdan ödün vermedik.

şampuan, diş macunu, jöle. bunlar önemli detaylar. tatilde daha da önem kazanıyor.

not: filmekimi'nde izlemediğim, sonradan korsan dvd'sini aldığım snowtown'u mutlaka izleyin. biriyle beraber, yalnız olmaz. özellikle "john"un performansına hayran kalacaksınız.

5 Aralık 2011 Pazartesi

hakan günday

kitabı kinyas ve kayra beklediğim kadar kötü çıkmadı. hatta bazı bölümleri için iyi bile diyebiliriz:

..."düşün! bize matematik dünyasının kurgusal ve sonsuz olduğu öğretildi. bunu kabul ederim. 1'den sonra 2 gelir dendi. bunu da kabul ederim. ama sonra, 1 ile 2 arasındaki sonsuzluğu düşündüm. peki o nereye gitti? irrasyonel sayılar varken bir sayıdan sonra diğer bir tam sayı nasıl gelebilir? eğer 1'den sonra virgül konursa ve bunun da kıçına sonsuz sayı konabiliyorsa 2 nasıl gelir? işte! soru bu! yanıtsız bir soru. ve işte matematiğin hatası! dolayısıyla matematik yok. onun üzerine kurulmuş dünya düzeni de yok...

ama ben anlayabilirim. anlayabilirim bu sorunu. ve o zaman ortaya yaklaşık sayılar çıkar. yani hiçbir sayı tam değildir. hepsi tama yaklaşır. ama varamaz. demektir ki, 1.9999'u bize 2 diye yutturmaya çalışan bir dünyanın çocuklarıyız. ve dünya da aslında tam gibi görünürken, aslında bir irrasyonellik harikası. işte bunun için hayat yoktur. olsa dahi o da irrasyoneldir! yani anlamsızdır. ne bir başlama nedeni, ne de bir oluş nedeni vardır. evrende uçuşan kocaman bir irrasyonellik. tabii ki dünyanın bir anlamı olması gerekmiyor. belki de onu anlamlandıran üzerinde yaşayan akıl sahibi yaratıklardır.  ama onların da bizi getirdiği nokta ortada!"


bardağın hep boş tarafını görür bir ruh hali var.

4 Aralık 2011 Pazar

r.e.m.

uzun fikir teatilerinin sonunda, insanoğlunun şimdiye kadar yaptığı en iyi şarkının losing my religion olduğuna karar verdim. bu kararı vermek kolay olmadı. ama dört dakika yirmi dört saniye süren şarkının bir saniyesinde bile sıkılmadığımı, nakaratı beklemediğimi fark ettim. tek bir saniyesinde bile sıkılmadığım başka şarkı gelmedi aklıma.

1 Aralık 2011 Perşembe

ağaçlar ormana dönmeli yurdumda

ofisi sempatikleştireyim dedim, ikea'dan yapma çiçek aldım, önümdeki kısa dolabın üstüne koydum.
şimdi çiçek bana bakıyor, ben çiçeğe bakıyorum.
çiçeğin gerçeğiyle imitasyonu arasında insanın ruh haline etkileri açısından dağlar var.
plastik insanı düşündürüyor.
he hiç hayatımda gerçek çiçeğim oldu mu, olmadı. ilkokulda pamuktan fasulye yetiştirdiydim en son.
ama orda burda gördüğüm gerçek çiçekler düşündürmüyor, bu düşündürüyor.

30 Kasım 2011 Çarşamba

ziya paşa

gazeteci-spiker-yazar-sunucu ve benzeri medya üyelerini, ayinesi iştir kişinin; lafına bakılmaz vecizesine davet ediyorum. konuyu ekran başında söylemek, lafını bir cümlede geçirmekle bir yere varılmıyor. adı üstünde, lafta kalıyor.

ama mutlaka; onların da işi bu zaten, konuşmak, haber vermek, işlerini yapıyorlar, diyecek bir geri zekalı çıkacaktır.
o zaman kimse işini yaptığı için ekstra bir saygı, ekstra bir aferin beklemesin kardeşim. adam hem işini yapıyor hem de kendini yardımseverden, cesurdan, iyi yürekliden sayıyor. yok öyle.

29 Kasım 2011 Salı

sigorta

içine kasko, sağlık sigortası, deprem sigortası dahil her şeyi alan sigorta sistemi ile ilgili fikir beyan etmem lazım:

eğer, bu milyar dolarlık, birbiriyle iç içe geçmiş bir sektörse, adam burdan bu kadar para kazanıyor, grup fonları oluşturup onları bile birbirine bağlıyorsa, demek ki tüm sigortalarımı iptal ettirerek uzun vadede, adamın benden edeceği karı kendi cebimde tutarak daha menfaatli olabilirim? bu sisteme taa en başından hiç bulaşmasam, hayatım boyunca sahip olacağım x arabayı, y evi, kendimi, çocuğumu, iş yerimi vs. sigortalamasam ve birer kere arabam çalınsa, iş yerim soyulsa, ameliyat olsam, yine de karlıyım muhtemelen? peki bunu büyük araba kiralama devlerinden hiçbiri denemiş midir? 10 bin arabamın sigortasını iptal ediyorum, 10 sene içinde kesin daha karlı çıkarım dememiş midir? bu, çok mu risklidir?

düşününce şuraya gelebiliriz: işin içine şans faktörünün girdiği, olayda kontrolünün sınırlı olduğu her alanda, bu olayı organize edenler kazanıyor, gelip sonradan dahil olanların çoğunluğu kaybediyor. her zaman. [the house always wins.]

sigortacı adam hem şansla direk bağlantılı, hem de işin kılıfını "ticaret"e uydurabiliyor. müthiş. adamı gazinoculukla suçlayamazsın, kumar oynatmıyor, yaptığı ticarete çok daha yakın. neden? çünkü ordaki mevzubahis "pasif şans". (pasif şans: olumlu ya da olumsuz olarak ortaya çıkması için kişinin çaba sarf etmediği, dürtüklemediği, hatta hiç beklemediği şans biçimi. mesela yolda belediye çukuruna düşmek. kaldırımda giderken yerde para bulmak.) o halde pasif şansın ticaretin içine sokuşturulabileceği başka bir sistem yaratmak lazım. sigortacı, pasif olumsuz şans ile ilgilenmiş. bunun yaratacağı rahatsızlığı ortadan kaldırmaya oynamış. peki biz de pasif olumlu şans üstüne gitsek? mesela yerde para buldun, ne güzel şans, ne mutlusun. peki biz nerde devreye giriyoruz? düşünmem lazım.

not: 13 tzameti'yi tavsiye ederim. yay gibi gerildim filmi izlerken.

24 Kasım 2011 Perşembe

samijim abijim

eski yargıtay başkanı sami selçuk, cüneyt özdemir'in programında konuşurken,

"...biz batıdan yasayı alıp getirdik, hukuku değil. bakın arada çok fark var."
"...türkiye'de eyleme yönelik bir cezalandırma sistemi değil, hayat tarzına göre işleyen bir mekanizma var. geçmiş yaşantında yaptıkların göz önünde bulundurularak, kararın etkilenmesi sağlanıyor. halbuki ceza hukuku sadece eyleme dayalı olmalıdır."

dedi.
konuk önemli biri olunca, kelimelerini tane tane seçerek konuşunca, sunucuların bölemeden, kesemeden karşılarında kıvranmalarını izlemekten büyük keyif alıyorum. özellikle sunucudan hoşlanmıyorsam.

ahmet enes - cennet

1 Kasım 2011 Salı

shuffle

eğer yıllardır itinayla biriktirdiğin tüm müzik arşivini yanında taşıyorsan, "shuffle" seçeneği çok can sıkabilir.
güncel bir şarkı dinlerken hoop eski bir kızarkadaşının sana mail attığı şarkı, ordan hoop on beş yaşında bisiklete binerken dinlediğin, hoop kız yurdunda dinlediğin şarkı denk gelebilir, koşarken neye uğradığını şaşırabilir, tökezleyebilirsin. apple çoktandır mp3'lerin üretim tarihlerini görebiliyor, shuffle'a şöyle bir seçenek açsın: sadece 2003 - 2007 arasındaki şarkıları karıştır, mesela. veya kombine de yapabilmelisin. 1999 - 2001 ile 2003 - 2004 arasını karıştır, diğerlerine bulaşma, gibi. mail atıyorum.

31 Ekim 2011 Pazartesi

söylesem tesiri yok, sussam, gönül razı değil

beş milyarıncı kişi olarak tekrar ediyorum:
erkek kovalıyor, çiftleşmeye çalışıyor, kur yapıyor, kadınsa daha pasif, en uygununu seçmeye çalışıyor.

sürdürüyorum:
bu da ne yapıyor, erkeğin çiftleşmesini doğal karşılamamız, bunu bir ahlak eksenine oturtabilmek için uğraşmaya zahmet etmememiz sonucunu doğuruyor. çünkü kur yapan, çalışan, erkek. işleyen demir ışıldar. devamlı sevişmeye çalışıyorsa, seviştiği zaman çok da şaşırmamamızı anlamak kolay.

hal böyleyken, devamlı sevişen erkeğe, hemcinsinin şaşırmaması gibi, kadının normal karşılaması da anlaşılabilir. mantığımızı zorlayan şey, bunun kadının hoşuna gitmesi. çok seviştiği bir şekilde bilinen erkeğin, hiç sevişmeyene oranla, kadına daha çekici gelmesi. bunu anlamak zor.

ama tabii bu işi de çözdük. meğer sebep basitmiş: erkeği evcilleştirebilmeyi beceren tek kadın olabilme arzusu.
her çiçekten bal alırsın ama benden öteye gidemezsin, yatıya kalırsın ego tatmini. kadının pısırık erkekle bir ego tatmini yaşaması imkansız. sen olmasan da başkasının dizinin dibinde oturacaktı. ama çapkın adamı dize getirmek bambaşka bir hikaye. bunun erkek tarafındaki karşılığı en güzel kadını kapmayı başararak yaşanacak ego tatmini. ne egoymuş.

işte adım adım ilerleyerek sonuca ulaşma. işte tartışmaların yarattığı ortak akıl. işte sokrates'ci düşünce.

ve doksanların sonundan kalma bir terry hall şarkısıyla veda ediyorum. forever j.

