30 Temmuz 2009 Perşembe

teknoloji

gelişen teknolojiye bir lafımız yok.
ama gelişen teknolojinin akabininde, artık tüm iletişim kanalları da sonuna kadar açık olduğundan, ipi bir yerde koparmış ama hala ısrarla devam etmek isteyen vatandaşlarımız, kendilerine ve aslında çevrelerine eziyet ediyorlar.
yani ipi koparalı çok olmuş ama tv'de, radyoda, gazetede her gün yeni yeni teknolojilerden bahsedilirken, insanın bunlara özenmemesi, kendine de bir tane istememesi mümkün değil. her ne kadar altında yatanı, amacını, sonucunu anlayamasa da.
kasetlerin yerini cd'lerin aldığı, dijital fotoğraf makinelerinin piyasaya sürüldüğü noktada kalmış olan annem, babam, dayım, amcam ve diğerleri, yenilgiyi kabul etmedikleri gibi karşı atağa geçecek gücü de içlerinde bulamadıklarından hayatı bana zindan ediyorlar.
bu kadar açık açık, alenen reklam yapmayın ya, bir zahmet. sizin bir hedef kitleniz falan yok mu, onlara odaklansanız da diğerlerinin çocuklarını, torunlarını rahat bıraksanız. şunlara maruz kalmasak:

ozan oğlum ara şu interneti sor, bu kadar fatura gelmiş nedir bu - oğlum bizim telefonda 3g var mı, yoksa alsana bize birer tane - ozan bana bir iphone al oğlum, görüntülü konuşuluyormuş - oğlum bana turkcell bir mesaj atmış, mms hesabınız açılmış diyor, ben orda hesap falan açmadım, ara söylesene şunlara - oğlum ablan bize geldi, burda internete nerden bağlanacakmış, ne yazacak bilgisayara bir söyle bakayım- ozan bizim arabada gps vardı hani, bu ekranda çıkmıyor harita

gibi. ve daha onlarcası.
neresinden nasıl başlarsın, ne kadar süre sakince cevap verebilirsin bilemiyorum. şimdiye kadar iyi dayandım ama.

28 Temmuz 2009 Salı

basın bunu da yazın

öncelikle bizim insanımızda, sonra doğal olarak türk basınında mevcut, "yabancı medya hakkımızda ne dedi" merakını anlayabilmiş değilim.
ne olursa olsun, en ufak aksiyonda bile, hakkımızda ufacık bir köşe yazısını yakalayan editörümüz, ertesi gün manşetten verir:
"türk turizmine büyük darbe"
halbuki ingiliz'in biri oturmuştur bilgisayarının başına, köşesini doldurmak için sağdan soldan topladığı bilgi kırıntısını yazmıştır, kayda değmez köşesinde yayınlamıştır. the sun gibi rezil bir gazetede muhtemelen.
ama bizim doğan medya grubunda falan, her gün avrupa ve amerika'daki tüm gazete ve dergileri inceleyip "türk" geçen satır buldu mu çocuk gibi sevinen bir tim var galiba.
yapmayın etmeyin kardeşim, bu adamlara bu kadar prim vermeyin.
illa bir tepki vermek gerekiyorsa, bırak onu dışişleri versin, ilgili konsolosluk versin, orda yaşayan vatandaşımız versin. n'asolsa her yerde varız. sen niye halkı galeyana veriyorsun hemen?
ben de iki haftada bir the economist'e mail atardım mesela. her hafta, en kötü iki haftada bir pkk'dan "gerilla" diye bahseden bir makale yayınlanırdı çünkü.
sonra dedim ozan, memleketi sen mi kurtaracaksın... bıraktım.
bizim basın yılmıyor ama. her gün yazsalar, her gün manşetten verecekler.
bak amerika'ya, almanya'ya. her gün atıp tutuyoruz haklarında, bir gün bahsettiklerine denk gelmedim. ara sıra bakıyorum internetten. en ufak iplemiyorlar.

26 Temmuz 2009 Pazar

sağlık

doktorlar dışında, sağlık sektöründe çalışan herkesin, mesleğini en fazla altı ayda bir değiştirmesi fikrini sağlık bakanlığı'na teklif ediyorum, üzerinde bir düşünsünler.
örneğin bir hemşire, bir hastabakıcı, en fazla 6 ay çalışabilsin hastanede, sonraki 6 ay başka bir kamu kuruluşunda çalışıp tekrar geri dönsün.
hepsinin iki ayrı işi, mesleği olsun yani.

babam bir sene içinde üç kez ameliyat oldu. her birinde ortalama 4 gün hastanede konakladık. tüm bu sürecin sonunda iki şeye karar verdim:
1- tıp hiç bir yere ilerlememiş.
2- sağlık sektöründe çalışanlar sık sık işlerini değiştirmeliler.

