eleştirinin de tadı kaçıyor bu zamanda. eleştirdiğin şeyi de eleştiriyorlar. eleştirdiğin şeyi eleştirenleri bile eleştiriyorlar hatta şu anda, oraya kadar geldik. en basitinden popüler kültürü ele alsan, fight club'ı falan yeni izlediysen mesela, ohoooh zibilyon tane eleştirisi var her yerde. orta-alt sınıf bile yapıyor o işi artık. sırf işçi değil, memur bile eleştiriyor yeri geldiğinde. sonra onu eleştirenleri eleştirenlerden de çok var. o dalga geçtiğiniz anaakım, zamanın ruhudur, gerçek sanattır, sanat halk için yapılır diye savunan, sol eğilimli adamlar. bunlar biraz daha orta yaşlı, daha bir "sanatçıyım" diyenler. yok yanılıyorsunuz, dalga geçiyorsunuz ama, o iş aslında öyle değil deyip tekrar kenara çekilen bilge kılıklı tipler. az da olsa onları eleştirenler bile var, zincirin son halkası olarak. şu anda komik gelen ama yirmi yıl sonra anlaşılır bulacağımız hafif balatayı sıyırmış sanatçılar. örnek mi lazım, dali olabilirdi mesela. güncel model aklıma gelmedi şimdi.
bir şeyi eleştireceğim, oturuyorum karıştırıyorum biraz dergi mergi internet falan, sağını solunu iyice öğreneyim diye; hevesim kursağımda kalıyor. benim temayı çoktan ele almışlar, ele alanı tefe koyup oynatmışlar, şu sıralar tefe koyana sarıyorlar gibi bir pozisyonla karşılaşıyorum. işin keyfi kaçıyor. o zaman bu iş de biraz modaya dönüyor. adamlar üçüncü çemberdeyken sen oturup birincisini eleştirsen eski moda olursun, eleştiremiyorsun. ya ben popüler kültürü eleştireceğim yine yeni yeniden?. yok, bitirdik onu biz. peki, öyle olsun.
31 Ağustos 2009 Pazartesi
30 Ağustos 2009 Pazar
bebiş
kendi çocuğunu kıskanma diye bir şey var literatürde, tamamen katılıyorum. olabilir yani.
insan kendi çocuğunu karısından / kocasından kıskanır mı, bence kıskanabilir, yani şimdi düşününce olabilir diyorum. yok be öyle şey olur mu diye kestirip atmıyorum çoğunuz gibi. neden kıskanabilir insan çocuğunu?
bunu açıklamak için önce bir noktada anlaşmamız gerekir. şimdi ortada eğer bir çocuk meselesi varsa akabinde ya bir evlilik var ya da uzun zamandır süren ve süreceği öngörülen bir hayat arkadaşlığı. sıfatı bana fark etmez fakat ikisinden biri var kesin. ikisinden biri varsa, karşımızdakinin şu kafaya ulaşmış olması lazım bir kere:
sen benim malımsın, ben de senin.
bu saatten sonra sen kendinden önce bana aitsin. bunun bilincini her zaman içinde taşıyacaksın. sonrasında kendine sahip olabilirsin ama önce ben geliyorum. kendinle ilgili (vücudun, kariyerin, saçın hatta ruh halin) herhangi bir değişiklik yapmadan önce benim onayımı alacaksın, ben de senin.
e ozan bu senin daha evvel atıp tuttuğun özgürlük meselesiyle çelişiyor. hani herkes beraberken bile özgür kalabilmeliydi?
sen okuduğunu da anlayamıyorsun o zaman, otur sıfır. her şeyi tane tane anlatacak mıyız kardeşim, herhangi bir yerden tümevaramıyor musunuz?
ben ne dedim, bunun bilincinde olacaksın dedim. bu demek değil ki, her şeyi bana soracaksın. sana geniş bir alan verdim, takıl kafana göre ama kulağına da o beyaz plastiklerden taktım, sınırlarını bilesin, kenarlara yaklaşınca hatırlayasın diye. sınırı geçip geçmemeyi düşünürken aç bana sor diyorum bir nevi. e tamam işte herkesin yaptığı da bu zaten, normali, olması gerekeni bu diyorsan çık üst paragrafı bir daha oku. gene olmadıysa aç sor anlatayım, çekinme, üşenmem valla anlatırım.
buraya kadar itiraz yoksa devam edelim. ha varsa, zaten çocuk meselesine de çok vardır, helalleşelim o zaman, karşılıklı iyi dileklerimizi alıp verelim, öpelim sahte sahte devam edelim. daha yolumuz uzun, erken çıkalım.
böyle kaynaşmış bir halde sürerken hayatlarımız, tek vücut olmuşken (sevişmek çiftleşmek değil tekleşmektir. - cemal süreyya) o da nesi, bir anda bir bebiş çıkıyor ortaya. bebiş bence bu dünyada başarabileceğin en iyi şey, kendini gerçekleştirmenin en üst noktası. ama, işte orda bir ama var.
ama bir de bakıyoruz hayattaki dublörümüz dikkatini üzerimizden yavaş yavaş çekiyor. konsantrasyonunun hedefini değiştiriyor. yavaş yavaş da değil hatta pardon, bir anda. bıçakla kesilmiş gibi.
olmaz işte öyle şey, kabul etmiyorum itiraz ediyorum. paylaşmak nedir ya, gidin anaokulundaki çocuklara öğretin onu ileride problem çıkarmasınlar diye, ben istemiyorum. hepsi benim olsun.
bunlar olabilir yani bilmiyorum. bak hayal ettik oldu, çok gerçekçi. başımıza gelebilir. belki de çocuk sahibi olmanın bambaşka bir kafası vardır, böyle şeyler hissetmiyorsundur. yine de illaki birilerine olmuştur bu. birilerine olmuşsa bana da mutlaka olur.
günün şarkısı: sagopa kajmer - baytar.
insan kendi çocuğunu karısından / kocasından kıskanır mı, bence kıskanabilir, yani şimdi düşününce olabilir diyorum. yok be öyle şey olur mu diye kestirip atmıyorum çoğunuz gibi. neden kıskanabilir insan çocuğunu?
bunu açıklamak için önce bir noktada anlaşmamız gerekir. şimdi ortada eğer bir çocuk meselesi varsa akabinde ya bir evlilik var ya da uzun zamandır süren ve süreceği öngörülen bir hayat arkadaşlığı. sıfatı bana fark etmez fakat ikisinden biri var kesin. ikisinden biri varsa, karşımızdakinin şu kafaya ulaşmış olması lazım bir kere:
sen benim malımsın, ben de senin.
bu saatten sonra sen kendinden önce bana aitsin. bunun bilincini her zaman içinde taşıyacaksın. sonrasında kendine sahip olabilirsin ama önce ben geliyorum. kendinle ilgili (vücudun, kariyerin, saçın hatta ruh halin) herhangi bir değişiklik yapmadan önce benim onayımı alacaksın, ben de senin.
e ozan bu senin daha evvel atıp tuttuğun özgürlük meselesiyle çelişiyor. hani herkes beraberken bile özgür kalabilmeliydi?
sen okuduğunu da anlayamıyorsun o zaman, otur sıfır. her şeyi tane tane anlatacak mıyız kardeşim, herhangi bir yerden tümevaramıyor musunuz?
ben ne dedim, bunun bilincinde olacaksın dedim. bu demek değil ki, her şeyi bana soracaksın. sana geniş bir alan verdim, takıl kafana göre ama kulağına da o beyaz plastiklerden taktım, sınırlarını bilesin, kenarlara yaklaşınca hatırlayasın diye. sınırı geçip geçmemeyi düşünürken aç bana sor diyorum bir nevi. e tamam işte herkesin yaptığı da bu zaten, normali, olması gerekeni bu diyorsan çık üst paragrafı bir daha oku. gene olmadıysa aç sor anlatayım, çekinme, üşenmem valla anlatırım.
buraya kadar itiraz yoksa devam edelim. ha varsa, zaten çocuk meselesine de çok vardır, helalleşelim o zaman, karşılıklı iyi dileklerimizi alıp verelim, öpelim sahte sahte devam edelim. daha yolumuz uzun, erken çıkalım.
böyle kaynaşmış bir halde sürerken hayatlarımız, tek vücut olmuşken (sevişmek çiftleşmek değil tekleşmektir. - cemal süreyya) o da nesi, bir anda bir bebiş çıkıyor ortaya. bebiş bence bu dünyada başarabileceğin en iyi şey, kendini gerçekleştirmenin en üst noktası. ama, işte orda bir ama var.
ama bir de bakıyoruz hayattaki dublörümüz dikkatini üzerimizden yavaş yavaş çekiyor. konsantrasyonunun hedefini değiştiriyor. yavaş yavaş da değil hatta pardon, bir anda. bıçakla kesilmiş gibi.
olmaz işte öyle şey, kabul etmiyorum itiraz ediyorum. paylaşmak nedir ya, gidin anaokulundaki çocuklara öğretin onu ileride problem çıkarmasınlar diye, ben istemiyorum. hepsi benim olsun.
bunlar olabilir yani bilmiyorum. bak hayal ettik oldu, çok gerçekçi. başımıza gelebilir. belki de çocuk sahibi olmanın bambaşka bir kafası vardır, böyle şeyler hissetmiyorsundur. yine de illaki birilerine olmuştur bu. birilerine olmuşsa bana da mutlaka olur.
günün şarkısı: sagopa kajmer - baytar.
(2'59'') seni içeren masallarım anlatılacak kadar kısa değiller.
27 Ağustos 2009 Perşembe
özgürüm özgürsün özgür
türbanla üniversiteye girilir / girilmez meselesine şöyle de bakılabilir:
"girilir" topluluğunun elindeki en büyük koz ne? özgürlük.
türkiye cumhuriyeti devleti'nde yaşayan tüm vatandaşların özgürlüğü, bir diğer vatandaşın özgürlük sınırına kadar mevcuttur ama siz bizim kişisel özgürlüğümüzü elimizden alıyorsunuz manasına gelen şeyler söylüyorsunuz.
siz - biz diye ayırmak istemiyorum aslında ama başka türlü nasıl ifade edeceğimi bilemedim.
sizin talep ettiğiniz özgürlük kavramı tartışılır.
şikayetçi olduğunuz özgürlük mahrumiyetini devlet platformunda değerlendiriyorsunuz. biri de gelip sizi din platformunda ne kadar özgür olduğunuza dair değerlendirse sonucun pek bağımsız, hür çıkacağını düşünmüyorum. kendinizi kendi isteğinizle belli kalıplar arasına sıkıştırıyorsunuz fakat o kalıplara inanç, din adını verdiğinizden dokunulmazlık kazanıyorsunuz. tüm toplum, hatta devlet karşısında bir anda eleştiriye kapalı, saygı duyulması gereken bir zemine geçiyorsunuz. tılsımlı kelime "din" i telaffuz ettiğiniz anda. o noktadan ileriye geçilemiyor, eleştirilemiyor, hemen saygı duyuyorum diyerek geri çekilmek mecburiyetinde hissediliyor.
ama ben burda samimiyetsizlik, ikiyüzlülük görüyorum. özel hayatında özgür olmayan birinin özgürlük talep etmesini ihtiyacı olmadığı halde alışverişe çıkma hastalığına benzetiyorum.
bu açı da biraz dar gerçi. özgürlüğün de tam olarak tanımının yapılması gerekli. tartışılır yani, yine de bu samimiyetsizlik dikkatimi çekti.
"girilir" topluluğunun elindeki en büyük koz ne? özgürlük.
türkiye cumhuriyeti devleti'nde yaşayan tüm vatandaşların özgürlüğü, bir diğer vatandaşın özgürlük sınırına kadar mevcuttur ama siz bizim kişisel özgürlüğümüzü elimizden alıyorsunuz manasına gelen şeyler söylüyorsunuz.
siz - biz diye ayırmak istemiyorum aslında ama başka türlü nasıl ifade edeceğimi bilemedim.
sizin talep ettiğiniz özgürlük kavramı tartışılır.
şikayetçi olduğunuz özgürlük mahrumiyetini devlet platformunda değerlendiriyorsunuz. biri de gelip sizi din platformunda ne kadar özgür olduğunuza dair değerlendirse sonucun pek bağımsız, hür çıkacağını düşünmüyorum. kendinizi kendi isteğinizle belli kalıplar arasına sıkıştırıyorsunuz fakat o kalıplara inanç, din adını verdiğinizden dokunulmazlık kazanıyorsunuz. tüm toplum, hatta devlet karşısında bir anda eleştiriye kapalı, saygı duyulması gereken bir zemine geçiyorsunuz. tılsımlı kelime "din" i telaffuz ettiğiniz anda. o noktadan ileriye geçilemiyor, eleştirilemiyor, hemen saygı duyuyorum diyerek geri çekilmek mecburiyetinde hissediliyor.
ama ben burda samimiyetsizlik, ikiyüzlülük görüyorum. özel hayatında özgür olmayan birinin özgürlük talep etmesini ihtiyacı olmadığı halde alışverişe çıkma hastalığına benzetiyorum.
bu açı da biraz dar gerçi. özgürlüğün de tam olarak tanımının yapılması gerekli. tartışılır yani, yine de bu samimiyetsizlik dikkatimi çekti.
26 Ağustos 2009 Çarşamba
haydar dümen
haydar dümen demiş ki:
"hür iradeye dayalı partner seçiminin olmadığı toplumlarda dejenerasyon kaçınılmazdır."
işte yıllardır aradığımız sebep. hiç aklıma gelmemişti, cidden. bunu hiç düşünmemiştim.
o yüzden çirkiniz biz. o yüzden erkeklerimiz kavruk kavruk, kadınlarımız efes şişesi gibi.
demek ki içgüdüsel olarak dejenerasyonu engelleyecek partner seçiyorsun sana kalsa. ama genelde kalmıyor tabii. anan seçiyor, baban seçiyor.
sene olmuş iki bin dokuz (o da milattan sonra, daha bunun miladı var öncesi var), biz hala hayvanız o zaman. biz derken türkleri değil, insanlığı kastediyorum.
hala içgüdülerle hareket ediyoruz. bize kalsa, içtimai sebepler, pragmatik kararlar olmasa aslında, bir şekilde (içgüdü nasıl çalışıyorsa artık) partnerimizi kendi metobolizmamıza optimum uyanından bulup seçiyoruz. feromon, gen, tükürük, bunların yardımıyla herhalde. e peki piramide ne oldu o zaman? para, kariyer, eğitim, para, zeka, para, ahlak, ego, para, bunlara ne oldu, hiç mi önemleri yok? hepten de içgüdüsel değildir herhalde. şu da var: eğer bunların etkisi içgüdüden fazlaysa aynı kapıya çıktı yine. yine dejenerasyon olur içgüdülerini dinlemedin diye. çok zenginlerin çocukları şişman ve çirkin olurlar genelde ya, bu yüzden olabilir mi? anneleri içgüdüyü pek dikkate almamış partner seçiminde, çocuk da dejenerasyonun ilk halkası olarak dünyaya gelmiş olamaz mı? bence hayli olur.
tabii ya. içgüdülere göre hareket etmek lazım. doğrusu o demek ki. dejenerasyonu engelleyelim. sırf dejenerasyon için de değil, her alanda uygulanır bu. ilk verdiğin cevap doğrudur hesabı.
- burcun ne ozan?
- balık.
- hadi canım, aaa çok duygusalsın o zaman sen. nasıl bir kişisindir peki? yani bazı kişiler kalbiyle karar verir mesela. içgüdülerine göre karar verir. bazı kişiler de mantığıyla hareket eder yani. daha bi sağlamcıdırlar. ben her ikisine de başvururum. insan bazen kalbine bazen de mantığına göre karar vermelidir bence. yani dengelemek lazım. ben öyle düşünüyorum.
zaten apaçık ortada duran bilinenleri kendisi tespit etmiş gibi yeniden sunan, klişelerin vazgeçmeyen takipçisi yemek arkadaşlarım; hepinizi seviyorum.