5 Ekim 2011 Çarşamba

pasaport

yeni pasaport talep etme sebebiyle yaptığım beşiktaş emniyet müdürlüğü ziyaretimde, parmak izi vermek için sıra beklerken, sırada önümdeki kadının parmaklarının görevli memur tarafından önce tek tek ve sonrasında hepsinin komple tutulup cihaza bastırılması esnasında omzumun sol tarafında ayakta dikilerek bekleyen muhtemel "manitasına" bakıp içimden geçirdiklerim:

parmaklarını tam mı kavrıyor, sadece üstten mi bastırıyor? üstten bastırıp sağa ve sola doğru çeviriyor gibi. icap ettiğinden daha fazlasına dokunmuyor sanki. kadının suratı tepkisiz. bi iğrenme falan da yok. bu elemanın yerinde olsam kıskanır mıydım? en azından kadının suratında bir memnuniyetsizlik görmeyi arzu ederdim. hastasın oğlum sen.

23 Eylül 2011 Cuma

bm

dün akşam başbakan konuşurken birleşmiş milletler genel kurulu'nu izledim canlı yayında. israil ve güney kıbrıs'a uzun uzun giydirdi.
somali için herkesi yardıma çağırdı.
benim dikkatimi çeken, diğer ülkelerin temsilcileri oldu. başbakan israil'e giydirdikçe kamera israil temsilcilerini, güney kıbrıs'tan bahsederken de onların temsilcilerini gösterdi. ara sıra da diğer ülke temsilcilerini.
genel kurul'da temsilcilerini gördüğüm ülkeler: isviçre, israil, izlanda, güney kıbrıs (orda sadece kıbrıs diye geçiyor), italya, suriye, libya ve fransa.

tüm bu saydığım ülke temsilcilerinin ortak özelliği, tamamının 35 yaşın altında olmaları. benim yaşlarımdalar. bizim ekibe bakalım: başbakan, egemen bağış ve ahmet davutoğlu. sanki diyorum, diğerleri bizim kadar iplemiyorlar birleşmiş milletleri? biz çok mu ciddiye alıyoruz acaba? çoğu kadın olan 30 yaş civarlarındaki diğer ülke temsilcilerinin kıyafetleri de garipti. tişört üzerine hırka giyip gelmiş kadın, döpyes bile giymemiş. herkes cep telefonuyla uğraşıyor. bu nasıl genel kurul anlamadım. bizim gazeteler de sayfa sayfa yazıyor sabahleyin, başbakan bm genel kurulu'nda şöyle dedi, böyle dedi. yürovizyon bir, bm iki galiba. çok abartıyoruz.

21 Eylül 2011 Çarşamba

manitayla mektuplaşmak

günümüze güncellenmiş hali: manitayla elektronik postalaşmak.

eski manitayı bazen özlerim, bazen aklıma bile gelmez, bazen de hatırlar, nefret ederim.
güncel manitayı bazen sever, bazen sinir olur, uzaklaşsın isterim.
potansiyel manitayı yeri gelir hemen yanımda isterim, bazen kafam rahat daha gelmesin derim, gün olur, manitacılığı aklımın ucundan bile geçirmem.

amaa, manitayla mektuplaşmayı her zaman sever, hep isterim.
ona gün içinde hikayeni yazmak, şakalaşmak, spesifik bir konudaki hissiyatını izah etmek, cevabını beklemek, karşılıklı her cevapta birer santim daha samimileşmek, tüm sinirini son damlasına kadar - lafın bölünmeden - anlatabilmek ve bunların ileride bir gün gülümseyerek tekrardan okunabilmesi. bunlar telefonda yok. bunlar skype'da hiç yok.

15 Eylül 2011 Perşembe

cinayet

bugün ofisimizin yan binasındaki adamı vurdular. ondan araba yıkama makinesi satın almıştım.

sabah ben işe gelmeden on dakika evvel kardeşi vurmuş. kiradan pay vermediği için. babaları altı ay önce ölmüş.
sabahları vapurdan inip dükkanına kadar sallana sallana yürürdü, elinde bir poşetle, karşı yönden gelirken görürdüm hep. pantolon askısı ve çirkin kravatlar takardı, keldi. makineyi alırken nasıl olduğunu göstermek için çalıştırıp yanlışlıkla üstümü ıslatmıştı. sonra da kaldırımda duran bir arabayı yıkamaya başladı, kimin olduğunu bilmiyorduk.
rize'lilermiş, eskiden çok zenginlermiş. garson hasan abi söyledi.

sektör

ne iş yaptıklarını, bazılarının nasıl para kazandığını, hayata nasıl bir katma değer kattıklarını, aldıkları paranın bu katma değere oranını anlayamadığım meslek grupları şunlar:

1- marketing'ciler: çok arkadaşımın bu sektörde olmasına rağmen konuya çok uzağım, ne iş yaptıkları hakkında hiçbir fikrim yok. reklamcılarla ayrımlarını bile bilmiyorum. "pazarlama" ile aynı şeye mi denk düşüyor? buralarla ilgili kafamda gri bir sis bulutu var. sırf aydınlanmak için 1-2 ay staj yapmayı düşünüyorum. ama sık duyduğum anahtar kelimeler: proje, lansman, bienal, vizyon, ekip, çekim vb. ve hep sabahlara kadar uzayan çalışma saatleri.

2- galericiler: iki çeşidi var. sıfır ve ikinci el satanlar. ikinci el satanları anlayabiliyorum, başkasının arabasını dükkanın önüne koy, birine sat, aradan paranı al. bildiğin komisyonculuk. ama sıfır arabayı ithal edip, aşağı yukarı 1-2 milyon euro'yu bağlayıp, dükkanın önünde aylarca bekletip sonunda 3-5 bin euro karla satanları izah edemiyorum. nasıl dönüyor o çark?

3- çoğu sektördeki danışmanlık şirketleri: inşaat ve finansdakileri test etme şansım oldu. hayatımda bu kadar boşbeleş bir iş görmedim. kime nasıl yutturuyorlar, nasıl para kazanıyorlar hiç bilmiyorum. herhangi bir danışmanlık firmasından ikinci kez görüş isteyen adama kesinlikle geri zekalı muamelesi yaparım.

4- emlakçılar: komisyonculuğun ağababası. hiçbir şey yapmamak. topluma tırnak kadar faydanın olmaması. bu utançla geceleri rahat uyuyabilmek? peki bu işe nasıl başlanıyor onu çok merak ediyorum. emlakçı olmaya karar verdin, dükkanı açtın oturdun. sonra? [bkz: organize işler'in son sahnesi]

5- küçük kitapçılar: taksim'de, kadıköy'de 30 senedir aynı yerde iş yapan dükkanlar. bu hafta sonu yolum denk düşerse birinin sahibine soracağım. bir kitap ne kadar? 10 lira. 15 lira. abi günde en fazla kaç kitap satabilirsin? bu kitapları ne kadar ucuza alabilirsin ki, 50 kuruşa mı alıyorsun? senelerdir nasıl para kazanıyor bu işletme?

12 Eylül 2011 Pazartesi

a-aa

şimdi adını anımsayamadığım sabahattin ali'nin kısa hikayesinde, "hayata dair iç burkan detaylar"ın romantizmini bozan, hayalimizin öteki yüzündeki gerçekten bahsediliyordu.

yağmurlu bir günde istiklal'de gazete satmaya çalışan küçücük bir çocuk, akranı olmayan, büyükçe bir çocukla kavgaya karışınca, kahramanımız bunları ayırıyor ve hatta ufaklığın elindeki tüm gazeteleri satın alıyordu. sonrasında bir köşeye oturup çocuğu izlemeye devam ederken, çocuk ağlamayı kesmeyince, yanına gidip neden hala ağladığını soruyordu. ufaklık sert bir tonda:

- siktir git lan yavşak, sana ne?

deyip koşarak uzaklaşıyordu. son.

bu hikayeyi tüm demagoglara okutmalıyız. hayalimizde hikayelerini tamamladığımız masum mağdurların sayısı, haklarında yazılıp çizilen ve çekilenlerin binde birinden az. maalesef.