birincisi hakkında uzun uzun tartışılır, eminim fazlasıyla determinist karşı görüşlere maruz kalırım ama ikincisinin açıklaması şu:
gece koltukta uyuklamaya çalışıyorum örneğin, bir anda alarmlar ötmeye başlıyor, nabzı ölçen aletten garip sesler geliyor, babam öksürüyor, koşuyorum hemşirelerin yanına:

- çabuk gelsenize bi, bişi oldu.
- tamam, birazdan uğrıcam yanınıza.
- yok hemen gelmeniz lazım, alet ötüyo.
- tamam beyefendi, siz dönün geliyorum ben.

bu ve bunun gibi yüzlerce diyalog. kadın son on senedir hemşirelik yapıyorsa eğer, bunun gibi ve daha kötüsü yüzlerce olaya şahit olmuş. çok daha kötü vakalar görmüş. sonuçta ne olmuş? artık o ilk heyecanını, ilk özenini kaybetmiş doğal olarak. onun için hastanın nefes alamaması bile çok heyecanlanacak bir şey olmaktan çıkmış, normalden biraz daha hızlı yürüyerek odaya girmesine ve sakince aleti yeniden kapatıp açmasına sebep olmuş sadece.
bütün mesleklerde buna alışığız. uzun süre aynı işi yaptıktan sonra en kritik noktalarda, en önemli kararın verilmesi aşamasında bile sakince ve önemsiz bir şey yapıyormuşcasına hareket etme eşiğini yakalamış oluyor insanlar.
ama sağlık sektöründe olmaz. olmaması lazım. insan hayatından bahsediyoruz, bakıma verdiğimiz bir araba değil ki hakkında karar alırken neyse bu sefer de böyle olsun diyelim.
bunu engellemenin en iyi yolu da hemşire ve hastabakıcıları iki veya daha fazla kurum içerisinde sirküle etmek. böylece işe ilk başladıkları yıllardaki dikkatlerini ve heyecanlarını uzun süre muhafaza etmeye çalışmak.
yine gecenin bir körü yukarıdaki örneğe benzer bir olaydan sonra sinirli sinirli düşünürken aklıma geldiydi.

24 Temmuz 2009 Cuma

gazeteci

yazılı, görsel ve işitsel medyada kadınların egolarını şişiren, yalakalık yapan yazarlar, spikerler, gazeteciler, sözüm size:
bırakın bu işleri.
belki beş bin yedi yüz elli üç kere denk gelmişimdir, tv'de bir röportaj, bir açık oturum esnasında ya da gazetede (ve özellikle haftasonu eklerinde) yayınlanan bir söyleşide biri sorar, diğeri şu klişelerden biriyle gelir:

- kadınlar mı? bir kadının altıncı hissi ile başedemezsiniz.
- bir kadın ne isterse elde eder.
- toplumda kadının yeri erkeğinkinden çok daha büyüktür, erkek aslında piyondur sadece.
- bizim evde her şeyin reisi anne'dir.
- kadının kininden korkacaksın, kadınlar intikam için her şeyi göze alırlar.
- valla bizim hanım saat 7'den sonra beni eve sokmaz. bizim evde kadının kuralları geçerlidir.
- çok kadın aşkımdan yerlerde süründürdü beni.
- kadınlar çok daha duygusaldır ama sildiler mi bir kalemde silerler.
- aslında kadınlar erkeklerden çok daha güçlüdürler, yere daha sağlam basarlar.
- kadınlar bilir.
- kadın her zaman anlar ama çaktırmaz, içine atar. aslında onları kandırabildiğimizi sanarız ama çok yanılırız.
- annelik içgüdüsü başka bir şey. evlatlarının üzerine öyle bir titriyor ki anlatamam.
- karım olmasaydı bu zorlukların altından kalkamazdım. o benim hep yanımda oldu, benden daha güçlüydü. salağım ben.