"hür iradeye dayalı partner seçiminin olmadığı toplumlarda dejenerasyon kaçınılmazdır."
işte yıllardır aradığımız sebep. hiç aklıma gelmemişti, cidden. bunu hiç düşünmemiştim.
o yüzden çirkiniz biz. o yüzden erkeklerimiz kavruk kavruk, kadınlarımız efes şişesi gibi.
demek ki içgüdüsel olarak dejenerasyonu engelleyecek partner seçiyorsun sana kalsa. ama genelde kalmıyor tabii. anan seçiyor, baban seçiyor.
sene olmuş iki bin dokuz (o da milattan sonra, daha bunun miladı var öncesi var), biz hala hayvanız o zaman. biz derken türkleri değil, insanlığı kastediyorum.
hala içgüdülerle hareket ediyoruz. bize kalsa, içtimai sebepler, pragmatik kararlar olmasa aslında, bir şekilde (içgüdü nasıl çalışıyorsa artık) partnerimizi kendi metobolizmamıza optimum uyanından bulup seçiyoruz. feromon, gen, tükürük, bunların yardımıyla herhalde. e peki piramide ne oldu o zaman? para, kariyer, eğitim, para, zeka, para, ahlak, ego, para, bunlara ne oldu, hiç mi önemleri yok? hepten de içgüdüsel değildir herhalde. şu da var: eğer bunların etkisi içgüdüden fazlaysa aynı kapıya çıktı yine. yine dejenerasyon olur içgüdülerini dinlemedin diye. çok zenginlerin çocukları şişman ve çirkin olurlar genelde ya, bu yüzden olabilir mi? anneleri içgüdüyü pek dikkate almamış partner seçiminde, çocuk da dejenerasyonun ilk halkası olarak dünyaya gelmiş olamaz mı? bence hayli olur.
tabii ya. içgüdülere göre hareket etmek lazım. doğrusu o demek ki. dejenerasyonu engelleyelim. sırf dejenerasyon için de değil, her alanda uygulanır bu. ilk verdiğin cevap doğrudur hesabı.
- burcun ne ozan?
- balık.
- hadi canım, aaa çok duygusalsın o zaman sen. nasıl bir kişisindir peki? yani bazı kişiler kalbiyle karar verir mesela. içgüdülerine göre karar verir. bazı kişiler de mantığıyla hareket eder yani. daha bi sağlamcıdırlar. ben her ikisine de başvururum. insan bazen kalbine bazen de mantığına göre karar vermelidir bence. yani dengelemek lazım. ben öyle düşünüyorum.
zaten apaçık ortada duran bilinenleri kendisi tespit etmiş gibi yeniden sunan, klişelerin vazgeçmeyen takipçisi yemek arkadaşlarım; hepinizi seviyorum.
tarantino
tarantino'nun şu yeni filmine gittim dün. güzel.
sinematografiden falan anlamam, eleştiride çıkış noktam çok film izlemiş olmam o kadar. ama herifin o en önemli sahneye nasıl olup da herhangi bir müzik koymadığını anlamadım.
sen tarantino'sun büyük düşün.
o, sinemanın yanmaya başladığı sahneye neden hiç müzik yerleştirmezsin?
filmin kırk beşinci dakikasından sonra anlaşıldı ki o sinema eni sonu yanacak. ya yanacak, ya patlayacak ya da içeride millet birbirini öldürecek ki, hepsi birden oldu sonunda. ortalarına doğru filmin, dedim kesin o sahne son sahne olacak ve çok iyi bir müzikle bitirecek. hatta filmden geç çıkarım soundtrack'in adını falan da okur öyle giderim, evde yüklerim diye düşündüm. bekledim bekledim sahne geldi. yanmaya, patlamaya başladı bina ama çıt yok. anca taka tuka kurşun sesleri. çok yazık oldu tarantino, yakışmadı sana.
film kötü değil gerçi ama konusu açılmışken hemen yılmaz abi'ye de kulak verelim. vizontele ile ilgili bir röportajından:
bu film dünya standartlarına göre çekilmiştir diyebilirim. her şeyin en iyisini kullanalım istedim. çünkü eğer gerçekten iyi bir film yaparsanız, o sonsuza kadar yaşar. fakat kötü bir film yaparsanız, maalesef o da sonsuza kadar yaşar.
sinematografiden falan anlamam, eleştiride çıkış noktam çok film izlemiş olmam o kadar. ama herifin o en önemli sahneye nasıl olup da herhangi bir müzik koymadığını anlamadım.
sen tarantino'sun büyük düşün.
o, sinemanın yanmaya başladığı sahneye neden hiç müzik yerleştirmezsin?
filmin kırk beşinci dakikasından sonra anlaşıldı ki o sinema eni sonu yanacak. ya yanacak, ya patlayacak ya da içeride millet birbirini öldürecek ki, hepsi birden oldu sonunda. ortalarına doğru filmin, dedim kesin o sahne son sahne olacak ve çok iyi bir müzikle bitirecek. hatta filmden geç çıkarım soundtrack'in adını falan da okur öyle giderim, evde yüklerim diye düşündüm. bekledim bekledim sahne geldi. yanmaya, patlamaya başladı bina ama çıt yok. anca taka tuka kurşun sesleri. çok yazık oldu tarantino, yakışmadı sana.
film kötü değil gerçi ama konusu açılmışken hemen yılmaz abi'ye de kulak verelim. vizontele ile ilgili bir röportajından:
bu film dünya standartlarına göre çekilmiştir diyebilirim. her şeyin en iyisini kullanalım istedim. çünkü eğer gerçekten iyi bir film yaparsanız, o sonsuza kadar yaşar. fakat kötü bir film yaparsanız, maalesef o da sonsuza kadar yaşar.
24 Ağustos 2009 Pazartesi
babacan amca
yazlıklarda her taraf kamusal alandır ya, herkes birbirinin bahçesinde, havuzunda, ağacında, icabında balkonunda, otoparkında takılır, kimse kimseye pek öyle "kışlıktaki" gibi laf etmez ya. işte öyle umumi topraklarda geçerdi bizim yazlar da küçükken. böyle dostane bir türk filmi sahnesi içinde, bir kadir savun eksik.
akşam yemekten sonra çıkardın dışarı, sahil kenarında ergen ergen takılmaca. kızlarla bir ileri iki geri muhabbetler, elde kola, sonralara doğru belki bira. ama sonra nerden nereye gidersen git, her taraf umumi olduğundan, illaki bir amcaya denk gelirdin. ya babanın, dedenin arkadaşı veya ananenin arkadaşının kocası. illa tutar, ozan gel buraya.
kadir savun eksik dedik ama değilmiş işte. kadir abi masada tek başına, içiyor. aynı o babacanlık, kırlaşmış gür saçlar, bıyık, tok ses.
kadir abi'nin gözünden kaçsan hulusi kentmen'e denk geliyorsun, öyle bir ortam var diyorum sana.
burdaki olay şu: babacan amca tek başına masada rakı içiyor. neden tek başına? ya içtiği arkadaşı gitmiş eve yatmış, ya karısı içmiyor, ya da masadakiler işemeye falan eve koşmuşlar. ama amcanın kafa güzel, götürmüş yarım şişe rakıyı. maksat muhabbet on iki yaşında da olsan fark etmez, nasıl olsa kafa güzel.
her gece denk gelmesen iki gecede bir kesin denk geliyorsun bu amcalardan birine. yalnız o zaman şu var, herifin kafayı anlamıyorsun işte çocuk halinle. adamın ruh haline anlam veremiyorsun. içki içtin mi sarhoş olursun o bilgi kafada mevcut ama amcanınki tahayyül edilen "sarhoş" tiplemesi de değil, sağa sola sallanmıyor, levent kırca gibi yuvarlamıyor kelimeleri. fakat daha bir cana yakın, anlatmak için can atan bir amca. gündüz de görüyorum ben bunu sahilde diyorsun, kafayla selam verir geçer, akşam olunca muhabbetçi kesiliyor, anlayamıyorsun. halbuki amca dut gibi o sıra. sen zannediyorsun sarhoş olunca ayakta durulmaz.
o anason kokusunda, tabakta kalmış kavun peynir artıkları eşliğinde turgut özal'ı falan anlatıyor babacan amca. sana da kola koyuyor büyük adam gibi, genelgeçer kurallar hala genelgeçer, misafire bir şeyler vereceksin, hizmet edeceksin. özal yanlış yapıyor diyor, böyle olmaz.
böyle bir sahneye denk geldim geçen, ordan geldi aklıma. babacan amcayla velet içki masasında.
kadir abi, böyle olmaz, rahat bırakın çocukları. kaç gece uykumdan ettiniz beni, yarın sahilin neresinden denize girsem x'e rastlarım planlarıma geç bıraktınız gece gece. sizin kafa dumanlıysa bizimki de çok net değil, ergeniz en nihayetinde. zorla politika dinlettiniz, sonra sırta iki pat pat vurup eve gönderdiniz geç kalma diye. bak kadir abi, samimi söylüyorum bozuşuruz bir daha görürsem. gelir bozarım ortamınızı ayıp olur, sonuçta hala babam yaşında adamsın. ne işin var çolukla çocukla, çok lazımsa çağır beni iki tek atarız, kırmayız seni abimizsin. ama ilişme yeni yetmelere.
akşam yemekten sonra çıkardın dışarı, sahil kenarında ergen ergen takılmaca. kızlarla bir ileri iki geri muhabbetler, elde kola, sonralara doğru belki bira. ama sonra nerden nereye gidersen git, her taraf umumi olduğundan, illaki bir amcaya denk gelirdin. ya babanın, dedenin arkadaşı veya ananenin arkadaşının kocası. illa tutar, ozan gel buraya.
kadir savun eksik dedik ama değilmiş işte. kadir abi masada tek başına, içiyor. aynı o babacanlık, kırlaşmış gür saçlar, bıyık, tok ses.
kadir abi'nin gözünden kaçsan hulusi kentmen'e denk geliyorsun, öyle bir ortam var diyorum sana.
burdaki olay şu: babacan amca tek başına masada rakı içiyor. neden tek başına? ya içtiği arkadaşı gitmiş eve yatmış, ya karısı içmiyor, ya da masadakiler işemeye falan eve koşmuşlar. ama amcanın kafa güzel, götürmüş yarım şişe rakıyı. maksat muhabbet on iki yaşında da olsan fark etmez, nasıl olsa kafa güzel.
her gece denk gelmesen iki gecede bir kesin denk geliyorsun bu amcalardan birine. yalnız o zaman şu var, herifin kafayı anlamıyorsun işte çocuk halinle. adamın ruh haline anlam veremiyorsun. içki içtin mi sarhoş olursun o bilgi kafada mevcut ama amcanınki tahayyül edilen "sarhoş" tiplemesi de değil, sağa sola sallanmıyor, levent kırca gibi yuvarlamıyor kelimeleri. fakat daha bir cana yakın, anlatmak için can atan bir amca. gündüz de görüyorum ben bunu sahilde diyorsun, kafayla selam verir geçer, akşam olunca muhabbetçi kesiliyor, anlayamıyorsun. halbuki amca dut gibi o sıra. sen zannediyorsun sarhoş olunca ayakta durulmaz.
o anason kokusunda, tabakta kalmış kavun peynir artıkları eşliğinde turgut özal'ı falan anlatıyor babacan amca. sana da kola koyuyor büyük adam gibi, genelgeçer kurallar hala genelgeçer, misafire bir şeyler vereceksin, hizmet edeceksin. özal yanlış yapıyor diyor, böyle olmaz.
böyle bir sahneye denk geldim geçen, ordan geldi aklıma. babacan amcayla velet içki masasında.
kadir abi, böyle olmaz, rahat bırakın çocukları. kaç gece uykumdan ettiniz beni, yarın sahilin neresinden denize girsem x'e rastlarım planlarıma geç bıraktınız gece gece. sizin kafa dumanlıysa bizimki de çok net değil, ergeniz en nihayetinde. zorla politika dinlettiniz, sonra sırta iki pat pat vurup eve gönderdiniz geç kalma diye. bak kadir abi, samimi söylüyorum bozuşuruz bir daha görürsem. gelir bozarım ortamınızı ayıp olur, sonuçta hala babam yaşında adamsın. ne işin var çolukla çocukla, çok lazımsa çağır beni iki tek atarız, kırmayız seni abimizsin. ama ilişme yeni yetmelere.
23 Ağustos 2009 Pazar
ömer hayyam
her zaman dogru nedenlerle içmiyoruz,
doğru, nedensiz içiyoruz,
bizi sensizlik yarattı,
yokluğun ölsün diye içiyoruz.
evvela;
benim rızam olmaksızın
dünyaya getirildim.
hayatta;
hayretimden başka bir şeyim artmadı.
sonra yine elimde olmadan
bu dünyadan göçeceğim.
gelmekten, kalmaktan, geçmekten
maksat ne?
hala anlamış değilim.
doğru, nedensiz içiyoruz,
bizi sensizlik yarattı,
yokluğun ölsün diye içiyoruz.
evvela;
benim rızam olmaksızın
dünyaya getirildim.
hayatta;
hayretimden başka bir şeyim artmadı.
sonra yine elimde olmadan
bu dünyadan göçeceğim.
gelmekten, kalmaktan, geçmekten
maksat ne?
hala anlamış değilim.
22 Ağustos 2009 Cumartesi
haber
yazı yazmanın "genel"e hitap eden sorumluluğuyla köşeyazarlarının samimi olamaması.
her azınlıktan, her tabakadan okuyucu kapma telaşıyla istediğini yazamaması.
bu özelliğin yerli/yabancı istisnasız her yazarda olması.
bu özelliğin üstüne bir de gazete sahibinin, genel yayın yönetmenlerinin baskısı eklenince yazıların hepten samimiyetsiz olması.
ertuğrul özkök'ün bu grupların başını çekmesi.
artık gazete ve haber nosyonunun anlamını yitirmesi ve bilginin başka türlü nerden edinilebileceğini merak ediş.
haberin de aynı "gerçek" gibi anlam kaybına uğramasına hayret ediş.
tek kutuba doğru hızla ilerleyen dünyada demokraside olması gerekenin aksine bireylerin seslerinin kaybolması.
goethe'nin ünlü lafı:
kimse özgür olduğuna inanan birinden daha iyi köle olamaz.
ve bunu hatırlamaya seviniş.
her azınlıktan, her tabakadan okuyucu kapma telaşıyla istediğini yazamaması.
bu özelliğin yerli/yabancı istisnasız her yazarda olması.
bu özelliğin üstüne bir de gazete sahibinin, genel yayın yönetmenlerinin baskısı eklenince yazıların hepten samimiyetsiz olması.
ertuğrul özkök'ün bu grupların başını çekmesi.
artık gazete ve haber nosyonunun anlamını yitirmesi ve bilginin başka türlü nerden edinilebileceğini merak ediş.
haberin de aynı "gerçek" gibi anlam kaybına uğramasına hayret ediş.
tek kutuba doğru hızla ilerleyen dünyada demokraside olması gerekenin aksine bireylerin seslerinin kaybolması.
goethe'nin ünlü lafı:
kimse özgür olduğuna inanan birinden daha iyi köle olamaz.
ve bunu hatırlamaya seviniş.