11 Eylül 2011 Pazar

imkansızın şarkısı

bence "çavdar tarlasında çocuklar"ın başarılı bir taklidi. "taklidi" kötü anlamda almayalım lütfen.

daha yarısındayım, bitmedi. şimdiye kadar gördüğüm ufak tefek detayların dışında en majör fark, vatanabe'nin istediği ve özlediğinde naoko ve midori'yle komunikasyona geçebiliyor olması. mektup yazıyor, telefon açıyor ya da randevulaşıp yüzyüze görüşüyor. ama holden, onlarca kez telefon kulübesine girmesine rağmen bir kez bile jane gallagher'ı aramıyor, konuşmuyor. her defasında kendi kendine bir bahane bulup vazgeçiyor.

holden neden aramıyor, vatanabe niye arıyor?
en basit açıklamayla holden'ın aramaya cesareti yok. ama bu cesaretsizlik ölümün, kavganın ya da yüksekten atlamanın karşısında duran cesaretsizlik değil. holden daha ziyade kendi "kötü"süne karşı gelemiyor, onun karşısında pısıyor. yoksa standart cesareti icap ettiren şeylerde delikanlı çocuk. jane kötü değil elbette, ama jane'in buluşmayı reddetme ve hatta stradlater'la önceden randevulaşmış olma ihtimalleri holden'ı vazgeçiriyor. ve tabii jane'in hayalindeki gibi kalması isteği. onun da etkisi büyük.

her ikisinin de gerçekle yüzleşmek ile ilgili problemleri var ama holden'ın ki daha fazla. vatanabe kizuki'nin ölümünü kabullenmiş mesela, devam edebiliyor. holden kardeşininkini hala kabullenemiyor. bu vatanabe'nin yaşıyla da ilgili olabilir.

aralarındaki majör fark buyken en benzedikleri nokta neresi? flört edişleri. tamamen aynı flörtleşiyorlar. dürüstler, pasifler ve hiçbir şeye şaşırmıyor, hiçbir yerde durmuyorlar. (her iki anlamda da)

ve vatanabe'nin uzun bir aradan sonra naoko'dan gelen mektubu okuma sahnesi: aynısını yaşadım ama benim ikinci-üçüncü-beşinci okuyuşlarımda cümlelerin en vurucu kısmı, yüklemler, okunmazdı. ortalarına kadar okur, sonraki cümleye geçerdim. mağlum, türkçe'de vurucu kısım olan fiil, en sonda duruyor.

mercan dede - 800

6 Eylül 2011 Salı

defne

çocukluk arkadaşımın çocuğu oldu, defne.
amerika'da doğduğundan ancak 15 günlükken tanışabildik. ilk tanışmamızda elimi tuttu.

bazen aklıma gelir düşünürüm, adam öldürebilir miyim diye. adam bana ne yaparsa yapsın, canlı birini öldüremem gibi gelir. kafamda senaryolar üretirim, anneme bir şey yapsa, babamın arabaya vurup sakat bıraksa, ablamı kaçırsalar vs. defne'yi gördükten sonra karar verdim. ben böyle bir şeye sahip olsam ve biri ona zarar verse, kafamda hiç soru işareti kalmaz, en ufak tereddüt etmem.

gotye - somebody i used to know

sözlerini de bi zahmet kendiniz bulun.

11 Ağustos 2011 Perşembe

30

30 yaşına geldim, hala anne - babama ergen genç agresyonuyla cevap verebiliyorum. hastalıklı bir durum.
ebeveynle çocuk arasındaki tartışmanın en temel sebebi verilen, ama almak istenmeyen öğütler, telkinlerdir. ben de almak istemediğimi her fırsatta belirttim, altını çizdim.

- oğlum niye bağırıyorsun? biz hiçbir şey bilmiyor muyuz, sana hiçbir konuda yardımcı olamaz mıyız? tecrübelerimizi aktarmayalım mı, faydalanmayacak mısın?
- faydalanmıcam. kendi bildiğim yoldan giderim ben, yardım istemiyorum.
- insanlık senin yaptığını yapsaydı, hala taş devrinde yaşıyor olurduk. toplumlar da bireyler de tecrübeleri üst üste koyarak ilerler, yükselir. ben bilgimi sana aktarmazsam, sen yine sıfırdan başlarsan hiçbir ilerleme olamaz ki? o zaman ben niye bu kadar yaşadım, çalıştım? ben vereceğim, sen üstüne koyacaksın, ancak öyle yükselirsin. hep sıfırdan başlansa, şimdi hala mağarada ateş yakıyorduk.
- valla doğru diyon.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

yanlış evlilik

aşık veysel'le karısının evliliği.
iz tv'de bir belgesele denk geldim veysel'in hayatını anlatan. kendisiyle ve karısıyla röportajlar da vardı.
karısı şöyle dedi:

- ben giydiriyom, ben yediriyom, ben yıkıyom. hep ben bakıyom buna. her şeyiynen ben uğraşıyom. ben adam ettim bunu aslında.

hey gidi ablacım hey. adam derya deniz olmuş, sen hala yedirmede içirmedesin. ben adam ettim diyosun. veysel mi kööör sen mi körsün?

26 Temmuz 2011 Salı

üsküdar vapuru

iş zamanı iş gibi, iş sonrası mesai sonu eve dönüş gibi, tatil zamanı da tatil gibi hissedilir. bir de kafa karıştıran ara dönem var. iş için bir yere giderken yoldaki zaman. okulu kırmayla aynı kafaya denk düşüyor. sahne değişince kafa da bir anda karışıyor. adam çime oturmuş çay içiyor, simitçi simit satmaya devam ediyor, birileri müzik dinliyor. fotoğraf makineli turistler var. aceleci değiller, yetişmiyorlar. masa başında çalışırken kafanı kaldırıp tavana bakmak gibi bir hissiyat, garip geliyor adama. bu garipliğin tavan yaptığı vaka, yakınını kaybettiğin gün olabilir. yakınını kaybettiğin gün sana en çok koyan, her şeyin devam etmesi olabilir. omuzlardan tutup silkme ihtiyacı duyulabilir. insanların umursamıyor gözükmesi sinirden çıldırtabilir. ama hep devam hep devam. önceden alıştıralım kendimizi, o gün gelince kimse bilmiyor, hatta belki bilenler de pek umursamıyor olacak.

7 Temmuz 2011 Perşembe

ölüm pornosu

chuck palahniuk'un kitabından:

"bayan wright, büyüme çağında gittiği dini okulda bütün kızların kulaklarını örtecek şekilde eşarp taktığını söyledi. kitab-ı mukaddes'e göre kutsal ruh, meryem ana'nın kulağına fısıldadığı anda meryem ana hamile kaldı. tek bir yanlış fikir duyduğunda, masumiyetini yitiriyordu insan. tek bir detay, çok şey demekti ve insanın hayatı kararıyordu. bilgi yüzünden insan aşırı dozdan ölüyordu.
yanlış bir fikir insanın içinde kök salıp büyüyordu.
"

29 Haziran 2011 Çarşamba

kuzum?

aşağıdakileri 16 yaşında bir kızın günlüğünden çalıp okusanız hiç hayret etmeyebilirsiniz ama 30 yaşında, geç ergen ben, belki şaşırtabilirim:

annemin söylediklerini anlamaya başladıktan ve ardından konuşmayı çözdükten hemen sonra süresiz eğitim hayatım başladı. tuvalet eğitimiyle muhtemelen.
sonra ilkokul'a yazılıp öğrenim hayatıma da adım attım ki bu bende tam tamına - aralıksız - 19 ( yazıyla on dokuz) sene sürdü. istatistiklere göre bu rakam, dünyada yaşayan canlıların yüzde yetmiş üç nokta dört yüz on altı'sının yaşam sürelerinden daha uzun. öğrenim hayatımda diğer her türlü "eğitim"e de maruz kaldım tabii, sırf teorik öğrenimle yetinmedim. ezberciliğe karşı gelen özgür ve kural tanımaz karakterim pratiğimin de gelişmesinde faydalı oldu. öte yandan ailem tarafından terbiye ve görgü kuralları aralıksız verilmeye devam edildi.

velhasıl yirmi altıncı yaşımın ikinci ayında tüm öğrenim ve eğitim hayatım sona erdi, "gerçek hayat"a başladım.
sorum şu: yani yirmi altı yaşıma kadar süren tüm bu zorlu hazırlık süreci, bunun için miydi? en az beş yüz sınava girdim, bugüne mi hazırlanıyordum? bu mudur yani güzel kardeşim? niye bu kadar çekindiniz bundan, niye korkuttunuz bizi o kadar sene öcü möcü diye? bir numara yok ki bunda? yekününü bir senede anlatsanız da olurdu, hemen kavrardım.

olay "gerçek hayat"ın çok kolay olduğu ya da benim lay lay lom bir adam olduğum değil. olay yaptığım işin ya da özel hayatımın bana aksilik çıkarmaması, rayında gitmesi de değil. hayat zor, hepimize ayrı ayrı zor. başka şeylerden zor. olay, en geniş parantezde alacağın gerçek hayatın (tırnak içinde) verilen eğitimin karşısında kofti kalması, onun karşısında dik duramaması. anglo-saksonların deyimiyle hazırlıklarımızın overrated olması. ama daha da önemlisi ikisinin birbirini tutmaması. eğitimin karşısında boşluk var, hayatın karşısında başka bir boşluk. dişliler birbirine oturmuyor. bu aralar derdin nedir ozan'ım, sıkıntın mı var derseniz cevabım bu.

oooooh hayat sana güzel ozan. okul başka hayat başka tabii ozan. demek ki kendini gerçekleştiremiyorsun ozan. okul sana perspektif kazandırır ozan. o zaman potansiyelini kullanamıyorsun ozan. sen gel bir de benim hayatıma bak ozan.

28 Haziran 2011 Salı

değer

oturdum herhangi bir "şey"in değerini ölçmeyi standardize etmeye çalıştım, aşağıdakilere ulaştım:

önce hammadde:
mayasının iyi olması lazım. mayası kötüyse baştan hiç başlama. ne yapsan değersiz.

sonra işçilik:
üzerinde kalifiye işçinin çalışmış olması lazım. düz işçiyle olmaz. sanatkar birinin elinden çıkmalı.

harcanan emek ve zaman:
sonucun ne kadar değerli olacağıyla pozitif korelasyonda olan tek bölüm burası. ne kadar çok emek, ne kadar çok zaman, o kadar değerli sonuç.

mucit olduğum söylenemez ama üzerinde düşündükçe tanıma uymayan örnek bulamamak zevkli.
ha bir de çok nadir olması faktörü var. ama o yukardakilerin sonucu zaten, değil mi? [soruyla bitiriyorum ki yorumlara açıklığım belli olsun.]

19 Haziran 2011 Pazar

çocuklar gibi

bu aralar radyoda sezen aksu'nun bir şarkısının cover'ına denk geliyorum, kim söylüyor bilmiyorum, ama şarkıyı hatırlattığı iyi oldu. zira çok iyi. sezen'ininkini burdan dinleyebiliriz. fakat bunu niye anlatıyorum? çünkü bilmezsiniz, sözler kimin? kimin şiiriymiş? sabahattin ali'nin. yaaa, yaa. tamamı şöyle;

bende hiç tükenmez bir hayat vardı
kırlara yayılan ilkbahar gibi
kalbim hiç durmadan hızla çarpardı
göğsümün içinde ateş var gibi

bazı nur içinde, bazı sisteyim
bazı beni seven bir göğüsteyim
kah el üstündeydim, kah hapisteydim
her yere sokulan bir rüzgar gibi

aşkım iki günlük iptilalardı
hayatım tükenmez maceralardı
içimde binlerce istekler vardı
bir şair, yahut bir hükümdar gibi

hissedince sana vurulduğumu
anladım ne kadar yorulduğumu
sakinleştiğimi, durulduğumu
denize dökülen bir pınar gibi

şimdi şiir bence senin yüzündür
şimdi benim tahtım senin dizindir
sevgilim, saadet ikimizindir
göklerden gelen bir yadigar gibi

sözün şiirlerin mükemmelidir
senden başkasını seven delidir
yüzün çiçeklerin en güzelidir
gözlerin bilinmez bir diyar gibi

başını göğsüme sakla sevgilim
güzel saçlarında dolaşsın elim
bir gün ağlayalım, bir gün gülelim
sevişen yaramaz çocuklar gibi

16 Haziran 2011 Perşembe

telif

evrensel kurallara göre, bir sanat eseri, üzerinden 70 yıl geçtikten sonra topluma mal olurmuş. istediğin gibi çoğaltabilirmişsin, telif hakkı ödemen icap etmezmiş.

sanatçı kürsüsünden bakarsak;
ters tabii. diğer her konuda mülkiyet hakkın var. mülkiyeti takiben miras hakkın var. ama burda yok. 70 yıl sonra daha da para mara alamıyorsun. halbuki ben bunu çocuğuma miras bırakmak istiyorum? çocuğuma daire bıraksam ömrü boyunca kira alabilecek. tablo bırakıyorum, zamanı dolunca beş kuruş alamıyor. niye? sanatın topluma mal olması, bu güzellikten herkesin faydalanması lazım diye. bana ne? sokarım öyle topluma derim ben sanatçı olsam.

toplum kürsüsünden bakarsak;
çok iyi. mona lisa'yı al çoğalt, çoğalt, herkes görsün, herkes inceleyebilsin, herkes keyif alsın bu güzellikten. parası olan da olmayan da. resime merak duyan da duymayan da. zaten bireyin toplumda değeri, bireyin topluma sağladığı fayda kadar. biz ona çok değer veririz, çok saygı gösteririz, yeter ki bize eserlerini beleşe göstersin. bizi bu zevkten mahrum bırakmasın. sanatçıya saygımız sonsuz. öyle aç maç da bırakmayız, dernek falan üç beş kuruş toplar veririz olmadı.

pekiii, bir de tüm bunları düzenleyen otoriteye bakalım: sen otoritesin, dedin ki böyle bir güzellik var, bunun kafasını tek başına yaşayamazsın, buna hakkın yok, hepimize  göstereceksin, hepimiz faydalanacağız dedin. bir kere adı üstünde otoritersin, hafif faşizme bile kaçıyorsun. ben sanatçı olsam, beni paylaşmaya zorlasan, sormaz mıyım sana niye illa benimkini paylaşıyoruz? o zaman seninkini de paylaşalım, öbürkününkini de paylaşalım, onlar da güzel. sanatçıyız diye suç bizde mi? zanaatkar olsak, ürettiğim rulmanı millete bedava mı dağıttıracaktın? bu kanunu öğrendikten sonra kafamdan geçen sorular bunlar.

14 Haziran 2011 Salı

hayri irdal

ortaokul müfredatına eklemlenmiş ahmet hamdi tanpınar'ın, hiç bir şey olmasa ismi itibariyle, bu kadar komik ve ironik olabileceğini tahmin etmezdim.
"saatleri ayarlama enstitüsü" ile ilgili orda burda okuduğum yorumlara pek katılmıyorum. nedense ısrarla cumhuriyet dönemindeki doğu-batı arasında kalmışlıktan bahsediliyor. bence alakası yok. beceriksiz, güçsüz bir adamın kayıtsızlığından; hem para, hem dostluk, hem de aşk gibi astrolojide önem arz eden tüm konularda dışarıya ve kendine yabancılaşan, ama bunu büyük kara mizahla yapan bir adamdan bahsediyoruz. gerçi ben de sevdiğim her karakteri illa nihilist ilan ediyorum. ama hayri irdal'ın en sevdiğim tarafı, diyalog esnasında kafasından bambaşka şeylerin geçmesi. bir de aşık olunca çok komik oluyor. mesela;

(aşık olduğu patronunun karısı selma hanım'ı hasta ziyareti esnasında)

- geçmiş olsun efendim...

şakaklarım atıyor. bir şeyler daha bulup söylemem lazım. fakat ne söyleyebilirim? küçük kızımın bu sabah ateşi otuz sekizdi, yüzü çok değişikti. fakat selma hanım'a bunlardan ne? şimdi ben evimde olmalıydım. ama burada olduğum için mesudum.
...
...
hastalık muhakkak ki yakışıyor. aksırma hiç güzel olur mu? amma, elimden gelse alıp götüreceğim, yatağımın baş ucuna avize diye asacağım.


- üşüyeceksiniz hanımefendi!
- hayır. oda sıcak.


oda sıcak, fakat siz yine örtünün, kollarınızı, boynunuzu, göğsünüzü örtün. yatakta örtüler altında şekliniz kaybolsun. vücudunuzu gizleyin ki bu köpek sadakati bende devam etsin. yoksa, yoksa...
...
...
bir kahkaha daha. bu kahkahayı da götürmeliyim. fakat bunu nereye asarım?


bir de ilk karısı emine'yi sevdim. çok iyi kadındı.

6 Haziran 2011 Pazartesi

black swan

black swan'ı dün gece, janrının gerilim olduğunu bilmeden izlemeye başladım, bitirdim, çok beğendim.
ama bittikten sonra filmden ziyade kızın hastalığı ile ilgili konuştuk.
ki aynısını shutter island sonrasında da yapmıştık.

dolayısıyla iddialı geliyorum: bence, insanın bu hayatta başına gelebilecek en kötü şey, annesini-babasını-çocuğunu değil, akli dengesini kaybetmesidir. şizofreni dediğin şeye ufaktan da olsa bir bulaşsan, o işin sonu çorap söküğü gibi gelir. yani gelmez, diye tahmin ediyorum.

oturup düşünürsen; ömrü hayatında hiçbir zaman, hiçbir koşulda güvenilirliğinden, doğruluğundan şüphe etmeyeceğin yegane şeyler gördüklerin, duydukların ve ellediklerindir. ama günün birinde bunların gerçek olmadığını, hayal ettiğini fark edersen?
muhtemelen sonrasında başlayacağın kendini sorgulama, nelerin gerçek nelerin hayal olduğunu ayırt etme çaban hiç sonuçlanmayacak ve her şeyi birbirine daha da karıştırmana sebep olacaktır. çünkü bunun bir limiti yok. her gerçek hayal olabilir. sonsuzu anlamaya çalışmak gibi. of çok kötü.