21 Ağustos 2009 Cuma
tercih
şimdiye kadar üçer yıldan iki kişiyle çıkmış kız arkadaş mı, kimseye aşık olmamış ama farklı beş herifle yatmış kız arkadaş mı? hangisini tercih ederiz? geçen oturduk, uzun uzun tartıştık.
tutulması gereken tüm evrensel sabitleri de sabit tuttuk bu tartışmada. nedir bu problemdeki evrensel sabitler? aşk, seks, kıskançlık ve insan kaç kez aşık olabilir dilemması.
ilk deneğimizi şöyle kenara bir tarafa alalım: adı ayşe, yirmi beş yaşında, şimdiye kadar iki kişiyle üçer yıldan ilişkisi olmuş. bu da ayşe'yi "modern" toplum normlarında düzgün bir kız yapar. biz modern toplumcu muyuz; bilakis, yabanılız biz, bireysel düşünceye inanıyoruz, toplumu birarada tutabilmek adına hazırlanıp sunulmuş asgari müşterekleri limit olarak kabul etmiyoruz. o kolay, eğer o limitlerde, -5 ve +5 intervallerinde yaşamaya karar vereceksek vazgeçmemiz icap eden çok şey var zaten. biraz daha genişletelim onu -15 ve +15 iyidir. konuyu dağıtmayalım, biz bunu hep yapıyoruz.
ayşe üçer yıldan iki kişiyle çıkmışsa, ayşe en azından iki kez aşık olmuştur. en azından bu her iki üç yılın da ilk zamanlarında. ya da hepsinde, önemli değil, minimum iki kez aşık olduğunu biliyoruz, o elimizde. minimum diyorum bak, ayşe aşk müptelası bir bünyeyse daha fazla da aşık olmuş ama ilişki yaşayamamış da olabilir, onu bilemeyiz.
biz birinin üçüncü aşkı olmayı kabul ediyor muyuz, soru bu. çeşitli yorumlar geldi, ilk iki aşık olma için "ne var yani, iki kez hasta olmuş gözüyle de bakabiliriz, terli terli su içmiş, iki kez hasta olmuş, sonra geçmiş" dendi. peki üçüncü hastalığının da iyileşmeyeceği ne malum? ayşe şöyle biri, hasta olup olup iyileşiyor devamlı. bir kutu antibiyotikle ayağa kalkıyor bir haftada. halbuki bizim aradığımız öyle bir hastalık değil. bizim hastayı ameliyat masasında kaybetmemiz lazım.
benim ayşe'de en çok takıldığım nokta ise yaşanmışlık duygusu. ayşe yaşamış, bilmiş, tecrübe etmiş. onun kafasında bir "ilk" bulmak çok zor, çok çaba gerektirir. hayır çalışır çabalarız fakat o kadar uğraştan sonra elimize geçen ne? kıyıda köşede kalmış bir "ilk". en büyüklerini kapmışlar çoktan. her erkek kadınının ilki, her kadın erkeğinin sonuncusu olmak ister'e bağlanıyor bu biraz aslında ama doğru. ayşe'nin karşılaştıracak kıstasları var her zaman. bu daha komik, daha ilginç, daha somut, daha iyi, daha cesur... rekabetten çekindiğimizden değil, biz hep şampiyonuz o ayrı ama bir rakibin geçmişten de olsa sırıttığını hissetmek hoş değil.
mavi köşede ise diğer deneğimiz fatma var. fatma yirmi beş yaşında, şimdiye kadar hiç ciddi sayılacak bir ilişkisi olmamış. ama beş farklı herifle (hemcinslerime böyle derim ben. herif, lavuk, eleman. sevmiyorum.) yatmış. fakat bunun standartlarını da belirledik iyice. hiç one night stand yok bir kere, orada anlaşalım. her biriyle önce bir hafta denemiş, sonra yatmış. umduğunu bulamayınca da ayrılmış. fatma'ya muhafazakar toplumda da modern toplum da yakıştırdığımız sıfat belli, eksik etek. ama hemen hesabını kesmeyelim fatma'nın, bir inceleyelim. yapmış ama sor bakalım niye yapmış?
fatma'nın da ayşe'nin de aynı fiziksel güzellikte olduğunu varsayarsak, fatma'nın bu yaşına kadar ciddi bir ilişki yaşayamamış olmasının sebebini ya çevresindeki erkeklerin angutluğuna ya da fatma'nın aşırı seçiciliğine bağlayabiliriz. zaten tüm hemcinslerimdeki sığırlık katsayısını biliyoruz, onu denklemden çıkartalım, demek ki fatma çok seçici. e fatma madem seçicisin, niye gittin beş lavukla yattın diye sormazlar mı adama, sorarlar. fatma şu cevaplardan biriyle gelecektir:
- onlardan hiç bir şey olmayacağını ben de biliyordum, biraz güzel vakit geçirmek istedim sadece, sonra bir daha görüşmeyecektim, o yüzden kimi neden seçtiğim çok önemli değildi. ben özgür bir kadınım.
- her birini özenle seçtim, yirmi beş yıllık hayatımda beş kişi çok da değil, değil mi? ama maalesef hiç biri umduğum gibi çıkmadı. suç benim değil.
ikinci senaryodaki fatma biraz daha gerizekalı ama olsun, ikisi de mantık çerçevesinde.
fatma'da ayşe'de bahsi geçen "ilk"lerden yok. o bunları hissetmemiş, bilmemiş. o, bu yaşına kadar etrafından, arkadaşlarından gördükleriyle idare edip sonuçta da onlarınkinden bir zırh giymiş üzerine. fatma'yı şaşırtmak da mutlu etmek de daha kolay.
hemen bir karşı argüman geldi: "fatma kolayca onunla bununla yatmış, senleyken de yapmayacağı ne malum? hiç bir zaman güvenemem ben fatma'ya."
kardeşiniz topu göğsünde yumuşatıp şöyle geri gönderdi:
fatma daha evvel aşık olmamış ki, o yüzden ona buna vermiş. şimdi sana aşık olunca gözü hiç bir şey görmeyecek, bir ömür mutlu mesut yaşayacaksınız, yan yana susmaktan bile sıkılmayacaksınız.
yani zihinsel olarak bakire değil ayşe. fatma bakire sayılır.
ayşe ile şu problem de var:
- ne güzel yer değil mi, beğendin mi, gelmiş miydin daha önce?
- gelmiştim bir kere. (gözleri başka yere odaklayış, ellerin gereksiz fazla hareket etmesi.)
- hadi ya. ne zaman?
- iki - üç sene evvel gelmiştim. (normalden çok daha kısa cümleler.)
bu pozisyonda ozan ne yapsın? karşı takım ceza sahamızda top çeviriyor resmen, gol atmaması atmak istemediğinden. yoksa pozisyon tam gollük. ozan alır keser o topu, bitirir maçı.
bu örneklerden fatma'yı ayşe'ye tercih ettiğim fikri çıkabilir ama yok öyle değil aslında. mazlumun yanındayım, onu savundum, o yüzden. yoksa daha karar verebilmiş değiliz hiç birimiz. hep ayşe'nin olumsuz taraflarından bahsetmişiz gerçi fakat fatma'nın etiketi yeter zaten. onun daha ne olumsuzluğunu anlatayım.
tutulması gereken tüm evrensel sabitleri de sabit tuttuk bu tartışmada. nedir bu problemdeki evrensel sabitler? aşk, seks, kıskançlık ve insan kaç kez aşık olabilir dilemması.
ilk deneğimizi şöyle kenara bir tarafa alalım: adı ayşe, yirmi beş yaşında, şimdiye kadar iki kişiyle üçer yıldan ilişkisi olmuş. bu da ayşe'yi "modern" toplum normlarında düzgün bir kız yapar. biz modern toplumcu muyuz; bilakis, yabanılız biz, bireysel düşünceye inanıyoruz, toplumu birarada tutabilmek adına hazırlanıp sunulmuş asgari müşterekleri limit olarak kabul etmiyoruz. o kolay, eğer o limitlerde, -5 ve +5 intervallerinde yaşamaya karar vereceksek vazgeçmemiz icap eden çok şey var zaten. biraz daha genişletelim onu -15 ve +15 iyidir. konuyu dağıtmayalım, biz bunu hep yapıyoruz.
ayşe üçer yıldan iki kişiyle çıkmışsa, ayşe en azından iki kez aşık olmuştur. en azından bu her iki üç yılın da ilk zamanlarında. ya da hepsinde, önemli değil, minimum iki kez aşık olduğunu biliyoruz, o elimizde. minimum diyorum bak, ayşe aşk müptelası bir bünyeyse daha fazla da aşık olmuş ama ilişki yaşayamamış da olabilir, onu bilemeyiz.
biz birinin üçüncü aşkı olmayı kabul ediyor muyuz, soru bu. çeşitli yorumlar geldi, ilk iki aşık olma için "ne var yani, iki kez hasta olmuş gözüyle de bakabiliriz, terli terli su içmiş, iki kez hasta olmuş, sonra geçmiş" dendi. peki üçüncü hastalığının da iyileşmeyeceği ne malum? ayşe şöyle biri, hasta olup olup iyileşiyor devamlı. bir kutu antibiyotikle ayağa kalkıyor bir haftada. halbuki bizim aradığımız öyle bir hastalık değil. bizim hastayı ameliyat masasında kaybetmemiz lazım.
benim ayşe'de en çok takıldığım nokta ise yaşanmışlık duygusu. ayşe yaşamış, bilmiş, tecrübe etmiş. onun kafasında bir "ilk" bulmak çok zor, çok çaba gerektirir. hayır çalışır çabalarız fakat o kadar uğraştan sonra elimize geçen ne? kıyıda köşede kalmış bir "ilk". en büyüklerini kapmışlar çoktan. her erkek kadınının ilki, her kadın erkeğinin sonuncusu olmak ister'e bağlanıyor bu biraz aslında ama doğru. ayşe'nin karşılaştıracak kıstasları var her zaman. bu daha komik, daha ilginç, daha somut, daha iyi, daha cesur... rekabetten çekindiğimizden değil, biz hep şampiyonuz o ayrı ama bir rakibin geçmişten de olsa sırıttığını hissetmek hoş değil.
mavi köşede ise diğer deneğimiz fatma var. fatma yirmi beş yaşında, şimdiye kadar hiç ciddi sayılacak bir ilişkisi olmamış. ama beş farklı herifle (hemcinslerime böyle derim ben. herif, lavuk, eleman. sevmiyorum.) yatmış. fakat bunun standartlarını da belirledik iyice. hiç one night stand yok bir kere, orada anlaşalım. her biriyle önce bir hafta denemiş, sonra yatmış. umduğunu bulamayınca da ayrılmış. fatma'ya muhafazakar toplumda da modern toplum da yakıştırdığımız sıfat belli, eksik etek. ama hemen hesabını kesmeyelim fatma'nın, bir inceleyelim. yapmış ama sor bakalım niye yapmış?
fatma'nın da ayşe'nin de aynı fiziksel güzellikte olduğunu varsayarsak, fatma'nın bu yaşına kadar ciddi bir ilişki yaşayamamış olmasının sebebini ya çevresindeki erkeklerin angutluğuna ya da fatma'nın aşırı seçiciliğine bağlayabiliriz. zaten tüm hemcinslerimdeki sığırlık katsayısını biliyoruz, onu denklemden çıkartalım, demek ki fatma çok seçici. e fatma madem seçicisin, niye gittin beş lavukla yattın diye sormazlar mı adama, sorarlar. fatma şu cevaplardan biriyle gelecektir:
- onlardan hiç bir şey olmayacağını ben de biliyordum, biraz güzel vakit geçirmek istedim sadece, sonra bir daha görüşmeyecektim, o yüzden kimi neden seçtiğim çok önemli değildi. ben özgür bir kadınım.
- her birini özenle seçtim, yirmi beş yıllık hayatımda beş kişi çok da değil, değil mi? ama maalesef hiç biri umduğum gibi çıkmadı. suç benim değil.
ikinci senaryodaki fatma biraz daha gerizekalı ama olsun, ikisi de mantık çerçevesinde.
fatma'da ayşe'de bahsi geçen "ilk"lerden yok. o bunları hissetmemiş, bilmemiş. o, bu yaşına kadar etrafından, arkadaşlarından gördükleriyle idare edip sonuçta da onlarınkinden bir zırh giymiş üzerine. fatma'yı şaşırtmak da mutlu etmek de daha kolay.
hemen bir karşı argüman geldi: "fatma kolayca onunla bununla yatmış, senleyken de yapmayacağı ne malum? hiç bir zaman güvenemem ben fatma'ya."
kardeşiniz topu göğsünde yumuşatıp şöyle geri gönderdi:
fatma daha evvel aşık olmamış ki, o yüzden ona buna vermiş. şimdi sana aşık olunca gözü hiç bir şey görmeyecek, bir ömür mutlu mesut yaşayacaksınız, yan yana susmaktan bile sıkılmayacaksınız.
yani zihinsel olarak bakire değil ayşe. fatma bakire sayılır.
ayşe ile şu problem de var:
- ne güzel yer değil mi, beğendin mi, gelmiş miydin daha önce?
- gelmiştim bir kere. (gözleri başka yere odaklayış, ellerin gereksiz fazla hareket etmesi.)
- hadi ya. ne zaman?
- iki - üç sene evvel gelmiştim. (normalden çok daha kısa cümleler.)
bu pozisyonda ozan ne yapsın? karşı takım ceza sahamızda top çeviriyor resmen, gol atmaması atmak istemediğinden. yoksa pozisyon tam gollük. ozan alır keser o topu, bitirir maçı.
bu örneklerden fatma'yı ayşe'ye tercih ettiğim fikri çıkabilir ama yok öyle değil aslında. mazlumun yanındayım, onu savundum, o yüzden. yoksa daha karar verebilmiş değiliz hiç birimiz. hep ayşe'nin olumsuz taraflarından bahsetmişiz gerçi fakat fatma'nın etiketi yeter zaten. onun daha ne olumsuzluğunu anlatayım.
15 Ağustos 2009 Cumartesi
krishnamurti
jiddu krishnamurti diye hint asıllı bir filozof var. bulduğunuz kitabını alın.
şu anda okuduğum kitabında şimdiye kadar en çok beğendiğim cümle:
bu denli hastalıklı bir topluma iyi eklemlenmiş olmak, sağlıklı olmanın bir ölçüsü olamaz.
nispeten daha halk ağzıyla felsefe yapan filozof. takıntılı olduğu bir kaç konu var (gerçek ve özgürlük), ara sıra dönüp dolaşıp onlara geliyor ama sıkıcı değil.
youtube'dan videolarına da bakarsanız ufak tefek, ak pak bir amca.
günün şarkısı: placebo - song to say goodbye
istanbul'daki konserlerinden sonra yavaş yavaş hayranları olmaya başlıyorum galiba.
şu anda okuduğum kitabında şimdiye kadar en çok beğendiğim cümle:
bu denli hastalıklı bir topluma iyi eklemlenmiş olmak, sağlıklı olmanın bir ölçüsü olamaz.
nispeten daha halk ağzıyla felsefe yapan filozof. takıntılı olduğu bir kaç konu var (gerçek ve özgürlük), ara sıra dönüp dolaşıp onlara geliyor ama sıkıcı değil.
youtube'dan videolarına da bakarsanız ufak tefek, ak pak bir amca.
günün şarkısı: placebo - song to say goodbye
istanbul'daki konserlerinden sonra yavaş yavaş hayranları olmaya başlıyorum galiba.
13 Ağustos 2009 Perşembe
seyirci
akşam evden misafirleri de gönderdikten sonra biraz dergi mergi karıştırıp yine oturdum bilgisayarın başına. sonra ozan dedim, sen bu ara fazla sardın bu yazma işine, en ufak boşlukta bile bir şey yazma ihtiyacı hisseder oldun dedim, neden acaba dedim. benim sayfayı açtım baktım neden yazıyorum'a cevap olarak ne yazmışım diye.
e mantıklı. ama başka şeyler de olması lazım.
sonra cevabı buldum ey okuyucu, ve seninle paylaşacağım birazdan. paylaşacağım fakat o iş öyle kolay değil. sen de düşün, kafa yor bakalım, neden yazmak ister insan. yok öyle hep hazıra konmacı zihniyet. mesela oscar wilde günlük tutuyormuş, neden tutuyorsun demişler, e ara sıra kaliteli bir şeyler okumak iyi oluyor demiş. hahaha çok iyi cevap değil mi, tam sopalıkmış.
bizimki bu değil, açık.
sonra ingiliz bir yazar vardı, adını hatırlamıyorum ama çok ünlülerden, 18. yüzyılda yaşamış, "e" ile başlıyordu ismi sanırım, o da gitmiş bir fahişeye aşık olmuş, evlenmiş ama öte yandan da "bir fahişeyle evli olmayı" tüm hayatı boyunca kendine yedirememiş, kadına da kendine de eziyet etmiş hep, ama en iyi romanlarını da o ara yazmış, can dündar'ın yalancısıyım. acı çekmeye bağlıyor o da. bizimki bu da değil, çok orospu tanıdım ama hiç biriyle evlenme noktasına gelmedim.
liseli kızların boyband'lere duyduğu türden bir hayranlık duyduğum yılmaz erdoğan'a sorduk, neden yazıyorsun diye, o isimli bir şiirim var, aç bak dedi. şiir uzunca ama ana fikir şu: yazmak lazımdı / yazmasak olmazdı çünkü. böyle bir iddiamız da yok, yazmasak da olurdu, ne yazdıklarımızla bir şeyler değiştiriyoruz, ne de yazmadan yaşayamama durumu var.
sevmediğim insan orhan pamuk, nobel alırken ki sevdiğim konuşmasında değinmişti neden yazdığına uzun uzun. en iyisini cımbızla çekiyorum: onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. çok güzel. ama üstüme bir - iki beden büyük geldi. belki yirmi sene sonra falan büyüyünce giyerim. şimdilik, bu da değil.
lisede herkesin kendisininkini hababam sınıfı zannetmesi gibi, iki satır karalayıp, kendimi yazar diye konumlandırmadım. uyuz uyuz mail'ler atmayın bana şimdi. ben gerçek yazarların neden yazdıklarından yola çıkarak kendiminkini bulmaya çalışıyorum. artistlik yapmayın.
onlardan yola çıkıp aradım aradım, mamafih bulamadım. benimki şundan, hazır mısın ey okuyucu:
izleyici kitle yoksunluğu.
kaba tabirle, kız arkadaşsızlık. (daha da kabalaşmayalım lütfen.)
kız arkadaş olunca ne oluyor, bir seyircin oluyor. çıkıyorsun sahneye, başlıyorsun anlatmaya. severek dinliyor; bir kere her şeyden önce seninle ilgileniyor. dolayısıyla anlattıklarını da merak ediyor. anlat anlat bıkmıyor, sıkılmıyor. müzikten gir, sinemadan çık, tarihten gir, siyasetten çık. seyirci dikiyor gözlerini üzerine, saatlerce dinliyor, soru soruyor. hatta bir zaman sonra dönüp ona anlatmak için okuyorsun, sırf anlatmak için albüm alıyorsun. ("ona anlatmak için yaşama" eşiğine geldiysen ama tehlikeli bak, hemen geri dön.) o da aynısını yapıyor, ortak bir havuz oluşuyor. izleyici sahnedekine, sahnedeki izleyiciye bir şeyler katıyor. beni sizler var ettiniz, siz olmasaydınız ben de olmazdım durumu.
yani bir manitacılık oynarsam, anında satabilirim olayı, ona göre. ne yazacağım be, izleyici var nasıl olsa, gider ona anlatırım.