24 Mayıs 2011 Salı

alınma

yanlışlıkla üstüne alınma, ya da üstüne yanlış alınma diyebileceğimiz duygusal iflası en az bir kere yaşamış bir adam olarak; konuyla ilgili tecrübemi size maksimumda iletip, olası bir krizi engellemek ya da en azından hafifletmek isterim.

sevgili dostum, maalesef adem evlatları olarak, hayal ettiğimiz ve çok istediğimiz şeylere doğru giden unufak ipuçlarını, hiç temellendirme ihtiyacı duymadan, varoluşlarına kendimizi hemen inandırma tandansındayız. halbuki temellendirme çabasını standart sabah kalk - akşam yat hayatımızda, aslında hiç de icap etmeyen onlarca konuda ısrarla ve tekrarla yaparken iyi. ama en lazım olduğunda ortada yok bu rasyonel tarafımız. bu ne biçim düzen, bu nasıl bir mantık yapısı? can dostum, güzel insan, heyecanlanınca sınavda yanlış şık işaretlenir, elindeki su yere dökülür, araba park ederken sürtülür ama hiç alakasız birini kendine karşı "boş değilmiş" gibi zannetmek? olmaz, heyecanlanınca yapılabilecek hataların da bir sınırı olmalı, aynı sinirlenince yapılabilecek hatalar gibi. neyse, bu birinci ve en büyük yanlışımız.

sonra şu başınıza mutlaka gelmiştir:
bir ortamda birinin sıkılmamasıyla görevlendirilmek.
hiç gelmediyse, misafir çocukları için gelmiştir. o misafir çocuğu ki, uzaktan kumandalı arabanla oynarken seni de en az kendi kadar eğleniyor zanneder. o misafir çocuğu ki, karşılıklı şut çekerken senin ona zarar vermemek için ne kadar yavaş vurduğunun ve aslında kendi potansiyelinin ne kadar altında oynadığının farkında değildir.

işte gün gelir, devran döner, sen de o misafir çocuğu oluverirsin güzel kardeşim.
sen beraber bir puzzle daha yapma fikrindeyken ve başka bir evde duyulan yabancılama, utanma hissiyatını (oyuna ısındığından) yavaş yavaş yenmeye başlarken, ev sahibi çocuk ne zaman gideceğinizi düşünmekte, görevini ne kadar başarıyla tamamladığını ebeveynlerine(?) sonradan anlatmak için anektod toplama peşindedir.

sonradan bunun ne kadar doğal ve insancıl olduğu konusunda teselli edilebilirsin canım kardeşim. çok iyi niyetle yapılmıştır, karşındakine verilen değere işarettir. kanma. doğal da bana mı doğal? iyi niyetli de bana mı iyi niyetli?
ama ev sahibinin bir hatası söz konusu değildir. bu, ta-ma-men senin eşekliğindir.
gözlerinden öperim kardeşim.

22 Mayıs 2011 Pazar

herkes gibisin

ya arkadaşım, bu şiir olacak iş değil. şöyle başlasın alttan alttan:

cem karaca 1993'de çıkardığı albümüne koyduğundan beri 500 kez dinlemiş olabilirim. hiç bıkmadım.
adam kelimeleri inci gibi dizmiş, tablo gibi resmetmiş, her birinin içine tonlarca ağırlık koymuş, sonra da utanmadan çoğuna çift anlam yüklemiş. aslında dedikleri kavgada söylenmez. çok ağır konuşuyor nazım abi.

ve tabii hiç birimizi ikna edemiyor unuttuğuna, kalbinin bomboş olduğuna. zira bunları yazarken acısından geberiyor, nefes alamıyor olmalı.

10 Mayıs 2011 Salı

fark

ilkokul bir'e gidiyorum usta.
daha okuma yazma bilmiyorum, bahçede top oynuyoruz akşam vakti.
karşı apartmanla aramız alçak demir bir çitle ayrılmış. o tarafta kendi başına oynayan bir çocuk var, tanıyorum çocuğu. zihinsel özürlü olduğunu o yaşta bile biliyorum, garip hareket ediyor, değişik bir çocuk.
ama çocuğu hiç tek başına görmedim, hep babasıyla.
babası bir köşede oturur sigara içer, bunun oynamasını bekler.
oynamak dediğim, plastik topu devamlı yere vurur çocuk tek eliyle. arada bir yere değil ayağına çarpıp uzaklaşır top, çocuk peşinden, çok uzaklaşırlarsa babası da.
bu sahne bize tanıdık, çocuğa da babasına da alışmışız. her akşam böyleler yaz zamanı. çocuk aklımızla bir şey sorguladığımız da yok zaten. adını bile bilmiyoruz.

bir akşam gene böyleyken babam geliyor işten. bizim taştan kalelerin içinden geçiyor, park ediyor arabayı. maç da duraksıyor haliyle. her iki takım, babamın poşetleri de bagajdan alıp apartmana girmesini bekliyoruz. normalde pek muhatap olmaz zaten. "naber lan" der geçer. ama o akşam keyfi yerinde belli ki. duraksayıp muhabbet ediyor, maçı falan soruyor. uzattıkça uzatıyor elindeki paketlerin ağır olmasına rağmen.  sonra hafif yana dönüyor, çocuğu görüyor kısa bir süre, yanda da babasını. ve kelimesi kelimesine şu diyalog geçiyor:

- birader bıraksana çocuklar oynasınlar.
- yok ben duruyorum başında.
- yav ne olacak, eşek kadar adam olmuş baksana, bırak hep beraber oynasınlar.
- yok bizimki biraz farklı.
- hıııı.

babam hiçbir şey demeden uzaklaşıyor sallana sallana. o ne kadar pişman olmuş, utanmıştır bilmiyorum, hiç konuşmadım. bizse konuyu bilmemize rağmen ilk defa yüksek sesle duyduğumuzdan, garipsiyoruz. ama çocuğuz, biri topu havaya dikince unutuyoruz birden, devam ediyoruz maça.

5 Mayıs 2011 Perşembe

nazım güzel adam

bir tanem!
son mektubunda:
"başım sızlıyor
yüreğim sersem!"
diyorsun.

"seni asarlarsa
seni kaybedersem;"
diyorsun;
"yaşayamam!"

yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlarda
ölüm acısı.

ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
fakat
emin ol ki sevgili;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nâzım'a!

26 Nisan 2011 Salı

tv zararlıdır

habertürk'ü açtım, kars'ta yıkılacak heykelin sahibi heykeltraş çıktı. yine demokrasi, yine medeniyet, yine özgürlüğü anlatıyor.
şunu kabul edelim: tayyip de herkes gibi (benim gibi mesela) bir heykeli görüp beğenmemiş olabilir. sanatın başladığı yerde hoşnutsuzluk biter diye bir kaide mi var? hem sanat nerde başlar?
sonra şunları sorarım: mecburen sanat algısından yola çıkıldığı için, üretilen bir eserin(?) konumlandırılması ile fikir özgürlüğü ve/veya medeniyet/demokrasinin nasıl bir bağı vardır? söz konusu sanat eseriyse, bu onu her türlü otoriteden (mesela devlet, yasa) bağımsız mı kılar? o zaman inşa edilecek bir binanın sanat eseri kontenjanına girmesiyle imar kanunu tamamen hiçe sayılabilir mi? yani kısacası devlet, sırf sanat eseri diye (bak tarihi eser demiyorum, çok fark var) bir heykelin konumu ve boyutu hakkında yaptırımda bulunmamalı mıdır? eğer burdan yola çıkarsak, bu, "sanat"ın kesin bir tarifini (devlet tarafından) de gerektirmez mi? ki daha öyle bir tarif bilmiyorum.

ntv'yi açtım cüneyt özdemir çıktı, bedri baykam'la telefondalar.
bedri baykam ekranda, adının altında "sanatçı" titrı ile duruyor. malum bıçaklanma olayını tüm demokrasiye, türk halkının özgürlüğüne, türklerin vatandaşlık haklarına ve fikir hürriyetlerine yaymakla meşguller. o sırada bedri baykam şöyle diyor:

"... bu saldırı ile benim gibi aydınların türkiye'de ..."

kendi kendini aydın diye sıfatlandıran bedri, bize, türk halkına, en azından bu sonuca hangi yoldan ulaştığını izah etmelidir. seçtiği meslek yoluyla mı? yurt dışında eğitim görme yoluyla mı? yurt dışında sergi açma yoluyla mı? kitap yazma yoluyla mı? yoksa atatürkçü düşünce derneği veya chp kanalıyla mı? bunların hangilerinin kümülatifiyle aydına ulaşılabiliyor ya da tek biri bile yetiyor mu? en azından bunu hak ettiğimizi düşünüyorum. bedri bize anlatsın.

bu akşam izlediklerim ve beğenmediklerim bunlar. ama çağımız iletişim çağı, benim de bedri'ye kendi mesajımı iletme 'hürriyetim' mevcut:
"bedri'ciğim çok geçmiş olsun. hakkındaki nötr hissiyatımı bir cümle ile değiştirebildin. bunu siyaset hayatında da bu kadar kolayca yapabilmeni, kitleleri şıp diye yönlendirebilmeni, senin için söylüyorum, canıgönülden dilerim. kolay gelsin."

inoveyşın

can sıkıntısına (ya da huzursuzluğa diyelim) sebep, "yeni" hiçbir şeyin olmaması ise, yani bunu yalnız başına - tek sebep - kabul edersek, sene olmuş 2011; sen haala nasıl monotonluktan muzdarip olabilirsin? bilgiye erişimin kolaylığı, hayatının her saniyesinde bir yenilik olmasına müsamaha gösteriyor iken, en yakın inovasyona bile uzak durmanın iki sebebi olabilir: senin tembelliğin ya da inovasyonun gereksizliği. biz ikincisi üzerinde duracağız.