* ha bir de okuyucu olarak sayınız gittikçe artıyor, o da yazdırıyor olabilir.
bu kadar. dağılın.
e mantıklı. ama başka şeyler de olması lazım.
sonra cevabı buldum ey okuyucu, ve seninle paylaşacağım birazdan. paylaşacağım fakat o iş öyle kolay değil. sen de düşün, kafa yor bakalım, neden yazmak ister insan. yok öyle hep hazıra konmacı zihniyet. mesela oscar wilde günlük tutuyormuş, neden tutuyorsun demişler, e ara sıra kaliteli bir şeyler okumak iyi oluyor demiş. hahaha çok iyi cevap değil mi, tam sopalıkmış.
bizimki bu değil, açık.
sonra ingiliz bir yazar vardı, adını hatırlamıyorum ama çok ünlülerden, 18. yüzyılda yaşamış, "e" ile başlıyordu ismi sanırım, o da gitmiş bir fahişeye aşık olmuş, evlenmiş ama öte yandan da "bir fahişeyle evli olmayı" tüm hayatı boyunca kendine yedirememiş, kadına da kendine de eziyet etmiş hep, ama en iyi romanlarını da o ara yazmış, can dündar'ın yalancısıyım. acı çekmeye bağlıyor o da. bizimki bu da değil, çok orospu tanıdım ama hiç biriyle evlenme noktasına gelmedim.
liseli kızların boyband'lere duyduğu türden bir hayranlık duyduğum yılmaz erdoğan'a sorduk, neden yazıyorsun diye, o isimli bir şiirim var, aç bak dedi. şiir uzunca ama ana fikir şu: yazmak lazımdı / yazmasak olmazdı çünkü. böyle bir iddiamız da yok, yazmasak da olurdu, ne yazdıklarımızla bir şeyler değiştiriyoruz, ne de yazmadan yaşayamama durumu var.
sevmediğim insan orhan pamuk, nobel alırken ki sevdiğim konuşmasında değinmişti neden yazdığına uzun uzun. en iyisini cımbızla çekiyorum: onu ancak değiştirerek gerçekliğe katlanabildiğim için yazıyorum. çok güzel. ama üstüme bir - iki beden büyük geldi. belki yirmi sene sonra falan büyüyünce giyerim. şimdilik, bu da değil.
lisede herkesin kendisininkini hababam sınıfı zannetmesi gibi, iki satır karalayıp, kendimi yazar diye konumlandırmadım. uyuz uyuz mail'ler atmayın bana şimdi. ben gerçek yazarların neden yazdıklarından yola çıkarak kendiminkini bulmaya çalışıyorum. artistlik yapmayın.
onlardan yola çıkıp aradım aradım, mamafih bulamadım. benimki şundan, hazır mısın ey okuyucu:
izleyici kitle yoksunluğu.
kaba tabirle, kız arkadaşsızlık. (daha da kabalaşmayalım lütfen.)
kız arkadaş olunca ne oluyor, bir seyircin oluyor. çıkıyorsun sahneye, başlıyorsun anlatmaya. severek dinliyor; bir kere her şeyden önce seninle ilgileniyor. dolayısıyla anlattıklarını da merak ediyor. anlat anlat bıkmıyor, sıkılmıyor. müzikten gir, sinemadan çık, tarihten gir, siyasetten çık. seyirci dikiyor gözlerini üzerine, saatlerce dinliyor, soru soruyor. hatta bir zaman sonra dönüp ona anlatmak için okuyorsun, sırf anlatmak için albüm alıyorsun. ("ona anlatmak için yaşama" eşiğine geldiysen ama tehlikeli bak, hemen geri dön.) o da aynısını yapıyor, ortak bir havuz oluşuyor. izleyici sahnedekine, sahnedeki izleyiciye bir şeyler katıyor. beni sizler var ettiniz, siz olmasaydınız ben de olmazdım durumu.
yani bir manitacılık oynarsam, anında satabilirim olayı, ona göre. ne yazacağım be, izleyici var nasıl olsa, gider ona anlatırım.
* ha bir de okuyucu olarak sayınız gittikçe artıyor, o da yazdırıyor olabilir.
bu kadar. dağılın.
12 Ağustos 2009 Çarşamba
feysbuk
şöyle bir problem de var, yok değil:
biriyle tanıştınız, kaynaştınız, hatta "ilişki" haliyet-i ruhiyesiyle hareket ediyorsunuz, birden karşınıza sosyal ilişki ağları problemi çıkıyor. en bilineni facebook.
ordan elinle koymuş gibi buluyorsun ya, o çok sıkıntılı bir kere. sonra, önce kim kimi ekleyecek derdi var. ilk bir haftada iki taraf da eklemedi mi bir daha ekleyemezsin de, komik olur.
ekledin diyelim, status'umuze in a relationship mi yazacağız? yazmayacağımız kesin, peki karşı taraf bundan alınıyor mu alınmıyor mu nasıl anlayacağız?
ben facebook'daki status'umu değiştirmedim haberin olsun, sence problem olur mu, yani status değiştirmeye inanmadığımdan değiştirmiyorum yoksa altında başka şey arama, hem belki sen bunu hiç dert bile etmedin, hatta fark etmedin belki, acaba durup duruken ben mi körüklüyorum şu anda ateşi,
demek için sıfır numara gerizekalı olmak gerekiyor.
ama konuyu açmamak da ciddi problemler çıkartabilir. sırf yonja'da "ilişkide" yazmıyor diye benden ayrılan kızarkadaşım vardı, şaka yapmıyorum.
şimdi yukardaki paragrafı okuyup, kafanızdan, of ne boş adamsın, dert ettiğin şeylere bak, hem ben facebook'a girmiyorum bile, girsem de arkadaşlara bakıp çıkıyorum, hem biz kız kıza dans etmeye geldik tandanslı fikirleri sakın geçirmeyin. sakın. sakın diyorum bak. hepinizi biliyorum, kırarım ağzınızı.
facebook'la hiç iyi anlaşamadık zaten. aramızdaki daha çok sevgi - nefret ilişkisi. tanışmamız problem oldu, birlikteliğimizde de çok problemler yaşadık. çok kavgaya imza atmıştır, mikser gibidir, devamlı karıştırır ortalığı. neyse, şimdi özel hayatım sütliman da elinden pek bir şey gelemiyor. özel hayatım. özel hayatınızda nasıl birisiniz?
modern hayatta konuştuklarımıza bak, problemlere bak, vay anasını.
(diyerek kendimi tüm yukarda anlattıklarımdan soyutlar, çok derin adam imajımın altını çizerim.)
biriyle tanıştınız, kaynaştınız, hatta "ilişki" haliyet-i ruhiyesiyle hareket ediyorsunuz, birden karşınıza sosyal ilişki ağları problemi çıkıyor. en bilineni facebook.
ordan elinle koymuş gibi buluyorsun ya, o çok sıkıntılı bir kere. sonra, önce kim kimi ekleyecek derdi var. ilk bir haftada iki taraf da eklemedi mi bir daha ekleyemezsin de, komik olur.
ekledin diyelim, status'umuze in a relationship mi yazacağız? yazmayacağımız kesin, peki karşı taraf bundan alınıyor mu alınmıyor mu nasıl anlayacağız?
ben facebook'daki status'umu değiştirmedim haberin olsun, sence problem olur mu, yani status değiştirmeye inanmadığımdan değiştirmiyorum yoksa altında başka şey arama, hem belki sen bunu hiç dert bile etmedin, hatta fark etmedin belki, acaba durup duruken ben mi körüklüyorum şu anda ateşi,
demek için sıfır numara gerizekalı olmak gerekiyor.
ama konuyu açmamak da ciddi problemler çıkartabilir. sırf yonja'da "ilişkide" yazmıyor diye benden ayrılan kızarkadaşım vardı, şaka yapmıyorum.
şimdi yukardaki paragrafı okuyup, kafanızdan, of ne boş adamsın, dert ettiğin şeylere bak, hem ben facebook'a girmiyorum bile, girsem de arkadaşlara bakıp çıkıyorum, hem biz kız kıza dans etmeye geldik tandanslı fikirleri sakın geçirmeyin. sakın. sakın diyorum bak. hepinizi biliyorum, kırarım ağzınızı.
facebook'la hiç iyi anlaşamadık zaten. aramızdaki daha çok sevgi - nefret ilişkisi. tanışmamız problem oldu, birlikteliğimizde de çok problemler yaşadık. çok kavgaya imza atmıştır, mikser gibidir, devamlı karıştırır ortalığı. neyse, şimdi özel hayatım sütliman da elinden pek bir şey gelemiyor. özel hayatım. özel hayatınızda nasıl birisiniz?
modern hayatta konuştuklarımıza bak, problemlere bak, vay anasını.
(diyerek kendimi tüm yukarda anlattıklarımdan soyutlar, çok derin adam imajımın altını çizerim.)
11 Ağustos 2009 Salı
kürt açılımı
son dönemde gündeme oturan kürt açılımı'na bir de biz bakalım:
atatürk öldükten hemen sonra, (yanılmıyorsam 1939 olması lazım) tabakhaneye bok yetiştirir gibi, üstelik dönemin başbakanı refik saydam'ın "türkiye'de bütün işler a'dan z'ye bozuktur" beyanatına rağmen, düzeltmeye başlayacak başka hiç bir konu yokmuşcasına, inönü'nün isteğiyle yerlerinden yurtlarından taşınmış kürtler. çoğunu karadeniz'e sürmüşler, karadeniz'dekileri de onların yerlerine yerleştirmişler. kendi vatandaşını; devletini oluşturan milletin bir bölümünü, neden cezalandırır, bir yere sürersin, anlaşılacak iş değil. sanırım ana fikir birlikteliklerini bozmak ve asimile etmekti.
yıllar sonra tekrar yurtlarına dönmelerine izin verildiğinde, beklenildiği gibi, bıraktıklarını bulamadılar. çoğunun evi, tarlası, mülkü başkasının ya da devletin eline geçmişti. yani anayasamızın otuz beşinci maddesi olan "mülkiyet hakkı" düpedüz çiğnenmişti. devlet, vatandaşın elindeki mülkün korunmasını sağlayamadığı gibi bazı hallerde de muhtemelen kendisi el koymuştu. buraya kadar her şey, etnik ayrımcılıktır, itiraz yok herhalde?
sonra, bana göre amerika'nın düğmeye basmasıyla 1978'de terör mevzusu baş gösterdi. terörün altını bu etnik ayrımcılıkla doldurdular, eşitsizlikle doldurdular. ilk başlarda pek önemsenmedi, ihtilalle beraber biraz sekteye uğradı zaten. 84'den sonra tekrar başladı. özal küçümsedi, "bir kaç çapulcudan hiç bir şey olmaz" dedi, "terörle hiç bir yere varılamaz" dedi. halbuki ispanya'da daha yeni özerklik kazanmıştı bask'lar, sonra ira'yı da gördük, umarım son örnek biz olmayız.
ve 90'ların başında zirveye oturdu. her akşam yemek yerken, haberlerde şehit sayısı duymak olağanlaştı. ülke iç savaşa sürükleniyordu neredeyse. bizimkilerin kafasına yeni yeni dank etti, olağanüstü hal ilan edildi. bu noktada bölgede iki yıl görev yapmış emekli albay erdal sarızeybek'e bakalım, ne diyor? buyur erdal abi söz sende:
"terör dediğimiz şey ihanettir, vatana ihanettir. bu siyasi bir oyundur. bakın koskoca birinci dünya savaşı kaç yıl sürdü, dört. biz bu terörle kaç yıldır mücadele ediyoruz, otuz! otuz yılda bir savaş bitirilemez mi? türk ordusu tarihinde hangi düşmana karşı otuz yıl savaşmıştır? ben orda görev yaptım, pkk'yı bitirmek için bize verilecek geniş kapsamlı bir emir yeter. iki ayda bitiririz. türk ordusunun buna gücü hayli hayli yeter. ama istemiyorlar işte. bu kirli bir oyun, bu oyunun içinde para var, rant var, güç var. orda görev yapan askeri geçtim, bu ülkenin başbakanı bile biliyor o sınırlarda uyuşturucu ticareti yapıldığını, pkk'nın da bir numaralı gelirinin uyuşturucu olduğunu, ama durdurmuyor, yapmıyor. bu savaşı bitirmek istemiyor, bu vatan hainliğidir. beni atv'de programa çıkarttılar, orada da anlattım: kasım 2007'de bizim sınır karakolumuzu bastılar, 7 şehit verdik, sonra karşı tepeye kaçtılar, ırak'a. beş kilometre önümüze. peşlerinden gidelim dedik, izin vermediler. milletimin meclisi'nden sınır ötesi harekat kararı çıkartmadılar, milletimin istemesine rağmen. o zaman dedim, bunlar geri gelip bizi tekrar vuracak, o zaman vereceğimiz şehitlerin sorumlusu da siz olacaksınız dedim. iki ay sonra geldiler, 11 şehit verdik. programda söyledim, yayını kestiler, şimdi yine söylüyorum: o şehitlerin sorumlusu sizsiniz, o şehitlerin sorumlusu hükümettir, bu düpedüz vatan hainliğidir."
erdal abi'ye bazı konularda hak vermemek imkansız. bu savaşın otuz yıl sürmesi gibi, mesela.
neyse efendim, devam edelim, sonra bu dtp'yi çıkarttılar. daha doğrusu öncesinde 2-3 parti daha çıktı ama onlar acemiydi, hemen kapandılar. sonra işi öğrenince, nerde ne söylenmesi, ne söylenmemesi gerektiğini anlayınca dtp'yi kurdular, meclise soktular. pkk, meclis'e girdi, kimi kürtçe yemin etmeye kalkıştı, kimi pkk'ya terör örgütü diyemedi. hükümet, pkk'ya karşı eylem planını konuştu, pkk'nın siyasi kanadı dtp'nin yanında, aynı çatı altında. bu da demokrasiydi işte, öyle olması gerekiyordu.
sonra birden bir şey oldu: birisi bir düğmeye bastı, kürtler gündemin tam ortasına oturdu. ahmet türk, başbakan'la görüştü. pardon, akp genel başkanı'yla...
olan şuydu aslında, amerika ırak'tan çekilmeye karar verdi. ve orada birlik, düzen istedi. hükmedebileceği bir şekilde bırakmak istedi. dolayısıyla bizim kürtlerle masaya oturmamızı emretti.
ahmet türk ağzında gevelemeye başladı, abdullah öcalan dedi, fikrini almamız doğru olur dedi, açılım samimi olmalıdır dedi ama biz boşlukları doldurarak cümleyi tamamladık:
abdullah öcalan serbest bırakılmalı ve parti lideri konumuna getirilerek meclis'e girilmesine izin verilmeli.
yaa işte böyle dostlar. sonunda geldi çattı, o orospu çocuğunu serbest bırakmayı ağzına alabilecek cesareti kendinde bulabilen birisi çıktı. binlerce şehidin, sivilin katili olan orospu çocuğunu meclis'e sokmayı yüksek sesle teklif ettiler. bu ülkede kaç kişi, kaç politikacı, kaç asker, kaç genelkurmay başkanı mikrofonun karşısına geçip şunu söyledi peki:
"terörle hiç bir yere varılamaz."
n'oldu lan n'oldu, hani türkiye cumhuriyeti devleti bir bütündü, onu yıkmaya hiç kimsenin gücü yetmezdi? ne diyor lan adam çıkmış baksanıza, sizin oğlunuzun, kızınızın katilini başınıza başbakan yapacaklar görmüyor musunuz? 15 ağustos'ta açıklama yapacağım ne demek? ben neden o orospu çocuğunun yapacağı açıklamayı okumak zorundayım gazetemde?
ülkeyi zaten laik - anti laik diye ikiye böldünüz halihazırda. şimdi gitseniz yirmi sene kapanmayacak kutuplaşmayı yarattınız bile. bir de dörde mi bölünelim şimdi? sırada ne var?
objektif olacağız dedik, öbür tarafa da bakalım. yukarıda anlatılan sürülmenin akabinde fırsat eşitliği de sunamadı devlet kürtlere. yapması gerekirdi, yapamadı. ama o etnik ayrımcılıktan değil, ekonomi kurallarından da kaynaklandı. orada üretim yapmak rantabl değildi, fabrika kurmak, istihdam vermek mümkün değildi. sonra kanun çıkardılar, burada fabrika kurun, vergi almayacağız, teşvik vereceğiz dediler, gene olmadı. o zaman önce yol yapsaydı devlet, rantabl duruma getirseydi diyeceksiniz ama nüfus? kaç kişi için yol yapılacaktı, devlet hangi nüfusa hizmet götürecekti? şimdiyi demiyorum, bundan otuz - kırk sene evvelini düşün.
etnik ayrımcılık yapılmadı be hocam. yani inönü yaptı ama sonra yapılmadı. hem para yoktu ki üstadım, para yoktu ki her yere yol yapılsın, her yere doktor gönderilsin. o zaman sana da göndermesinler diyeceksin, haklısın, sen de haklısın. ama ülkenin iki yüz milyar dolar bütçe açığı var hocam, o rakamı da hepten elinin tersiyle itme, hiç yokmuş gibi de düşünme. hem işsizlik varsa marmara'da da var, iç anadolu'da da var, niye bu kadar alınganlık?
baktığın zaman türkiye cumhuriyeti devleti bir bok yemiş, kabul. ama bu saatten sonra daha fazlasını yiyerek düzeltmeye çalışmayalım. bazı dış mihraklara alet olmayalım, maşalık yapmayalım. o orospu çocuğunu konuşturtmayalım.
atatürk öldükten hemen sonra, (yanılmıyorsam 1939 olması lazım) tabakhaneye bok yetiştirir gibi, üstelik dönemin başbakanı refik saydam'ın "türkiye'de bütün işler a'dan z'ye bozuktur" beyanatına rağmen, düzeltmeye başlayacak başka hiç bir konu yokmuşcasına, inönü'nün isteğiyle yerlerinden yurtlarından taşınmış kürtler. çoğunu karadeniz'e sürmüşler, karadeniz'dekileri de onların yerlerine yerleştirmişler. kendi vatandaşını; devletini oluşturan milletin bir bölümünü, neden cezalandırır, bir yere sürersin, anlaşılacak iş değil. sanırım ana fikir birlikteliklerini bozmak ve asimile etmekti.
yıllar sonra tekrar yurtlarına dönmelerine izin verildiğinde, beklenildiği gibi, bıraktıklarını bulamadılar. çoğunun evi, tarlası, mülkü başkasının ya da devletin eline geçmişti. yani anayasamızın otuz beşinci maddesi olan "mülkiyet hakkı" düpedüz çiğnenmişti. devlet, vatandaşın elindeki mülkün korunmasını sağlayamadığı gibi bazı hallerde de muhtemelen kendisi el koymuştu. buraya kadar her şey, etnik ayrımcılıktır, itiraz yok herhalde?
sonra, bana göre amerika'nın düğmeye basmasıyla 1978'de terör mevzusu baş gösterdi. terörün altını bu etnik ayrımcılıkla doldurdular, eşitsizlikle doldurdular. ilk başlarda pek önemsenmedi, ihtilalle beraber biraz sekteye uğradı zaten. 84'den sonra tekrar başladı. özal küçümsedi, "bir kaç çapulcudan hiç bir şey olmaz" dedi, "terörle hiç bir yere varılamaz" dedi. halbuki ispanya'da daha yeni özerklik kazanmıştı bask'lar, sonra ira'yı da gördük, umarım son örnek biz olmayız.
ve 90'ların başında zirveye oturdu. her akşam yemek yerken, haberlerde şehit sayısı duymak olağanlaştı. ülke iç savaşa sürükleniyordu neredeyse. bizimkilerin kafasına yeni yeni dank etti, olağanüstü hal ilan edildi. bu noktada bölgede iki yıl görev yapmış emekli albay erdal sarızeybek'e bakalım, ne diyor? buyur erdal abi söz sende:
"terör dediğimiz şey ihanettir, vatana ihanettir. bu siyasi bir oyundur. bakın koskoca birinci dünya savaşı kaç yıl sürdü, dört. biz bu terörle kaç yıldır mücadele ediyoruz, otuz! otuz yılda bir savaş bitirilemez mi? türk ordusu tarihinde hangi düşmana karşı otuz yıl savaşmıştır? ben orda görev yaptım, pkk'yı bitirmek için bize verilecek geniş kapsamlı bir emir yeter. iki ayda bitiririz. türk ordusunun buna gücü hayli hayli yeter. ama istemiyorlar işte. bu kirli bir oyun, bu oyunun içinde para var, rant var, güç var. orda görev yapan askeri geçtim, bu ülkenin başbakanı bile biliyor o sınırlarda uyuşturucu ticareti yapıldığını, pkk'nın da bir numaralı gelirinin uyuşturucu olduğunu, ama durdurmuyor, yapmıyor. bu savaşı bitirmek istemiyor, bu vatan hainliğidir. beni atv'de programa çıkarttılar, orada da anlattım: kasım 2007'de bizim sınır karakolumuzu bastılar, 7 şehit verdik, sonra karşı tepeye kaçtılar, ırak'a. beş kilometre önümüze. peşlerinden gidelim dedik, izin vermediler. milletimin meclisi'nden sınır ötesi harekat kararı çıkartmadılar, milletimin istemesine rağmen. o zaman dedim, bunlar geri gelip bizi tekrar vuracak, o zaman vereceğimiz şehitlerin sorumlusu da siz olacaksınız dedim. iki ay sonra geldiler, 11 şehit verdik. programda söyledim, yayını kestiler, şimdi yine söylüyorum: o şehitlerin sorumlusu sizsiniz, o şehitlerin sorumlusu hükümettir, bu düpedüz vatan hainliğidir."
erdal abi'ye bazı konularda hak vermemek imkansız. bu savaşın otuz yıl sürmesi gibi, mesela.
neyse efendim, devam edelim, sonra bu dtp'yi çıkarttılar. daha doğrusu öncesinde 2-3 parti daha çıktı ama onlar acemiydi, hemen kapandılar. sonra işi öğrenince, nerde ne söylenmesi, ne söylenmemesi gerektiğini anlayınca dtp'yi kurdular, meclise soktular. pkk, meclis'e girdi, kimi kürtçe yemin etmeye kalkıştı, kimi pkk'ya terör örgütü diyemedi. hükümet, pkk'ya karşı eylem planını konuştu, pkk'nın siyasi kanadı dtp'nin yanında, aynı çatı altında. bu da demokrasiydi işte, öyle olması gerekiyordu.
sonra birden bir şey oldu: birisi bir düğmeye bastı, kürtler gündemin tam ortasına oturdu. ahmet türk, başbakan'la görüştü. pardon, akp genel başkanı'yla...
olan şuydu aslında, amerika ırak'tan çekilmeye karar verdi. ve orada birlik, düzen istedi. hükmedebileceği bir şekilde bırakmak istedi. dolayısıyla bizim kürtlerle masaya oturmamızı emretti.
ahmet türk ağzında gevelemeye başladı, abdullah öcalan dedi, fikrini almamız doğru olur dedi, açılım samimi olmalıdır dedi ama biz boşlukları doldurarak cümleyi tamamladık:
abdullah öcalan serbest bırakılmalı ve parti lideri konumuna getirilerek meclis'e girilmesine izin verilmeli.
yaa işte böyle dostlar. sonunda geldi çattı, o orospu çocuğunu serbest bırakmayı ağzına alabilecek cesareti kendinde bulabilen birisi çıktı. binlerce şehidin, sivilin katili olan orospu çocuğunu meclis'e sokmayı yüksek sesle teklif ettiler. bu ülkede kaç kişi, kaç politikacı, kaç asker, kaç genelkurmay başkanı mikrofonun karşısına geçip şunu söyledi peki:
"terörle hiç bir yere varılamaz."
n'oldu lan n'oldu, hani türkiye cumhuriyeti devleti bir bütündü, onu yıkmaya hiç kimsenin gücü yetmezdi? ne diyor lan adam çıkmış baksanıza, sizin oğlunuzun, kızınızın katilini başınıza başbakan yapacaklar görmüyor musunuz? 15 ağustos'ta açıklama yapacağım ne demek? ben neden o orospu çocuğunun yapacağı açıklamayı okumak zorundayım gazetemde?
ülkeyi zaten laik - anti laik diye ikiye böldünüz halihazırda. şimdi gitseniz yirmi sene kapanmayacak kutuplaşmayı yarattınız bile. bir de dörde mi bölünelim şimdi? sırada ne var?
objektif olacağız dedik, öbür tarafa da bakalım. yukarıda anlatılan sürülmenin akabinde fırsat eşitliği de sunamadı devlet kürtlere. yapması gerekirdi, yapamadı. ama o etnik ayrımcılıktan değil, ekonomi kurallarından da kaynaklandı. orada üretim yapmak rantabl değildi, fabrika kurmak, istihdam vermek mümkün değildi. sonra kanun çıkardılar, burada fabrika kurun, vergi almayacağız, teşvik vereceğiz dediler, gene olmadı. o zaman önce yol yapsaydı devlet, rantabl duruma getirseydi diyeceksiniz ama nüfus? kaç kişi için yol yapılacaktı, devlet hangi nüfusa hizmet götürecekti? şimdiyi demiyorum, bundan otuz - kırk sene evvelini düşün.
etnik ayrımcılık yapılmadı be hocam. yani inönü yaptı ama sonra yapılmadı. hem para yoktu ki üstadım, para yoktu ki her yere yol yapılsın, her yere doktor gönderilsin. o zaman sana da göndermesinler diyeceksin, haklısın, sen de haklısın. ama ülkenin iki yüz milyar dolar bütçe açığı var hocam, o rakamı da hepten elinin tersiyle itme, hiç yokmuş gibi de düşünme. hem işsizlik varsa marmara'da da var, iç anadolu'da da var, niye bu kadar alınganlık?
baktığın zaman türkiye cumhuriyeti devleti bir bok yemiş, kabul. ama bu saatten sonra daha fazlasını yiyerek düzeltmeye çalışmayalım. bazı dış mihraklara alet olmayalım, maşalık yapmayalım. o orospu çocuğunu konuşturtmayalım.
9 Ağustos 2009 Pazar
vır vır
şöyle bir kolektif bilinç var ya toplumumuzda:
(aslında sırf bizim toplumda da değil, evrensel bu.)
kadınlar çok konuşur, kadınlar çok dırdır eder, kadınlar çok daha incedir, o yüzden erkekleri önemsiz detaylarla boğarlar, kadınlar çok ehemmiyetsiz konular üzerinden - sadece - konuşarak büyük problemler yaratabilirler vs. tüm bunlarla ilgili yüzlerce film, dizi, skeç yok mu? var. levent kırca bile işlemedi mi bunu, işledi.
şimdi ben buna katılmıyorum tabii. amacım buna katılmayarak kadınların gözünde puan kazanmak değil kardeşim, aslında ters manyel yapacağım. daha ince falan değiller, ince düşünmüyorlar, detaycı da değiller çoğu zaman, şekilciler. ha tabii tüm genellemeler de yanlıştır, bunu da her paragrafın altına yazmak lazım.
dediğim gibi, ben bu toplu eleştiriye karşıyım aslında ama başıma hakikaten bahsi geçen skeç gibi bir olay geldiydi, o yüzden şey ettim:
kadrajda bir kızarkadaş var, iyi kız, hoş kız ama bir sebep bulmuşuz kavga ediyoruz arabada. sebebi hatırlamıyorum, ayrılmayla ilgili bir şey. aslına bakarsan olayla ilgili bir çok şeyi hatırlamıyorum ama benim o halimi görebilseydin, gerçekten komikti. şimdi anlatınca öyle komik olmayacak belki ama olsun, riski alıyorum yine de.
arabada gidiyoruz kızarkadaşımızla, galiba ortaköy taraflarındayız. ortadaki problem "ayrılık" konusu. bir ayrılma durumu var ama kız buna çok sinirli. en başta, bir şeyleri anlayamadığından sinirli. muhtemelen gerçek ayrılma sebebi ortamdan gizlenmiş, söylenmiyor, geriye kalanlar da sebep olarak çok manasız duruyorlar, havada asılı kalmışlar. kız ya benim bu kadar saçmasapan sebeplerle bu kadar manasız bir ayrılık talep edebilecek derecede sığ, gerizekalı ya da kompleksli olmamı, ve kendisinin böyle bir adamla bu kadar zaman kaybetmesini anlayamıyor, yediremiyor ve sinirleniyor. ya da gerçek sebebin tebliğ edilenden çok daha farklı olduğunu anlamış, onu kendisinden gizlememe ve ağzımı bıçak açmamasına çok sinirleniyor, bilemiyoruz. bense sakinim. çoğunlukla o konuşuyor, ben dinlemedeyim.
olayın komikliğinin başladığı referans noktası, burası. kız konuşuyor, ben dinlemedeyim ama kızın konuşması içini dökme, bağırma - çağırma, sorularına cevap bulmaya çalışma değil. kız bir talepte bulunuyor, bir şey istiyor, orası açık. onu anladım.
ama onun dışında hiç bir şey anlamıyorum. çok garip. şaka değil, yemin ederim, kızın söylediklerini an-la-mı-yo-rum.
önce çaktırmıyorum, arada bir kafa sallayarak muhabbete dahil oluyorum. sonra bu giderek zorlaşıyor, arada teyit edilmesi gereken sorular geliyor. daha sonrasında çoktan seçmeli değil, kompozisyon şeklinde cevap vermek icap edince yelkenleri suya indirmek zorunda kalıyorum:
- yani aslında ben, tam olarak neyi sorduğunu anlamadım.
- nasıl anlamadın?
- yani ne öğrenmek istediğini açık açık sormuyosun ki. ya da ben anlamıyorum, bilmiyorum. (suçu üstlenelim, daha fazla sinirlendirmeyelim.)
- şaka mı yapıyosun ozan? yani senin istediklerinle benim beklentilerimin arasındaki boşluk giderek büyüyor ve senin kendi hayatına uygulayarak beni dolaylı yoldan etkilemen ne benim ne de mırr mırr mırrr vır vır vır.
yine koptum.
o kadar garip ki hayretler içerisindeyim. o anı bugün gibi hatırlıyorum, kız sanki bilmediğim bir dil konuşuyor ve ben hiç bir şey anlamıyorum. durumun absürtlüğü bir zaman sonra yüzüme yansıyor ister istemez. istemsizce gülümseyince kız daha da sinirleniyor fakat elimden gelebilecek bir şey yok. artık iyice geriliyorum ve terlemeye başlıyorum yavaş yavaş. ellerimin içi terliyor, direksiyonda kaymaya başlıyor falan. onu hatırlıyorum bak.
bunu anlatsan kimse inanmaz aslında ve hatta çoğu da nesi komik der, çünkü olayın kendisi çok basit. bir çift arasında ayrılmayla ilgili bir kavga mevzubahis ise eğer, diğer tarafın söyleyebileceklerini tahmin etmek zor olmasa gerek. ya bağırıp çağırıp küfredecek, ortamı terk edecektir, ya ayrılmayalım tekrar deneyelim diyecektir, ya da benden ayrılamazsın diyerek vandal faaliyetlere girişecektir. başka da bir alternatif yok değil mi?
değil işte, bir saattir ne anlatıyoruz burda?
kız bir şeyler sordukça cevabı bilmeyen ilkokul öğrencisi gibi ezilip büzülüyorum karşısında. yaklaşık bir yarım saat geçtikten sonra, geçen zamanla beraber (her şey gibi) bu absürt sahne de absürtlüğünü yitirip normalmiş gibi gelmeye başlayınca ben de sinirlenmeye başlıyorum artık. zaten çok gerilmişim. sesimi yükselterek soruyorum, ne istiyorsun, derdin nedir? gelen cevap yine arapça.
sonunda o gün o kızla ayrılıyoruz a dostlar. skeç gibi geçen ve başkasıyla paylaşamadığıma üzüldüğüm o öğleden sonrasının sonrasında bir daha konuşmuyoruz hiç. o da o gün ne istiyorduysa, alamıyor. ben vermek niyetindeyim aslına bakarsan, bir anlasam ne istediğini, özür mü istiyor, sebep mi soruyor ne istiyorsa vermek niyetindeyim ama veremiyorum.
yani o mizansen gerçek olabiliyormuş arkadaşım. vır vır vır konuşan ve ne dediği belli olmayan kadın varmış, ben karşılaştım. ama onların da "o modda" olması gerekiyor herhalde. normalde öyle değildi çünkü o kız. bunun bir ipucu falan da yok işin kötüsü, hepinizin kızarkadaşı, karısı bir anda o moda geçebilir demek ki, uyandırayım. geçerlerse, nacizane tavsiyem susup oturmanız. cevap vermek her şeyi daha da zorlaştırıyor.