şimdi söyleyeceğim daha evvel milyon kez tekrarlanmış. ama tekrarlandığının her defasında an için (ki bizim önem verdiğimiz de o) doğruymuş. yani bu bildiğimiz yanlışlanabilir doğrulardan değil. ya da şöyle diyelim, sonrasında yanlışlanması bunun doğruluğuna ziyan vermiyor. niye vermiyor? çünkü  her seferinde zamanın ruhuna uyuyormuş. "o zamanki şartlar başkaydı" mevzusu. peki yanlışlanabilir doğrular da zamanın ruhuna uymalarına rağmen neden yanlışlanabiliyor? çünkü onlar kendilerini sınırlamıyorlar, geniş zamanda konuşuyorlar, benim söyleyeceğim (ve diğerlerinin söyledikleri) sınırlıyor. dünya düzdür diye tutturuyorsan dünya şimdi düz, yarın da düz olacak, hep dümdüz diyorsun. ertesi gün yuvarlak olduğunu kanıtlarsam, yanlışsın. peki ben ne diyorum? şimdiye kadar yapılabilecek her şey yapıldı, diyorum.

buna nasıl itiraz edebilirsin? şimdiye kadar yapılabilecek her şey zaten yapıldı, hem kronolojik olarak, hem mantık olarak, hem de aksinin ispat edilememesi bakımlarından doğru. itiraz edemezsin; ama kabul eder misin?

şimdiye kadar insan hayatı, hayvan hayatı, sinema, edebiyat, müzik, bilim, o-izm, bu-izm, herrr şey yapıldı. en uçlar yaşandı, sınırlar zorlandı. sınırlarını zorlayanlar ödüllerini ya da cezalarını aldı. sana ne kaldı? inovasyon.

inovasyon dediğim şimdiye kadar yapılandan farklılaşmaya çalışmanın çaresizliği. mesela diş fırçası. diş fırçası önemli buluştur, insan hayatında önemli tadillere sebep olabilir ama 45 derece açılı, oynar başlıklı diş fırçası? işte o çaresizliktir.

gereksiz inovasyon her gereksizlik gibi, olmasa daha iyidir, kendi mevcudiyeti sıkıntı yaratır.
hayatımızı daha da zorlaştırır.
kendi adıma konuşayım, bana, şimdiye kadar yapılacakların yapıldığını hatırlatır.

volkan konak - göklerde kartal gibiyim
(sanatçı, inovasyona olan nefretini 2:51'de kusuyor.)

21 Nisan 2011 Perşembe

pazar

bu pazar akşamı anksiyetesi hakkında konuşmak, düşünmek isterim:

modern toplumumuza bağışlanmış iki günlük -ne istiyorsan onu yap-tan sonra tekrar gerçeğe(?) dönüşün yarattığı anksiyete.
ilkokul 2'de okuduğum tom sawyer, pazartesi gelmesin diye pazar gününü takvimden yırtıp gönlümü kazanmıştı. demek ki aklın yolu birdi, dünyanın her yerinde pazar akşamları garip bir ruh haline bürünülüyordu. pazarları tom polly teyze'sinin ben de annemin kasıtlı olarak bize kötü davrandıklarını düşünürdük. erken yatmaya zorlanma, yıkanmaya zorlanma, ödev yapmaya zorlanma. haftaya hazırlık; kalemtraşla kalem açma, önlüğün yakalarının anlamsızca ütülenip kolalanması? bence bu ilkokul çocuklarının nizam ve intizamı annelerin annelik ve ev hanımlıklarını yarıştırdıkları bir platfom olabilir. birbirlerine ve özelllikle (eğer kadınsa) öğretmene karşı. çalışmayan annelerin kendilerini gösterme, çalışan kesimin rekabetine ortak olma çabaları.

gün geçti, devran döndü, hala pazar akşamüstü huzursuzuz. hala içimizde bir sıkıntı, karanlık ruh hali. kendi adıma konuşayım, sebebini bilmiyorum. freud'a çok inanmam, güvenmem, çocukluktan kalandır diyemiyorum. ama sanki dedemde bile vardı diye hatırlıyorum. nerden baksan kötü yani, daha çok var.

london boulevard fena film değil ama soundtrack'i çok çok iyi. biri, ikisi değil hepsi.
kasabian - the green fairy

(tabii ki ingilizler)

12 Nisan 2011 Salı

berber

ben haftada iki kere berbere gidiyorum. çok mu?

karaköy'deki ofisimin arka sokağında dükkan işleten selahattin abi'nin en önemli özelliği, müşterisini çok iyi tanımasıdır. gürcüdür.
gittiğimde saç mı sakal mı diye sormaz, koltuğa otururum, hangisi gelmişse ordan başlar. konuşmaz. arkadaki duvarda asılı (üç inç) televizyonda ntv ya da habertürk açıktır.
traş biter, sıhhatler olsun der, sağol deyip parayı uzatır çıkarım.
bazen canım sıkılır, "ne diyosun abi bu chp'ye" derim, anlatmaya başlar. adam bütün gün haber kanalı izler.
arada bir lokantada rastlarım, aynı masada konuşmadan yeriz. kalkarken hesabını öderim, "sağ ol" der.
bir oğlu, bir kızı var. oğlu futbolcu olmak istiyor. bacakları güçlensin diye akşamları pekmez içiriyor.
sıra bekliyorsam mutlaka "çay söyliim mi ozan'ım" der.
her banknotu bozar, problem çıkarmaz.
meslektaşları gibi kendisine berber denmesine ses çıkarmaz. kuaför diye düzeltmez.
sağdaki soldaki esnafa devamlı borç verir, hep alacaklıdır. hiç girmese mutlaka biri girer, kolonya sürüp çıkar.
merter'de oturur, sabahları üç vesaitle gelip yedide dükkanını açar. akşam sekize kadar.
sakalı beş, saçı on liraya keser.

bu mavi yakalı analizimizde, sıcak bir esnaf atmosferini, kalender bir süper baba, perihan abla mizansenini resmettik. kısmen doğru, (muhtemelen) kısmen de kendi algımdan mütevellit yanlıştır.

beyinsiz

ahmet hamdi tanpınar'ın saatleri ayarlama enstitüsü'nü okuyorum, 100. sayfaya geldim.

hiçbir şey anlamadım.

4 Nisan 2011 Pazartesi

planet earth

bbc'nin planet earth belgesel serisini izlerken aklımdan geçenler:

- tanrı. allah. adına ne diyorsak.
- mesai saatlerinde benim yaptıklarımla belgeselcilerinkinin karşılaştırması. yapabilir miyim? yaparım. çok soğuk olursa? yine de yaparım.
- daha evvel bahsetmişim gerçi ama, insan değil günışığının bile hiç girmediği yerde canlıların olması? fizik kurallarının hala geçerli olması. ortada bir şahit yokken ve hiçbir zaman olmayacağını bilirken (kim bilirken? gizli özne "o") hem de.
- gidip on liraya aldığın şeyi koltuğunda rahatça izlerken aslında karşılığının çok daha fazlası olduğunu fark etmek.

planet earth izlemek felsefe okumaya benziyor. kendini küçük ve önemsiz hissediyorsun. ama öte yandan gördüklerinden (öğrendiklerinden) mutlu oluyorsun. kafa karıştırıyor biraz.

20 Mart 2011 Pazar

mutfak

bugünkü pazar sakinliğinde yazılmış yazımızda manitanın mutfağa gitmesini konu alacağız sevgili dostlar.

sahne şöyle: benim evimde yanımda manitayla pazar sabahına uyanıyoruz sakin sakin. bir - iki laflıyoruz. sonra manita mutfağa gidip bir şeyler (su? ekmek?) almak istediğini, benim de isteyip istemediğimi soruyor. adetimdir, yok sağ ol diyorum, çıkıyor. sen sağ ol diyor çıkarken, esnaf gibi.

işte ondan sonrası çok garip. bu gitmeler hep uzun sürüyor. normalde otuz saniye içinde dönmesi lazım, dönmüyor. ben yatakta sırtüstü yatıp tavana bakarak gelmesini bekliyor ve felaket sıkılıyorum. zaman aralığı çok dar olduğu için yeni bir şeye (kitap okumaya, müzik setini açmaya, uyumaya) başlayamıyorsun. her an geri gelecek çünkü, başladığın şey ziyan olacak. halbuki hemen gelmiyor işte. içim daralıyor, ellerime falan bakıp oyalanmaya çalışıyorum.

sonra kulak kabartarak çıkarttığı seslerden ne yaptığını tahmin etmeye çalışıyorsun ister istemez. bir dolap kapağı sesi, dökülen su sesi her şeyi aydınlığa çıkartacak, kalan zaman aralığının tahminini kolaylaştıracak. ama duyamıyorsun, çıt yok. meraklanmaya başlıyorsun. bir şey mi oldu? tansiyonu düşüp bayılmış falan olmasın? ama yere düşme sesi de gelmedi?

en aptalcası, en manasızı "ayşeee" diye bağırmak. efendim? dese ne diyeceksin? ki diyecek mutlaka. ölecek değil ya. "n'aptın" diye mi soracaksın salak gibi, olmaz. mecbursun, tavana bakarak bekleyeceksin.

ikinci garip taraf manita döner dönmez tüm bunların kafadan bir anda silinmesi, tekrar hiç hatırlamamak, manitayı sorgulamamak. hiç olmamış, o kuruntuları yaşamamış gibi. ama şimdi anlattım, açığa çıkarttım. artık gizlisi saklısı kalmadı işin.

(soul kitchen soundtrack. mutfak temalı diye aptalca bir eşleştirme peşinde değilim, denk geldi. arabada tavsiye edilir.)