(aslında sırf bizim toplumda da değil, evrensel bu.)
kadınlar çok konuşur, kadınlar çok dırdır eder, kadınlar çok daha incedir, o yüzden erkekleri önemsiz detaylarla boğarlar, kadınlar çok ehemmiyetsiz konular üzerinden - sadece - konuşarak büyük problemler yaratabilirler vs. tüm bunlarla ilgili yüzlerce film, dizi, skeç yok mu? var. levent kırca bile işlemedi mi bunu, işledi.
şimdi ben buna katılmıyorum tabii. amacım buna katılmayarak kadınların gözünde puan kazanmak değil kardeşim, aslında ters manyel yapacağım. daha ince falan değiller, ince düşünmüyorlar, detaycı da değiller çoğu zaman, şekilciler. ha tabii tüm genellemeler de yanlıştır, bunu da her paragrafın altına yazmak lazım.
dediğim gibi, ben bu toplu eleştiriye karşıyım aslında ama başıma hakikaten bahsi geçen skeç gibi bir olay geldiydi, o yüzden şey ettim:
kadrajda bir kızarkadaş var, iyi kız, hoş kız ama bir sebep bulmuşuz kavga ediyoruz arabada. sebebi hatırlamıyorum, ayrılmayla ilgili bir şey. aslına bakarsan olayla ilgili bir çok şeyi hatırlamıyorum ama benim o halimi görebilseydin, gerçekten komikti. şimdi anlatınca öyle komik olmayacak belki ama olsun, riski alıyorum yine de.
arabada gidiyoruz kızarkadaşımızla, galiba ortaköy taraflarındayız. ortadaki problem "ayrılık" konusu. bir ayrılma durumu var ama kız buna çok sinirli. en başta, bir şeyleri anlayamadığından sinirli. muhtemelen gerçek ayrılma sebebi ortamdan gizlenmiş, söylenmiyor, geriye kalanlar da sebep olarak çok manasız duruyorlar, havada asılı kalmışlar. kız ya benim bu kadar saçmasapan sebeplerle bu kadar manasız bir ayrılık talep edebilecek derecede sığ, gerizekalı ya da kompleksli olmamı, ve kendisinin böyle bir adamla bu kadar zaman kaybetmesini anlayamıyor, yediremiyor ve sinirleniyor. ya da gerçek sebebin tebliğ edilenden çok daha farklı olduğunu anlamış, onu kendisinden gizlememe ve ağzımı bıçak açmamasına çok sinirleniyor, bilemiyoruz. bense sakinim. çoğunlukla o konuşuyor, ben dinlemedeyim.
olayın komikliğinin başladığı referans noktası, burası. kız konuşuyor, ben dinlemedeyim ama kızın konuşması içini dökme, bağırma - çağırma, sorularına cevap bulmaya çalışma değil. kız bir talepte bulunuyor, bir şey istiyor, orası açık. onu anladım.
ama onun dışında hiç bir şey anlamıyorum. çok garip. şaka değil, yemin ederim, kızın söylediklerini an-la-mı-yo-rum.
önce çaktırmıyorum, arada bir kafa sallayarak muhabbete dahil oluyorum. sonra bu giderek zorlaşıyor, arada teyit edilmesi gereken sorular geliyor. daha sonrasında çoktan seçmeli değil, kompozisyon şeklinde cevap vermek icap edince yelkenleri suya indirmek zorunda kalıyorum:
- yani aslında ben, tam olarak neyi sorduğunu anlamadım.
- nasıl anlamadın?
- yani ne öğrenmek istediğini açık açık sormuyosun ki. ya da ben anlamıyorum, bilmiyorum. (suçu üstlenelim, daha fazla sinirlendirmeyelim.)
- şaka mı yapıyosun ozan? yani senin istediklerinle benim beklentilerimin arasındaki boşluk giderek büyüyor ve senin kendi hayatına uygulayarak beni dolaylı yoldan etkilemen ne benim ne de mırr mırr mırrr vır vır vır.
yine koptum.
o kadar garip ki hayretler içerisindeyim. o anı bugün gibi hatırlıyorum, kız sanki bilmediğim bir dil konuşuyor ve ben hiç bir şey anlamıyorum. durumun absürtlüğü bir zaman sonra yüzüme yansıyor ister istemez. istemsizce gülümseyince kız daha da sinirleniyor fakat elimden gelebilecek bir şey yok. artık iyice geriliyorum ve terlemeye başlıyorum yavaş yavaş. ellerimin içi terliyor, direksiyonda kaymaya başlıyor falan. onu hatırlıyorum bak.
bunu anlatsan kimse inanmaz aslında ve hatta çoğu da nesi komik der, çünkü olayın kendisi çok basit. bir çift arasında ayrılmayla ilgili bir kavga mevzubahis ise eğer, diğer tarafın söyleyebileceklerini tahmin etmek zor olmasa gerek. ya bağırıp çağırıp küfredecek, ortamı terk edecektir, ya ayrılmayalım tekrar deneyelim diyecektir, ya da benden ayrılamazsın diyerek vandal faaliyetlere girişecektir. başka da bir alternatif yok değil mi?
değil işte, bir saattir ne anlatıyoruz burda?
kız bir şeyler sordukça cevabı bilmeyen ilkokul öğrencisi gibi ezilip büzülüyorum karşısında. yaklaşık bir yarım saat geçtikten sonra, geçen zamanla beraber (her şey gibi) bu absürt sahne de absürtlüğünü yitirip normalmiş gibi gelmeye başlayınca ben de sinirlenmeye başlıyorum artık. zaten çok gerilmişim. sesimi yükselterek soruyorum, ne istiyorsun, derdin nedir? gelen cevap yine arapça.
sonunda o gün o kızla ayrılıyoruz a dostlar. skeç gibi geçen ve başkasıyla paylaşamadığıma üzüldüğüm o öğleden sonrasının sonrasında bir daha konuşmuyoruz hiç. o da o gün ne istiyorduysa, alamıyor. ben vermek niyetindeyim aslına bakarsan, bir anlasam ne istediğini, özür mü istiyor, sebep mi soruyor ne istiyorsa vermek niyetindeyim ama veremiyorum.
yani o mizansen gerçek olabiliyormuş arkadaşım. vır vır vır konuşan ve ne dediği belli olmayan kadın varmış, ben karşılaştım. ama onların da "o modda" olması gerekiyor herhalde. normalde öyle değildi çünkü o kız. bunun bir ipucu falan da yok işin kötüsü, hepinizin kızarkadaşı, karısı bir anda o moda geçebilir demek ki, uyandırayım. geçerlerse, nacizane tavsiyem susup oturmanız. cevap vermek her şeyi daha da zorlaştırıyor.
7 Ağustos 2009 Cuma
öğrenilmiş çaresizlik
1984, v for vendetta gibi başarılı kitapların (ve filmlerin), bana kalırsa özünü oluşturan "öğrenilmiş çaresizlik"ten bahsedelim.
psikoloji literatürüne böyle bir sendrom girmiş, yirminci yüzyılın ortalarında. sendrom mu denir ona ne denir? "şey" demeyeyim diye sendrom dedim.
seligman abi, üç adet köpek grubu oluşturmuş: kaçış, boyunduruk ve kontrol. kaçış grubunun zeminine otuz saniye boyunca elektrik vermiş ama bir de düğme koymuş. ona basınca elektrik kesiliyormuş. köpekler birkaç denemeden sonra hemen düğmeye basıp elektriği kesmeyi öğrenmişler. boyunduruk grubuna da aynı şekilde elektrik vermiş fakat onlar düğmeye bassa da elektrik kesilmiyormuş. kontrol grubuna elektrik melektrik vermemiş.
ertesi gün bu üç grubun kafeslerini çok alçak bir çitle ayırmış, isteyen bir taratan diğerine zıplayabiliyormuş. sonra da üçüne birden elektrik vermiş. kaçış ve kontrol grubu diğer taraflara atlamışlar ama boyunduruk grubundaki köpeklerin büyük çoğunluğu oldukları yerde durmuş. kabullenmişler yani eziyeti, hiç uğraşmamışlar.
çaresizlik, ya da kötümserlik de diyebiliriz, öğreniliyor demek ki. genlerimizde yok, ona göre.
ilgisiz not: hocam bu ağır roman ne kadar iyi filmmiş, niye daha evvel söylemediniz? müzik, oyunculuk, diyaloglar, hepsi çok iyi.
ilgisiz not 2: müzeyyen senar'ın hastasıyım. beraber uzun uzun rakı içmek istediğim ünlüler sıralamasında giderek yukarı tırmanıyor.
psikoloji literatürüne böyle bir sendrom girmiş, yirminci yüzyılın ortalarında. sendrom mu denir ona ne denir? "şey" demeyeyim diye sendrom dedim.
seligman abi, üç adet köpek grubu oluşturmuş: kaçış, boyunduruk ve kontrol. kaçış grubunun zeminine otuz saniye boyunca elektrik vermiş ama bir de düğme koymuş. ona basınca elektrik kesiliyormuş. köpekler birkaç denemeden sonra hemen düğmeye basıp elektriği kesmeyi öğrenmişler. boyunduruk grubuna da aynı şekilde elektrik vermiş fakat onlar düğmeye bassa da elektrik kesilmiyormuş. kontrol grubuna elektrik melektrik vermemiş.
ertesi gün bu üç grubun kafeslerini çok alçak bir çitle ayırmış, isteyen bir taratan diğerine zıplayabiliyormuş. sonra da üçüne birden elektrik vermiş. kaçış ve kontrol grubu diğer taraflara atlamışlar ama boyunduruk grubundaki köpeklerin büyük çoğunluğu oldukları yerde durmuş. kabullenmişler yani eziyeti, hiç uğraşmamışlar.
çaresizlik, ya da kötümserlik de diyebiliriz, öğreniliyor demek ki. genlerimizde yok, ona göre.
ilgisiz not: hocam bu ağır roman ne kadar iyi filmmiş, niye daha evvel söylemediniz? müzik, oyunculuk, diyaloglar, hepsi çok iyi.
ilgisiz not 2: müzeyyen senar'ın hastasıyım. beraber uzun uzun rakı içmek istediğim ünlüler sıralamasında giderek yukarı tırmanıyor.
5 Ağustos 2009 Çarşamba
türkü
bugün çok araba kullandım, e haliyle çok müzik dinledim o sıra.
daha önce de bahsi geçmişti, artık arabadaki cd'lerden gına geldiğinden, hiç adetim değildir ama radyoya ağırlık veriyorum bu ara.
power fm ya da poptürk'çü falan da değiliz, istasyonlar arasında manuel gezinirken birkaç türkü kanalına denk geldim; ki çok severim türkü.
neden severim, öncelikle, ticari kaygı taşımadıklarından.
yani adamın biri yapımcının odasına girip şarkısını dinlettikten sonra, yapımcının "buna biraz da hüzün serpiştir" direktifiyle evine dönüp yeniden söz yazmamış bu türkülerde. öyle bir sahne canlandıramazsın kafanda. adam hakikaten yaşamış söylediklerini. en azından birilerinin başından geçmiş bu olay, gerçek yani, reality show gibi bir şey. adamın canına tak etmiş, sonunda almış eline sazı, bağlamayı, bunu yazmış.
sonra şu var: adam köylü, adam çiftçi, adam beş parasız, adamın okuma - yazması yok. hepsinin üstüne adam önünü göremiyor, kör. ama almış eline sazı, yazmış:
güzelliğin beş para etmez,
bendeki şu aşk olmasa.
demek ki, bunu anası başka coğrafyada doğursa, baudrillard yanında bok yemiş be usta.
daha önce de bahsi geçmişti, artık arabadaki cd'lerden gına geldiğinden, hiç adetim değildir ama radyoya ağırlık veriyorum bu ara.
power fm ya da poptürk'çü falan da değiliz, istasyonlar arasında manuel gezinirken birkaç türkü kanalına denk geldim; ki çok severim türkü.
neden severim, öncelikle, ticari kaygı taşımadıklarından.
yani adamın biri yapımcının odasına girip şarkısını dinlettikten sonra, yapımcının "buna biraz da hüzün serpiştir" direktifiyle evine dönüp yeniden söz yazmamış bu türkülerde. öyle bir sahne canlandıramazsın kafanda. adam hakikaten yaşamış söylediklerini. en azından birilerinin başından geçmiş bu olay, gerçek yani, reality show gibi bir şey. adamın canına tak etmiş, sonunda almış eline sazı, bağlamayı, bunu yazmış.
sonra şu var: adam köylü, adam çiftçi, adam beş parasız, adamın okuma - yazması yok. hepsinin üstüne adam önünü göremiyor, kör. ama almış eline sazı, yazmış:
güzelliğin beş para etmez,
bendeki şu aşk olmasa.
demek ki, bunu anası başka coğrafyada doğursa, baudrillard yanında bok yemiş be usta.
4 Ağustos 2009 Salı
istatistik
taa üniversite yıllarında ilk aldığımdan beri, istatistiğin bir bilim olmadığını düşünüyorum.
hayatımızı bir nebze kolaylaştırdığı doğru, empirik verilerle çalışıyorsun ona da tamam ama benim hatırladığım kadarıyla şöyle bir kural vardı, bir verinin bilimsel sayılabilmesi için:
deney, mevcut konum ve diğer tüm fiziki şartlar korunup tekrar tekrar denendiğinde hep aynı sonucun çıkması gerekir.
şimdi, istatistikte böyle bir şey mümkün değil. bir yazı gelir, bir tura. bir bankonun önünden bazen beş adam geçer, bazen on beş. nasıl olacak o zaman?
öte yandan istatistiğin içine, kaderciliğin aracılığıyla felsefe ve din de giriyor bence.
çünkü n'apıyorsun? bir olayın tekrar gerçekleşme ihtimalini hesaplarken, o zamana kadar gerçekleşmiş olasılıkların yeniden gerçekleşeceğini kabul ediyorsun. eğer ortada kabul etmek varsa, kadercisin bir kere. ama neyi kabul ettiğin de önemli. ya,
evrende mevcut bir sistem olduğunu ve bu sistemin sabit ve değişmez kurallarla işlediğini, hiç bir zaman formüllerinin dışına çıkılmadığını, dolayısıyla t zamana kadar gerçekleşmiş hadiselerin de aynı periyotlarla t+1'de de gerçekleşeceğini kabul edeceksin. ya da,
evrenin tamamının bir yaratıcı tarafından kurulup yönetildiğini, evrende mevcut sistemdeki kuralların değişmemesinin en alt paydada yaratıcı ile ilintili olduğunu, her canlı ve hatta her maddenin varoluşundan yokoluşuna kadar yaratıcının en baştan belirlediği çizgide yol alacağını, aksinin mümkün olamayacağını kabul edeceksin.
bence her iki durumda da kadercisin ve bilimsel değilsin.
diğer bilimlerde de önceden gerçekleşmiş olaylardan faydalanırsın gerçi ama orada tüm deneylerde aynı çıkmış bir sabit vardır, alır onu kullanırsın. o sabit zaten hiç değişmez. istatistikte geçmişte aldığın veriyi, olmadığı halde sabitmiş gibi kabul edersin. ha sonuçta işine yarar mı yarar. ama bu, pi'yi üç alarak hesap yapıp mars'a uzay aracı göndermeye benzer.
hayatımızı bir nebze kolaylaştırdığı doğru, empirik verilerle çalışıyorsun ona da tamam ama benim hatırladığım kadarıyla şöyle bir kural vardı, bir verinin bilimsel sayılabilmesi için:
deney, mevcut konum ve diğer tüm fiziki şartlar korunup tekrar tekrar denendiğinde hep aynı sonucun çıkması gerekir.
şimdi, istatistikte böyle bir şey mümkün değil. bir yazı gelir, bir tura. bir bankonun önünden bazen beş adam geçer, bazen on beş. nasıl olacak o zaman?
öte yandan istatistiğin içine, kaderciliğin aracılığıyla felsefe ve din de giriyor bence.
çünkü n'apıyorsun? bir olayın tekrar gerçekleşme ihtimalini hesaplarken, o zamana kadar gerçekleşmiş olasılıkların yeniden gerçekleşeceğini kabul ediyorsun. eğer ortada kabul etmek varsa, kadercisin bir kere. ama neyi kabul ettiğin de önemli. ya,
evrende mevcut bir sistem olduğunu ve bu sistemin sabit ve değişmez kurallarla işlediğini, hiç bir zaman formüllerinin dışına çıkılmadığını, dolayısıyla t zamana kadar gerçekleşmiş hadiselerin de aynı periyotlarla t+1'de de gerçekleşeceğini kabul edeceksin. ya da,
evrenin tamamının bir yaratıcı tarafından kurulup yönetildiğini, evrende mevcut sistemdeki kuralların değişmemesinin en alt paydada yaratıcı ile ilintili olduğunu, her canlı ve hatta her maddenin varoluşundan yokoluşuna kadar yaratıcının en baştan belirlediği çizgide yol alacağını, aksinin mümkün olamayacağını kabul edeceksin.
bence her iki durumda da kadercisin ve bilimsel değilsin.
diğer bilimlerde de önceden gerçekleşmiş olaylardan faydalanırsın gerçi ama orada tüm deneylerde aynı çıkmış bir sabit vardır, alır onu kullanırsın. o sabit zaten hiç değişmez. istatistikte geçmişte aldığın veriyi, olmadığı halde sabitmiş gibi kabul edersin. ha sonuçta işine yarar mı yarar. ama bu, pi'yi üç alarak hesap yapıp mars'a uzay aracı göndermeye benzer.
3 Ağustos 2009 Pazartesi
kıskanır
ilişkilerle ilgili bir çok "gerçeği" şarkılardan duymaya, öğrenmeye alışığız. hele de pop'un yükselişiyle beraber. türkülerde de vardı bazı ilişki analizleri, saptamalar ama pop'un eline su dökemez tabii. türk sanat müziği'nde türkülerden de çok olurdu hatta, fakat o da çok bir ağdalıydı, teşbihliydi.
bunlardan en büyüğü de seven kıskanır geyiği. tam şarkı sözü, hangi şarkıya koysan uyar.
sonra yavaş yavaş, hafif mürekkepyalamışların etkisiyle özgüveni olmayan adam kıskanır geyiği çıktı, şarkılardan türkülerden bağımsız olarak; yanlış anlaşılmasın. ama ben daha çok, sana değil çevreye güvenmiyorum'cuyum. insanın safını seçmesi lazım. ben daha çok o taraftayım.
velhasıl, bundan sekiz - on sene evvel o taraflarda dolanırken ben, o zamanki kızarkadaşımı bir test edeyim diyorum. o zamanlar internet falan yeni hadise. herkes deli gibi chat yapıyor, msn popüler değil daha, hepimiz icq'cuyuz.
o zamanki sevgili teknolojiyle pek haşır neşir değil, bilgisayar da kullanmıyor. ben bir vesileyle öğretiyorum, icq'yu falan yüklüyorum, maksat daha da çok konuşmak tabii. daha çok konuşalım, daha çok konuşalım, sevgilimizle saatlerce "chat"leşelim.
önceden kurgulamışım ben, biliyorum anne-baba evde değiller, buluştuktan sonra kızın evinin yolunu tutuyorum aniden. direksiyon bende, mecburen gidiyoruz. bir bakayım diyorum bilgisayarından, benden başkasıyla chat'leşme söz konusu mu? söz konusu ise, muhabbet ne cinsten? yazar-çizer durumları varsa bizim hatunun tepkileri neler? dediğim gibi olay kurgulu olduğundan daha evvel de en ufak muhabbetini açmamışım. hiç sormamışım bile ki, kıllanıp silmesin. bir anda pat diye tüm hain planımı ortaya dökünce şaşırıyor tabii, yok diyor, kimseyle konuşmuyorum. tamam, her şey güzel, plan tıkır tıkır işliyor. şimdi göreceğiz.
sevgili eve yaklaştıkça ciddi olduğumu anlayıp (o zamanlar da kulislerde şakacı kimliğimle tanınıyorum çünkü) hafiften rahatsızlanmaya başlıyor. ne gerek var diyor, gitmeyelim, deli misin falan filan. dinlemiyorum, giriyoruz eve. o da nesi? babaanne evde örgü örüyor. e niye söylemedin babaannenin evde olduğunu? söyledim ya, gitmeyelim dedim. söylemedin, gitmeyelim dedin, babaannem evde demedin.
neyse hoşgeldin, beşgittin muhabbetinden sonra sevgilinin odasına alt kata iniyoruz. açıyorum bilgisayarı hemen bakmak için, zira durumdan çok rahatsızım, çünkü babaanne benden daha rahatsız. bilgisayar çok eski, açılmadıkça açılmıyor. iki dakika sonra babaanne torununa sesleniyor: kızım gelsenize buraya, gelin yukarda oturun.
of. durum çok fena. babaanne düpedüz gelin yanımda durun, aşağıda sevişmeyin diyor. ama içimdeki hırs imkanı yok izin vermiyor. bir hafta planlamışım bu olayı, her şey tıkır tıkır işlemiş, yavaş açılan bir bilgisayar ve örgü ören bir babaanne yüzünden her şeyi çöpe atamam. sen git bir bak diye yolluyorum torununu, en azından anlasın sevişmiyoruz. bu sefer de mevzu babaannenin misafirperverlik duygularıyla çatışıyor, misafir çocuk öyle tek başına bırakılmaz, sevgili elinde çay - pastayla geri dönüyor. babaanneyi hallettik.
yarım saat sonra falan bilgisayar açılınca bakıyorum hemen icq'ya ve çok garip bir şey oluyor: gerçekten de listede bir tek ben varım. başka kimse yok. o zamanki nick'imle koca listede duruyorum kırmızı kırmızı. seviniyorum tabii o zaman, ufacık çocuğum, şimdi olsa koşarak kaçarım. nasıl kimse olmaz lan? obsesif bu kesin derim şimdi olsa. bu kızın hiç mi arkadaşı yok, kimseyle konuşmaz mı, nasıl listede bir tek ben olurum? ama o anda öyle demiyorum işte, seviniyorum, güle oynaya çıkıyoruz evden, babaanne de rahat bir nefes alıyor.
her ne kadar süreç içerisinde rahatsızlık duysa da, olay bittikten sonra sevgili bile bu şiddetli kıskançlıktan memnun. halbuki bunlar nasıl kafalar, ben nasıl listede bir tek ben varım diye seviniyorum, hatun nasıl onu çok kıskanıyorum diye mutlu? yani hocam, her şey zamanla, her şey zamanla. yavaş yavaş sindireceksin.
bunlardan en büyüğü de seven kıskanır geyiği. tam şarkı sözü, hangi şarkıya koysan uyar.
sonra yavaş yavaş, hafif mürekkepyalamışların etkisiyle özgüveni olmayan adam kıskanır geyiği çıktı, şarkılardan türkülerden bağımsız olarak; yanlış anlaşılmasın. ama ben daha çok, sana değil çevreye güvenmiyorum'cuyum. insanın safını seçmesi lazım. ben daha çok o taraftayım.
velhasıl, bundan sekiz - on sene evvel o taraflarda dolanırken ben, o zamanki kızarkadaşımı bir test edeyim diyorum. o zamanlar internet falan yeni hadise. herkes deli gibi chat yapıyor, msn popüler değil daha, hepimiz icq'cuyuz.
o zamanki sevgili teknolojiyle pek haşır neşir değil, bilgisayar da kullanmıyor. ben bir vesileyle öğretiyorum, icq'yu falan yüklüyorum, maksat daha da çok konuşmak tabii. daha çok konuşalım, daha çok konuşalım, sevgilimizle saatlerce "chat"leşelim.
önceden kurgulamışım ben, biliyorum anne-baba evde değiller, buluştuktan sonra kızın evinin yolunu tutuyorum aniden. direksiyon bende, mecburen gidiyoruz. bir bakayım diyorum bilgisayarından, benden başkasıyla chat'leşme söz konusu mu? söz konusu ise, muhabbet ne cinsten? yazar-çizer durumları varsa bizim hatunun tepkileri neler? dediğim gibi olay kurgulu olduğundan daha evvel de en ufak muhabbetini açmamışım. hiç sormamışım bile ki, kıllanıp silmesin. bir anda pat diye tüm hain planımı ortaya dökünce şaşırıyor tabii, yok diyor, kimseyle konuşmuyorum. tamam, her şey güzel, plan tıkır tıkır işliyor. şimdi göreceğiz.
sevgili eve yaklaştıkça ciddi olduğumu anlayıp (o zamanlar da kulislerde şakacı kimliğimle tanınıyorum çünkü) hafiften rahatsızlanmaya başlıyor. ne gerek var diyor, gitmeyelim, deli misin falan filan. dinlemiyorum, giriyoruz eve. o da nesi? babaanne evde örgü örüyor. e niye söylemedin babaannenin evde olduğunu? söyledim ya, gitmeyelim dedim. söylemedin, gitmeyelim dedin, babaannem evde demedin.
neyse hoşgeldin, beşgittin muhabbetinden sonra sevgilinin odasına alt kata iniyoruz. açıyorum bilgisayarı hemen bakmak için, zira durumdan çok rahatsızım, çünkü babaanne benden daha rahatsız. bilgisayar çok eski, açılmadıkça açılmıyor. iki dakika sonra babaanne torununa sesleniyor: kızım gelsenize buraya, gelin yukarda oturun.
of. durum çok fena. babaanne düpedüz gelin yanımda durun, aşağıda sevişmeyin diyor. ama içimdeki hırs imkanı yok izin vermiyor. bir hafta planlamışım bu olayı, her şey tıkır tıkır işlemiş, yavaş açılan bir bilgisayar ve örgü ören bir babaanne yüzünden her şeyi çöpe atamam. sen git bir bak diye yolluyorum torununu, en azından anlasın sevişmiyoruz. bu sefer de mevzu babaannenin misafirperverlik duygularıyla çatışıyor, misafir çocuk öyle tek başına bırakılmaz, sevgili elinde çay - pastayla geri dönüyor. babaanneyi hallettik.
yarım saat sonra falan bilgisayar açılınca bakıyorum hemen icq'ya ve çok garip bir şey oluyor: gerçekten de listede bir tek ben varım. başka kimse yok. o zamanki nick'imle koca listede duruyorum kırmızı kırmızı. seviniyorum tabii o zaman, ufacık çocuğum, şimdi olsa koşarak kaçarım. nasıl kimse olmaz lan? obsesif bu kesin derim şimdi olsa. bu kızın hiç mi arkadaşı yok, kimseyle konuşmaz mı, nasıl listede bir tek ben olurum? ama o anda öyle demiyorum işte, seviniyorum, güle oynaya çıkıyoruz evden, babaanne de rahat bir nefes alıyor.
her ne kadar süreç içerisinde rahatsızlık duysa da, olay bittikten sonra sevgili bile bu şiddetli kıskançlıktan memnun. halbuki bunlar nasıl kafalar, ben nasıl listede bir tek ben varım diye seviniyorum, hatun nasıl onu çok kıskanıyorum diye mutlu? yani hocam, her şey zamanla, her şey zamanla. yavaş yavaş sindireceksin.
1 Ağustos 2009 Cumartesi
komünist manifesto
bir kitapçıdan visa kredi kartımla karl marx ve friedrich engels'in komünist manifesto'sunu alıp, adamları mezarlarında ters çevirdikten sonra eve gelip okumaya başladım.
bildiklerimden çok daha sert, radikal ve bazen uygulanışını hayal bile edemeyeceğim şeylerle karşılaştım.
bu kitabı okumasaydım ve karşıma marx'ı getirselerdi (artık onun vereceği cevapları da bildiğimden), elimize birer mikrofon verip boğaza karşı bir masaya oturtsalardı, pazar brunch'ı esnasında yayınlanacak bir programı çekerken aramızda şöyle bir diyalog olurdu muhtemelen:
- abi hoş geldin. öncelikle engels ile ilişkinizden başlamak istiyorum. adınız yüz yıldan fazladır birlikte anılıyor, zeki - metin gibisiniz. nasıl başladı arkadaşlığınız?
- sanırım ilk olarak 1842'de karşılaştık. yirmi dört yaşındaydım. ikimiz de hegel'den müthiş etkilenmiştik. çok iyi arkadaş olduk ve 1848'de bu manifesto'yu yazdık. sonrasında da ölene kadar devam etti arkadaşlığımız.
- peki. devam edelim. bu manifesto'yu yazmanıza bir çok şey sebep olmuştur ama bunların en önemlilerini sıralamanızı istesem?
- bak yoldaş, o zaman konuya şöyle gireyim: gelmiş geçmiş bütün toplumun tarihi, sınıf savaşlarının tarihidir. her dönemde, her zaman toplumda farklı sınıflar oluşmuş ve bunlar her zaman bir savaşım içinde olmuşlardır. derebeylik sınıfı yıkıldıktan sonra ortaya çıkan (ve günümüzde devam eden) kentsoyluluk (burjuvazi) de şu anda orta katmanla ve onun altındaki proleterya'yla savaş halindedir. ve kentsoyluluk bugüne dek saygı duyulan, sofuca bir ürküntüyle karşılanan bütün etkinlikleri kutsallık görünümünden sıyırmıştır. hekimi, hakimi, bilim adamını, parasını verip çalıştırdığı ücretli işçilere çevirmiştir. biz artık bu sınıf ayrımcılığına bir son vermek istedik. bu, yüzlerce sebepten biridir.
- abi senin hakkında kesinleşmemiş fikirler var. kimisi sosyalist, kimisi komunist diyor. hazır burda yakalamışken sorayım hahaha, hangisisin?
- ben toplumcuyum. toplumun sınıfsız, komün bir hayat yaşaması taraftarıyım. sosyalist devlet yapısında her türlü üretim ve dağıtım devlet elindedir. özel mülkiyet yoktur. girişimciliğin esamesi okunmaz. komünizm fikri ise şudur: tüm işçiler maksimum verimlilikle ürettikleri malları, herkese eşit şekilde dağıtırlar ve artık ortada bir devlet yoktur. bir sınıf, bir devlet, bir din, hatta bir aile yoktur. ama sonrasında sovyetler birliği'nde uygulamasını gördüğümüz komünizm, tek bir otoriter partinin, tüm devlet işlerini yürüttüğü ve özel mülke izin vermediği bir sisteme dönüşmüştür. halbuki biz öyle mi dedik? biz bunları hep kitaplarımızda yazdık, açıp okusunlar.
- abi hepsini anladım da aile nasıl yok, onu çözemedim?
- bugünkü aile, burjuvazi ailesi neye dayanıyor? sermayeye, özel kazanca. tam gelişmiş biçimiyle yalnızca burjuvazide var. burjuvazinin ailesi tamamlayıcısının (işçi sınıfının) yok olmasıyla birlikte doğal olarak yok olur, sermayenin ortadan kalkmasıyla ikisi birden ortadan kalkar. biz sadece cocukların ana - babalarınca sömürülmesini ortadan kaldırmak istiyoruz. hepsine, ücretsiz ve bağımsız bir eğitim vermek istiyoruz.
- işçi sınıfı, çocuklarını, sadece eve ekmek getirecek ek işçiler olarak görüyor şu anda mı diyorsunuz?
- evet, burjuvazi, aile yapısını bu hale getirmiştir.
- konusu açılmışken, sizinkileri bilmem ama bizim ülkemizde 68 kuşağı denen bir dönemin çocukları var. o dönem, karşıtları sağcı öğrenciler tarafından en çok dillendirilen şey, komünistlerin karılarını bile ortak kullanmak istedikleriymiş. sizin konuya bakışınız nedir?
- her şeyden önce sizin çok iyi bir şairiniz var, zamanında sınırdışı ettiniz. nazım.
- nazım hikmet.
- heh, nazım hikmet. o ne büyük şairdir bilir misin? sahi, niye sınırdışı ettiydiniz onu siz?
- o uzun hikaye abi. programdan sonra anlatırım sana ben. hem bir yere gider, bir şeyler içeriz.
- her neyse, o zaten yeterince açıklamış: her şey ortak olmalı / yarin dudağından gayrı. tabii ki öyle bir şey yok. hem komünistlerin kadın ortaklığı getirmelerine gerek yok ki, o zaten öteden beri var. burjuva sınıfımız, hadi resmi fuhuşu hiç anmayalım, proleterlerinin karılarıyla kızlarını el altında bulundurmakla da doymayıp, birbirlerinin karısını ayartmaktan büyük haz duyuyorlar.
- peki ulusalcılığa ne diyorsunuz? komünistlerin ulusal, milliyetçi hareketleri yok mudur?