13 Mart 2011 Pazar

pastane

mesela şimdi annemle onların mahalledeki pastaneye gitsek, börek - çörek alıp çıksak, ben tadına baktıktan sonra desem ki anne bu bayat, annem ne der?
"yok bana bayat vermez."

annem haklı olabilir. belki pastaneci gerçekten iyi niyetle, veya en azından gelecekteki kazancın bugünkünden büyük olacağını hesap ederek, başarılı bir işletmeci kafasıyla anneme bayat mal vermiyor, o malı yoldan geçene satıp tüketmeye çalışıyor olabilir. bu mümkün.

mümkün olmayan, bunu makrolaştırıp büyük çerçevede de olabileceğine (bir an için bile olsa) inanmak, buna meyilli aksiyona geçmek, karar vermek. bu, vakıf veya hayır kurumu bile olsa. kuruluş amaç ve felsefesinden, yeri geldiğinde sırf varoluşunu korumak adına, felsefesinin tam zıttında hareket eden en büyük örnek için (bkz: devlet).

anne aç gözünü.

9 Mart 2011 Çarşamba

yazışma

firmamızdan dışarıya çıkan her yazıyı ben yazarım, ben yazmadıysam kontrolü benden geçer, öyle çıkar.
dolayısıyla gelen cevaplarla da ben muhatap olurum.
yazışmalarımız çoğu zaman devlet kurumlarıyla, nadiren de büyük, kurumsal firmalarla olur.

ikisini birbirinden ayıran bariz özellik, (ilginçtir ki) devlet kurumlarından gelen cevaplarda imla hatası ya da ifade bozukluğunun nadir olmasıdır. kurumsal firmalarda hata çoktur.

fakaaat her ikisinde de ortak olan bir şey vardır ki beni sürekli, yine, yeniden deli eder: içinde kibir bulunduran nezaket.

bana göre sek kibir, içinde kibir bulunduran nezakete yeğdir. daha dürüsttür, samimidir hiç olmazsa. öteki midemi bulandırır.

devlet memuru orta-üst düzey bürokrat, "beni memur diye hor görme. çok derin, tecrübeli ve kesinlikle senden daha bilgiliyim, özel sektörde olsam şimdiye paranın altında kalmıştım" mesajı verir. her paragraf sonunda yapar bunu. mutlaka her paragrafın sonunda hissedersiniz.

kurumsal firmada çalışan profesyonelin mesajı daha açıktır: "biz sizden çok daha büyüğüz, sizi pek iplemiyoruz". çalıştığı firmanın kurumsal kimliğini kendi karakterinde eriten geri zekalı sayısı tahmin ettiğinizden çok fazladır. ve beni mutlaka bulurlar.

yazdığım her yazıda illaki menfaatim yoktur. yeri gelir başka amaçla da yazışırım. peki, menfaatim bile olmamasına rağmen; yazıştığım bürokrat ya da profesyonelle empati kurmaya, nezaketi eksik etmemeye çalışan ben, aldığım cevaplarda neden sürekli o kibiri hissederim? çünkü insan nüfusunun yüzde doksan dokuzu komplekslidir. diye avutuyorum kendimi.

bir gün, o uzun cümlelerle, imla hatalarıyla, gerekli-gereksiz kelimelerle kendini çok iyi ifade ettiğini düşünenlerden birinin yazısını kırmızı kalemle düzelterek, "daha çok çaba göstermelisin" notunu yazıp geri postalayabilirim. düşünüyorum bunu.

4 Mart 2011 Cuma

doğru

doğru ve yanlış ile ilgili şöyle düşünüyorum:
aslında ana fikrim, "kime göre neye göre doğru"ya dayanıyor, oldukça basit.
halihazırda ortalığa ahlak-din ekseninden uzaklaşıp bakmayı 'tercih eden' birçoğunun söylediği şey. iki bin yıl evvel de söylenebildiği için bu da kendi ümmetini, kendi sebep-sonuç ilişkisini (dolayısıyla kendi etiğini) ve fanatiğini yaratmış durumda zaten. ama bunun diğerinden farkı, öteki gibi sınırlara sahip olmaması, ucunun bucağının bulunamaması. bunu iyi anlamda söylemiyorum. kendi oturduğun yerden (mecburen subjektif) bakınca gittikçe gidersin ama yanlışı bulamazsın. veya yanlıştan başladıysan doğruyu. kime göre neye göre diye diye boş boş ilerlersin.

o yüzden konuyla ilgili ne yapıyorum? aynı tanrıyı düşünür gibi bir yerden sonra bırakıyorum, duruyorum. devamını düşünmüyorum. bilimsel değilim, bir sonuca ulaşamıyorum ama kendi orbitalimde çok uçlara ihtiyaç duymuyorum zaten, halimden memnunum.

tüm bunlara, bana akıl danışan adam sayesinde geldim. basite indirgenmiş hali tabii. burdan tümevarılabilir:
herhangi bir konu üstünde uzmanlaştığınız kanaati varsa çevrenizde, size akıl danışılır. ben de yaparım bazen, azaltmaya çalışıyorum. akıl danışılınca; ve gerçekten 'uzman'san eğer, karşı tarafın istediği somut cevabı veremezsin. çünkü çok fazla alternatif, girdi ve her girdinin ayrı ayrı senaryoları vardır. karşı taraf basitçe "en doğrusu" kısayolunu sorar ama aslında bunun cevabı yoktur, dediğim gibi çok değişkendir. neye göre en doğrusu?

bazen uzman olduğunuz konuda soru sorulurken daha bilinçli davranılır ve soru detaylandırılır. sorulan, en ince detayına kadar tarif edilir ve en doğrusu talep edilir. buna verilen cevap çizilen o senaryonun en doğrusudur. mutlak doğru kabul edilmemelidir. (bence)

öte yandan eminim, eric clapton ve chris deburgh wonderful tonight'la lady in red'i tamamen aynı hissiyatla yazmışlar.
ben de biliyorum onu evet, çok zevklidir.

20 Şubat 2011 Pazar

das experiment

hakikatin durağanlığını fark etmemiz gerekir.
gerçek, her şeyden bağımsız, stabil olarak havada asılı durur. ona karşıdan ve "uzaktan" bakarken düşündüklerimiz kendisini etkilemez fakat bizim için aynı şey geçerli değildir, etkileniriz.
'bir şey, sahip olana kadar sana aittir'den yola çıkarsak; gerçeğin (iyi, arzuladığımız bir gerçekse şayet) kendisine ulaştıktan sonra durağanlığını ister istemez fark eder ve biz de stabilleşir, heyecanımızı kaybederiz. işin iyi tarafı, bu kötülük için de aynıdır. kötü bir şeyin hakikatine yine uzaktan bakarken gereksizce korkarız ama kötü, başımıza geldiğinde de aynı şekilde durağanlaşır. yine ilk heyecanımızı ve 'korkumuzu' kaybederiz. çoğu zaman altından kalkarız.

gerçeğin durağanlığının sebebi, hakikatin kendi içinde ahlaki değer taşımadığından kaynaklanıyor olabilir. çünkü bizdeki iyi-kötü, etiğe göre konumlanmıştır. ahlaki değerlere uygunsa iyi, değilse kötüdür. ama hakikat tüm bunlardan bağımsız, özgürdür.

das experiment'ten, bana bunları hatırlatan, düşündürten sahne: (yönetmen kesinlikle bunu amaçlamamış, başka bir şey söylemek istemiş olabilir. bu hakikati değiştirmez.)

- burada taksi şöförlüğü yaptıgınız yazıyor. bunu esas mesleginiz olarak mı yoksa geçici mi yapıyorsunuz?
- geçici derken?
- bunu soruyorum çünkü burada felsefe ve sosyoloji okudugunuz yazıyor?
- ah evet, doğru. o, geçici bir şeydi.

santana - put your lights on

9 Şubat 2011 Çarşamba

rüya

çok içtiğim bir gecenin rüyasında (ki çoğunlukla o zaman görüyorum) ortaköy camii'nin hemen yanında beyaz örtüler üzerinde, sokakta, bir adam, bir kadın ve ben içki içiyoruz. deniz kenarındayız, etrafta başka masa da yok. insanlar sagdan soldan geçiyor; kimse garipsemiyor.
adam ünlü bir müzisyen fakat kim olduğunu, adını bilmiyorum. ama çok ünlü olduğunun farkındayım. kadın felaket güzel.

rüyanın başında benim üzerimde bir huzursuzluk var. kadın güzel, adam müzisyen, burda ben ancak avucumu yalarım huzursuzluğu. muhabbete pek katılmıyorum, katılmayınca mecburen ikisi konuşuyorlar, ikisi konuştukça ben daha da huzursuzlanıyorum, üzülüyorum, üzülüyorum.

adam michael stipe ayarlarında, yaşlıca, ama rock star üniforması değil de, daha efendice gömlek - ceket falan giymiş. benim üzerimde de gömlek var. kadının oturduğu yeri hesaplamaya çalışıyorum, bana mı müzisyene mi daha yakın diye, ordan büyük anlamlar çıkarma peşindeyim fakat santimle hesaplayıp oturmuş sanki, tam ortada duruyor. üzerinde beyaz bir body var (niye acaba?).

konu çoğunlukla müzik etrafında dönüyor. her fikir beyanımda michael beni tersliyormuş, küçümsüyormuş hissine kapılıyorum. çok sinirleniyorum buna. ulan michael koskoca adamsın, bir hatuna artistlik yapmak için yakışıyor mu, diye iç geçiriyorum.