- işçilerin yurdu yoktur. işçilerin bir ulusu yoktur. onlar sadece dünyadaki en büyük ve en güçlü sınıftır. devlete, ulusa ya da millete ihtiyaç duymazlar.
- ama bu da işçileri egemen sınıf haline getirmez mi? tüm dünyada gücü ellerine aldıklarında aynısını onlar yapmayacaklar mı? bu da bir tür sınıf ayrımcılığı değil mi?
- en basit cevapla, hayır. işçi emeğiyle çalıştıkça, sermayeyi ortadan kaldırdıkça, ve üretimin dağılmasını sağladıkça ne bir alt ne de bir üst sınıf yaratabilir.
- siz özel mülkiyetin tamamen kaldırılmasından bahsediyorsunuz. miras hakkının bile olmadığı anlamına gelir bu. peki, insanlar niye çalışsın?
- isim neydi?
- ozan
- bak yoldaş ozan. öncelikle senin bu kafayı açman lazım. bir saattir boşuna konuşuyoruz demek ki burda.
- sakin karl abi, sakin. canlı yayındayız abi, aman.
- canlı manlı. biz bir ömür tüketmişiz bu konuda, tuğla tuğla onlarca kitap yazmışız, mezardan çıkıp geldik rica minnet, hala o zaman insanlar niye çalışsın diyon. sen çalışma zaten, bırak. bırak da milletin önünü tıkama.
- sinirlenme üstad. ben sorduğum sorularla vatandaşımızı bilgilendirmek istiyorum sadece...
- gelip gelip şu mülkiyet meselesine takılıyorsunuz kardeşim. öncelikle şunu söyleyeyim: bu, mülkiyetin ilk nitelik ya da el değiştirmesi değildir. fransız devrimi sonrasında da mülkiyet derebeyliklerden burjuvaziye gecmedi mi? o zaman niye kimse bu kadar takılmadı? ikincisi, özel mülkiyeti kaldıracağız diye ödünüz kopuyor, oysa varolan toplumunuzun onda dokuzu için mülkiyet zaten kalkmış. varolması düpedüz o onda dokuz için varolmamasından ötürü. ayrıca o onda dokuz için ileride bir mülk sahibi olma umudu da sıfır, yanlış anlaşılmasın. ve son olarak, çok sığca bahsettiğiniz tembellik sorunu: iş ona kalırsa burjuva toplumunun aylaklık yüzünden çoktan yıkılıp gitmiş olması gerekirdi; çünkü orda çalışanlar kazanmıyor, kazananlar çalışmıyor.
- anladım abi. şunu da merak etmişimdir hep: sizin bu devrim söz konusu olduğunda, neden çıkış noktası hep "işçi sınıfı" olmuştur? yani toplumda daha bir çok sınıf var, köylü var. neden çıkış noktası hep işçiler?
- kentsoyluluğun karşısında duran bütün sınıflar içinde yalnızca proleterya gerçekten devrimci bir sınıftır. geri kalan sınıflar büyük sanayi ile birlikte çözülüp yok olur, proleterya ise onun öz ürünüdür. orta katmanlar, küçük sanayici, küçük tüccar, zanaatkar, çiftçi, bunların hepsi, orta katmanlar olarak varoluşlarını yokolup gitmekten korumak için burjuvazi ile savaşır. dolayısıyla devrimci değil, tutucudurlar.
- evet karl abi, maalesef yönetmenim işaret ediyor, çok az zamanımız kalmış. son olarak söyleyeceklerinizi alabilirsek, bir cümleyle...
- uğur dündar çağırınca mecbur kalktık geldik, kıramadık. seneler sonra. aradan bir yüzyıl geçmiş. gördüklerime çok şaşırdım. benim bildiğim, insanlık tarihi hiç bir yüzyılda bu kadar mesafe katedememiştir. ama katedilen bunca mesafeye rağmen, diğer taraftan bazı sonuçlara ulaşamamış olmanız da çok ilginç. bu şekilde komunikasyon imkanları varken örgütlenememek, gerçek bir devrim yapamamak mümkün değil. bu imkanlar bende olacaktı var ya, pfiiiuuv. bunu nasıl engelliyorlar, nasıl becerebiliyorlar bunu, aklım almıyor. bak yeğenim, biz o zamanlar gençtik, devrimci ateşiyle yanıp tutuşuyorduk, kitaplar yazdık, kongreler düzenledik, friedrich amca'nla beraber hep. sonra insanların kafası karıştı, sanırım kendimizi iyi ifade edemedik. ben dedim friedrich'e, bak dedim, biz böyle yazıyoruz uzun uzun kitaplar, bunların tümünü kimse okumaz dedim, gel şunun bir özetini çıkaralım dedim, yok dedi. rahmetli çok inat adamdı biliyor musun? gerçek devrimci okur dedi. sonra anladık rusya'da, ne kadar okumuşlar. madem bütün türkiye, yetmiş milyon bizi izliyor; ki hiç bu kadar geniş bir topluluğa karşı konuşmamıştım, tüm bu anlattıklarımızın dışında ana fikir şuydu yoldaşlar: sermaye kişisel değil, toplumsal bir güçtür. çıkartın artık o sermayeyi yaşamınızdan. sermaye + emek + kar = maliyet denklemini bozun. sermaye ve karı çıkartın. bir malın değeri, ancak ona harcanan emek kadardır, daha fazlası ya da azı değil. sözlerimi, manifesto'yu bitirdiğim gibi bitirmek istiyorum: proleterlerin zincirlerinden başka yitirecekleri bir şey yok. kazanacakları bir dünya var. bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!
- abi çok teşekkür ederiz, ağzına sağlık. sayende televizyonculukta bir ilk daha yaşandı.
- ne demek yoldaş. biz hep burdayız, eserlerimiz ölümsüzlüğümüzdür. babaya çok selam.
- başüstüne abi.
bildiklerimden çok daha sert, radikal ve bazen uygulanışını hayal bile edemeyeceğim şeylerle karşılaştım.
bu kitabı okumasaydım ve karşıma marx'ı getirselerdi (artık onun vereceği cevapları da bildiğimden), elimize birer mikrofon verip boğaza karşı bir masaya oturtsalardı, pazar brunch'ı esnasında yayınlanacak bir programı çekerken aramızda şöyle bir diyalog olurdu muhtemelen:
- abi hoş geldin. öncelikle engels ile ilişkinizden başlamak istiyorum. adınız yüz yıldan fazladır birlikte anılıyor, zeki - metin gibisiniz. nasıl başladı arkadaşlığınız?
- sanırım ilk olarak 1842'de karşılaştık. yirmi dört yaşındaydım. ikimiz de hegel'den müthiş etkilenmiştik. çok iyi arkadaş olduk ve 1848'de bu manifesto'yu yazdık. sonrasında da ölene kadar devam etti arkadaşlığımız.
- peki. devam edelim. bu manifesto'yu yazmanıza bir çok şey sebep olmuştur ama bunların en önemlilerini sıralamanızı istesem?
- bak yoldaş, o zaman konuya şöyle gireyim: gelmiş geçmiş bütün toplumun tarihi, sınıf savaşlarının tarihidir. her dönemde, her zaman toplumda farklı sınıflar oluşmuş ve bunlar her zaman bir savaşım içinde olmuşlardır. derebeylik sınıfı yıkıldıktan sonra ortaya çıkan (ve günümüzde devam eden) kentsoyluluk (burjuvazi) de şu anda orta katmanla ve onun altındaki proleterya'yla savaş halindedir. ve kentsoyluluk bugüne dek saygı duyulan, sofuca bir ürküntüyle karşılanan bütün etkinlikleri kutsallık görünümünden sıyırmıştır. hekimi, hakimi, bilim adamını, parasını verip çalıştırdığı ücretli işçilere çevirmiştir. biz artık bu sınıf ayrımcılığına bir son vermek istedik. bu, yüzlerce sebepten biridir.
- abi senin hakkında kesinleşmemiş fikirler var. kimisi sosyalist, kimisi komunist diyor. hazır burda yakalamışken sorayım hahaha, hangisisin?
- ben toplumcuyum. toplumun sınıfsız, komün bir hayat yaşaması taraftarıyım. sosyalist devlet yapısında her türlü üretim ve dağıtım devlet elindedir. özel mülkiyet yoktur. girişimciliğin esamesi okunmaz. komünizm fikri ise şudur: tüm işçiler maksimum verimlilikle ürettikleri malları, herkese eşit şekilde dağıtırlar ve artık ortada bir devlet yoktur. bir sınıf, bir devlet, bir din, hatta bir aile yoktur. ama sonrasında sovyetler birliği'nde uygulamasını gördüğümüz komünizm, tek bir otoriter partinin, tüm devlet işlerini yürüttüğü ve özel mülke izin vermediği bir sisteme dönüşmüştür. halbuki biz öyle mi dedik? biz bunları hep kitaplarımızda yazdık, açıp okusunlar.
- abi hepsini anladım da aile nasıl yok, onu çözemedim?
- bugünkü aile, burjuvazi ailesi neye dayanıyor? sermayeye, özel kazanca. tam gelişmiş biçimiyle yalnızca burjuvazide var. burjuvazinin ailesi tamamlayıcısının (işçi sınıfının) yok olmasıyla birlikte doğal olarak yok olur, sermayenin ortadan kalkmasıyla ikisi birden ortadan kalkar. biz sadece cocukların ana - babalarınca sömürülmesini ortadan kaldırmak istiyoruz. hepsine, ücretsiz ve bağımsız bir eğitim vermek istiyoruz.
- işçi sınıfı, çocuklarını, sadece eve ekmek getirecek ek işçiler olarak görüyor şu anda mı diyorsunuz?
- evet, burjuvazi, aile yapısını bu hale getirmiştir.
- konusu açılmışken, sizinkileri bilmem ama bizim ülkemizde 68 kuşağı denen bir dönemin çocukları var. o dönem, karşıtları sağcı öğrenciler tarafından en çok dillendirilen şey, komünistlerin karılarını bile ortak kullanmak istedikleriymiş. sizin konuya bakışınız nedir?
- her şeyden önce sizin çok iyi bir şairiniz var, zamanında sınırdışı ettiniz. nazım.
- nazım hikmet.
- heh, nazım hikmet. o ne büyük şairdir bilir misin? sahi, niye sınırdışı ettiydiniz onu siz?
- o uzun hikaye abi. programdan sonra anlatırım sana ben. hem bir yere gider, bir şeyler içeriz.
- her neyse, o zaten yeterince açıklamış: her şey ortak olmalı / yarin dudağından gayrı. tabii ki öyle bir şey yok. hem komünistlerin kadın ortaklığı getirmelerine gerek yok ki, o zaten öteden beri var. burjuva sınıfımız, hadi resmi fuhuşu hiç anmayalım, proleterlerinin karılarıyla kızlarını el altında bulundurmakla da doymayıp, birbirlerinin karısını ayartmaktan büyük haz duyuyorlar.
- peki ulusalcılığa ne diyorsunuz? komünistlerin ulusal, milliyetçi hareketleri yok mudur?
- işçilerin yurdu yoktur. işçilerin bir ulusu yoktur. onlar sadece dünyadaki en büyük ve en güçlü sınıftır. devlete, ulusa ya da millete ihtiyaç duymazlar.
- ama bu da işçileri egemen sınıf haline getirmez mi? tüm dünyada gücü ellerine aldıklarında aynısını onlar yapmayacaklar mı? bu da bir tür sınıf ayrımcılığı değil mi?
- en basit cevapla, hayır. işçi emeğiyle çalıştıkça, sermayeyi ortadan kaldırdıkça, ve üretimin dağılmasını sağladıkça ne bir alt ne de bir üst sınıf yaratabilir.
- siz özel mülkiyetin tamamen kaldırılmasından bahsediyorsunuz. miras hakkının bile olmadığı anlamına gelir bu. peki, insanlar niye çalışsın?
- isim neydi?
- ozan
- bak yoldaş ozan. öncelikle senin bu kafayı açman lazım. bir saattir boşuna konuşuyoruz demek ki burda.
- sakin karl abi, sakin. canlı yayındayız abi, aman.
- canlı manlı. biz bir ömür tüketmişiz bu konuda, tuğla tuğla onlarca kitap yazmışız, mezardan çıkıp geldik rica minnet, hala o zaman insanlar niye çalışsın diyon. sen çalışma zaten, bırak. bırak da milletin önünü tıkama.
- sinirlenme üstad. ben sorduğum sorularla vatandaşımızı bilgilendirmek istiyorum sadece...
- gelip gelip şu mülkiyet meselesine takılıyorsunuz kardeşim. öncelikle şunu söyleyeyim: bu, mülkiyetin ilk nitelik ya da el değiştirmesi değildir. fransız devrimi sonrasında da mülkiyet derebeyliklerden burjuvaziye gecmedi mi? o zaman niye kimse bu kadar takılmadı? ikincisi, özel mülkiyeti kaldıracağız diye ödünüz kopuyor, oysa varolan toplumunuzun onda dokuzu için mülkiyet zaten kalkmış. varolması düpedüz o onda dokuz için varolmamasından ötürü. ayrıca o onda dokuz için ileride bir mülk sahibi olma umudu da sıfır, yanlış anlaşılmasın. ve son olarak, çok sığca bahsettiğiniz tembellik sorunu: iş ona kalırsa burjuva toplumunun aylaklık yüzünden çoktan yıkılıp gitmiş olması gerekirdi; çünkü orda çalışanlar kazanmıyor, kazananlar çalışmıyor.
- anladım abi. şunu da merak etmişimdir hep: sizin bu devrim söz konusu olduğunda, neden çıkış noktası hep "işçi sınıfı" olmuştur? yani toplumda daha bir çok sınıf var, köylü var. neden çıkış noktası hep işçiler?
- kentsoyluluğun karşısında duran bütün sınıflar içinde yalnızca proleterya gerçekten devrimci bir sınıftır. geri kalan sınıflar büyük sanayi ile birlikte çözülüp yok olur, proleterya ise onun öz ürünüdür. orta katmanlar, küçük sanayici, küçük tüccar, zanaatkar, çiftçi, bunların hepsi, orta katmanlar olarak varoluşlarını yokolup gitmekten korumak için burjuvazi ile savaşır. dolayısıyla devrimci değil, tutucudurlar.
- evet karl abi, maalesef yönetmenim işaret ediyor, çok az zamanımız kalmış. son olarak söyleyeceklerinizi alabilirsek, bir cümleyle...
- uğur dündar çağırınca mecbur kalktık geldik, kıramadık. seneler sonra. aradan bir yüzyıl geçmiş. gördüklerime çok şaşırdım. benim bildiğim, insanlık tarihi hiç bir yüzyılda bu kadar mesafe katedememiştir. ama katedilen bunca mesafeye rağmen, diğer taraftan bazı sonuçlara ulaşamamış olmanız da çok ilginç. bu şekilde komunikasyon imkanları varken örgütlenememek, gerçek bir devrim yapamamak mümkün değil. bu imkanlar bende olacaktı var ya, pfiiiuuv. bunu nasıl engelliyorlar, nasıl becerebiliyorlar bunu, aklım almıyor. bak yeğenim, biz o zamanlar gençtik, devrimci ateşiyle yanıp tutuşuyorduk, kitaplar yazdık, kongreler düzenledik, friedrich amca'nla beraber hep. sonra insanların kafası karıştı, sanırım kendimizi iyi ifade edemedik. ben dedim friedrich'e, bak dedim, biz böyle yazıyoruz uzun uzun kitaplar, bunların tümünü kimse okumaz dedim, gel şunun bir özetini çıkaralım dedim, yok dedi. rahmetli çok inat adamdı biliyor musun? gerçek devrimci okur dedi. sonra anladık rusya'da, ne kadar okumuşlar. madem bütün türkiye, yetmiş milyon bizi izliyor; ki hiç bu kadar geniş bir topluluğa karşı konuşmamıştım, tüm bu anlattıklarımızın dışında ana fikir şuydu yoldaşlar: sermaye kişisel değil, toplumsal bir güçtür. çıkartın artık o sermayeyi yaşamınızdan. sermaye + emek + kar = maliyet denklemini bozun. sermaye ve karı çıkartın. bir malın değeri, ancak ona harcanan emek kadardır, daha fazlası ya da azı değil. sözlerimi, manifesto'yu bitirdiğim gibi bitirmek istiyorum: proleterlerin zincirlerinden başka yitirecekleri bir şey yok. kazanacakları bir dünya var. bütün ülkelerin proleterleri, birleşin!
- abi çok teşekkür ederiz, ağzına sağlık. sayende televizyonculukta bir ilk daha yaşandı.
- ne demek yoldaş. biz hep burdayız, eserlerimiz ölümsüzlüğümüzdür. babaya çok selam.
- başüstüne abi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)