ve müzisyen muhabbetin hararetli bir yerinde en kötü hamlesini yapıyor, pulp hakkında yanlış bir bilgi veriyor kadına. şu ana kadar edindiğim izlenime göre kadın da müzikle ilgili, düzeltmesi için iki - üç saniye veriyorum, yüzüne bakıyorum, hala hayranlıkla michael'ı dinliyor. gürültü yüzünden bir kelime kaçırmaktan korkuyor, gözlerini kısmış, kulağını hafifçe michael'e doğru çevirmiş, yani pratikte bana bakıyor. o yüzden itirazımı önce ona yapıyorum:

- yok öyle değil. o röportajında jarvis nightmare'den bahsetmiyor. (kendimden emin gülümseyerek)
- nasıl yani? neyden bahsediyor? (artık sadece bakışları değil, kendisi de bende)
- ilerde çıkaracağı albümden. hatta sonra angela'ya koyuyor onu.
- nerden çıkardın ki bunu? (müzisyen)

burda başlıyorum uzun uzun anlatmaya. daha çok kadına bakarak anlatıyorum. halbuki soruyu michael sormuştu. ayıp olduğunun, hatta belli olduğunun farkındayım ama umursamıyorum. mimiklerle, jestlerle izah ediyorum kadına.

işte ne oluyorsa oluyor, uzun hikayemin sonunda nedense mağlup oluyorum. arada iddiaya da girmişiz, ne olursa diye kabul etmişim tabii, ve kaybediyorum.
cezam denize girmek.
michael da kadın da bana bakıyorlar, ben denizin kenarında suya atlamak üzereyim. ozan diyorum, nasıl bu pozisyona geldin? ne işin var denizde, saçmalama otur yerine diyorum ama bunlardan ses yok. atlamamı bekliyorlar. biraz daha dolanıyorum kenarda, suda kaya var mı diye bakma bahanesiyle, tamam gel gel otur demelerini bekliyorum ama demiyorlar. resmen atlamamı istiyor manyaklar. hadi michael'ı anladım, rakibini iyice mağlup etmek, yerden kaldırmamak istiyor ama kadına ne oluyor? benden hoşlanmasını geçtim, bir kadın şefkati, bir kadın anlayışı falan da mı yok bunda? demek ki benden tuzluk kadar bile etkilenmemiş. rüyanın başındaki huzursuzluk kahıra dönüşüyor.

son umut bunlara bir kez daha baktıktan sonra lanet olsun diyorum, atlıyorum suya. buz gibi su. gömleğim, pantolonum ağırlaşıyor, vücuduma yapışıyor. geri zekalı gibi yüzüyorum biraz. sahile dönüyorum, masaya doğru, bana bakmıyorlar bile. müzisyen yine bir hikayelerde. ağlamak istiyorum.

kan ter içinde uyanıyorum. odadaki klima sıcak modunda açık kalmış. müthiş rahatlıyorum. kadın yok, michael yok, güvenli yatağımdayım. mışıl mışıl uykuya dalıyorum.

pet shop boys - love etc. (intro'sunu bi yerden hatırlıyorsunuz değil mi? yaa, yaa.)

30 Ocak 2011 Pazar

başlığı yazını bitirdikten sonra koy ozan, yazını oku ve aklına gelen ilk kelimeyi yaz

google ve feysbuk'a aynı anda kafa tutacak projemi açıklıyorum:
www.fotografiniyuklesanakimoldugunusoyleyeyim.com

nasıl çalışıyor? siteye giriyoruz, aynı google gibi sade bir sayfa, tek bir "upload" tuşu var, basıp bilgisayarındaki fotoğrafı yüklüyorsun. arıyor, tarıyor hop sana adını yaşını vs. söylüyor. hiç bir şey yapamasa en kötü feysbuk sayfasının link'ini veriyor.
proje müthiş ama altyapı ve veri eksikliği konularında çok çalışmak lazım. üşeniyorum. aslında mark'a bi mesaj atmayı düşünmedim değil. mark'cığım böyle böyle bir fikrim var ne dersin ha becerebilir miyiz, altından kalkabilir miyiz mesajıma ozan'ım çok güzel düşünmüşsün uçak biletlerini dün kargoya verdim, yarın öbür gün eline ulaşır hemen gel, bu konuyu da öyle fazla sağda solda konuşup şey yapma diye cevap attığını hayal ettim, gülümsedim. olabilir bunlar hiç belli olmaz, önce projeye inanmak lazım.

bundan elli sene sonra insanlar üç boyutlu tv'lerinde history channel izlerken sitenin ortaya çıkış hikayesinde beni atlamasınlar en azından. iki - üç cümle söyleseler hakkımı helal ederim.
"bu fikrin ilk olarak ozan sezen'den çıktığı, mark zuckerberg'e attığı şu feysbuk mesajından da görülebilir. (bu sırada ekranda benim mesaj belirir) fakat mark bu dahiyane fikirden çok etkilenmesine rağmen ozan'a cevap atmaz ve sanki kendi buluşuymuş gibi projenin üzerinde çalışmaya başlar." çok şey istemiyorum, bu kadarı yeter.

nefret

'nefret ediyorsan hala bir şeyler hissediyorsun demektir, tamamen unutmuş olsan hiç aklına bile gelmez, nefret falan edemezsin' fikrini ilk ortaya atan geri zekalıya sesleniyorum:

evet bir şeyler hissediyorum, nefret. kin. sen bunu kastetmiyorsun tabii.
bence sen kendini doğru ifade edemiyorsun, aramızdaki anlaşmazlık buradan çıkıyor olabilir. senin söylemek istediğin sürekli lineer bir çizgide devam eden ve her gününün belli anlarında aşağıdan kafasını uzatıp kendini hatırlatan nefret olmalı. bak öyle dersen bir ölçüye kadar katılabilirim. neden bi yere kadar? çünkü her on dakikada bir zihnini meşgul eden her şeyi sevmek zorunda da değilsin. sen, zihnini bu kadar meşgul ediyorsa demek ki seviyorsun, bu bunun kanıtıdır diyorsun muhtemelen. ama benim beynimi 6 ay önce kullandığım kredinin faiz ödemeleri de sürekli meşgul ediyor olabilir. halbuki bankayı da faizi de sevmiyorum? hatta nefret ediyorum işte? ama sürekli kafamı meşgul edebiliyor. demek ki neymiş, kafamı kurcalayan her şeyi, her insanı sevmek zorunda değilmişim. senin söylediğinin doğru olduğu alternatifler de var tabii. ben sadece tersini ispat edip bunun mutlak doğru olmadığını söylemeye çalışıyorum canım.

he ama sadece onu değil, genel parantezde, sık sık hatırlamasan da, eğer birinden nefret ediyorsan mutlaka ona karşı bir şeyler hissediyorsundur diyorsan zaten akraba evliliğisin.
ben, hiç aklıma gelmeyen ama adı anıldığı ya da bana sorulduğu sebebiyle hatırladığım birinden o anda yeniden nefret edebilir, bunu sorana söyleyebilir, bir dakika sonra yeniden unutabilirim. birisi bana kötülük etmiştir, ondan nefret etmişimdir ama bu, şu anki hayatımda bir problem teşkil etmiyordur? bunda anlamayacak ne var güzel kardeşim?

sene 1997. ingiltere'de yaz okulundayım. akşam tv 'mute' modundayken, yani hiç duymadan izlediğim klipteki kadını (grubun üyesi bile olmamasına rağmen) çok beğendiğim için ertesi gün okul çıkışı virgin'e gidip belki albümün iç kapağında falan resmi vardır diye alıyorum. o sıralar sanırım internet yaygın değil. eve geliyorum, albümü discman'ime takıyorum ve nedense, birinci şarkı olmamasına rağmen, ilk bu çalıyor. o günden beri bush dinlerim. sesi kurt cobain'i hatırlatıyor.

17 Ocak 2011 Pazartesi

sır

bilen bilir, şahsımınkiler hariç, çok iyi sır tutarım.
bunu bir iş kolu olarak da görebiliriz.
şirketi ortaokulda kurdum, müşterilerim tek-tük'tü ama dükkan kendini döndürüyordu. sonra, işini iyi yapan her esnaf gibi benim de ünüm yavaş yavaş yayılmaya başladı. ünüm yavaş yavaş ve ağızdan ağıza yayılmak zorundaydı çünkü sektörüm gereği reklam yapamazdım. sırlar arttı, müşteriler ve yanlarında getirdikleri diğer müşteriler sayıca çoğaldı. bu mesleğin sevdiğim iki yanı var:
birincisi, herhangi bir şeyi iyi yapmanın kişiye verdiği keyif. yani bir şeyde iyi olmak. iyi bankacı olmak, iyi manav olmak gibi, ne olursa. sektörümde liderim. her meslek gibi bizimkinde de iyi olmak zor. bankacılığa benziyor baktığın zaman aslında. verilen mevduatı kasada saklıyoruz.
ikincisi ise bana teslim edilen mevduatın değeri. piyasa değeri çoğu zaman yüksek. satsan büyük para eder. bu yüksek değer ve onu sağlamca kasada saklamak, çok hızlı bir arabayla otobanda yavaş yavaş gitmeye ve seni geçen arabaları izlemeye benziyor. gücü ayağının altında hissediyorsun, biliyorsun ama hiç kullanmıyorsun. güzel hissiyat.

sektörün önü açık. büyümeye devam edebilirim. sonuçta isviçre bankası gibi isim yapmışım. selpak olmuşum, jilet olmuşum.

nick cave - where the wild roses grow

3:35

"I kissed her goodbye
said all beauty must die"

bölümünde zıplayasım geliyor.