bu ne lan.
kime oynuyorsunuz arkadaşım? nedir bu tavırlar, bu kadınları çözdüm çok yüceymişler tripleri? devamlı şişirmeler...
en iyisi örnekle anlatım, bir kaç tane vereyim de zihninizde canlansın: listenin başı ahmet altan tabii, o kürsüde tartışma kabul etmiyorum zaten.
sonra reha muhtar var fularıyla, ali kırca var pornosuyla, mehmet yılmaz, ertuğrul özkök, mehmet barlas var.
sonra şarkıcı - türkücüler var, hakan altun'undan tut, özcan deniz'inden harun tekin'e kadar. ha ha ha, hatta yaşar nuri öztürk bile var listede, şimdi aklıma geldi.
bir de bunlar böyle kadın kadın kadın diye anlattıkça kafasında şuh, 90-60-90 ölçülü "bayanlar" canlandıran sığırlar var. halbuki çık bakalım sokağa bir bak etrafa, bir dolaş, kendine gel. o buğulu "kadın" sıfatı neye tekabül ediyor realitede, kendi gözlerinle gör.
orta ve orta-alt gelir grubundaki evli kadınları hedefleyen bu işgüzarlar, zihinlerde pozitif algı yaratabilmek adına, televizyon karşısında fasulye ayıklayan kadınlarımızın kafalarını karıştırırlar.
kadınlardan bir kitle yaratmak çok daha kolay ya, kolay kandıracaklar ya. (halbuki aslında kadınları kandıramazsınız, sadece kandırdığınızı sanarsınız - şaka lan şaka)
onlar da ister istemez: - bak ne ince adam, ne beyefendi adammış görüyo musun? derler. ananem der mesela kesin, eminim.
ondan sonra da sittin sene o adamdan olumlu bahseder.
hey gidi, televizyonu gökten inmiş kitap gibi doğru bilenler, teey tey...

kadınlar şöyledir, kadınlar böyledir.
bütün genellemeler yanlıştır, kadını erkeği yoktur hocam. insandan insana değişir her şey. iyi insan vardır, kötü insan vardır.
iyisine denk gelirsen şanslısın, kötüsüne gelirsen seni ben bile kurtaramam kamil.

21 Temmuz 2009 Salı

karakter

insanın karakteri yedi yaşına kadar şekilleniyormuş derler (freud ve jung). ailede ve belki biraz da ilkokulda.
tabii ki katılmıyorum.
bence bunda karşı cinsin de çok etkisi var. en yakın örnek üzerinden gidersek:
ilkokul sonrasında, ortaokul'da ve hatta lisenin başlarına kadar dahil olduğum sosyal gruplar çoğunlukla (aslında hep) erkek egemendi. devamlı grup halinde gezilir, top oynanır, bisiklete binilir, kavga edilirdi.
üzerinde düşünülecek çok fazla şey yoktu. (düşünecek çok şeyin yoktu derken çocuk olduğun için derdin tasan yoktu'yu kastetmiyorum, karar verme aşamasında çok zaman kaybetmezdin, her şey çok çabuk olurdu) ya maç yapardın, ya bisiklete binerdin, bütün çocukların yaptığı şeyler işte.
burdaki en önemli nokta, her şeyi grupça yapmandı. tek başına hareket etmezdin. hele ortaokulda bir yere gidilecekse en az on kişi olunmalıydı. biri ortaya bir laf atar, on beş kişi onu yapardı.
sosyal hayatın, sürü halinde rüzgar nereden eserse oraya gitmekten ibaretken, kızlarla beraber her şey değişmeye başladı.
programlar bir anda bireyselleşti. gruplar iki kişiye düştü, sen ve o.
ve sorular başladı:

- ne yapmaktan hoşlanırsın?
- burası hoşuna gitti mi?
- ne dinlersin?
- asabi misindir, sakin mi?

muhatabını şaşırtan ve ilk kez yöneltilen bu soruların yardımıyla kendi benliğim ortaya çıkıyordu yavaş yavaş. ne dinlerim ben, şunu. ben aslında bunu yapmaktan zevk almıyorum evet, şu daha keyifli. nasıl biriyim ben, normalde biri bana bunu yapsa sinirlenir miyim, evet çok sinirlenirim.

daha önce düşünmediğim şeyleri düşünme konusunda tetiklediler beni. hiç düşünmeden yaptıklarımı yapmadan önce durup olayı irdelememi sağladılar. yani o dönemde karşıma çıkan kızlar beni başka şekilde yönlendirseydi, farklı bir kafam olurdu şimdi. tanıdığınız, bildiğiniz ben olmazdım muhtemelen. o sıralar karşına çıkan herkes (sadece kızlar değil) karakterinin oluşmasında rol oynardı zaten dersen katılmam, şöyle derim: artık kızlar hayatımızda erkek arkadaşlarımızdan daha çok yer kaplıyorlardı, daha önemliydiler, dolayısıyla etkileri daha büyüktü. işin ucunda seks diye bir şey vardı bir kere. tamamen olmasa bile ona giden bir yol vardı en azından, nasıl bizimkilerle eşit olabilirlerdi ki?

insan durmadan gelişir ama 21'ime geldiğimde olay ana hatlarıyla belli olmuştu aşağı yukarı. kalıptan çıkmıştım, artık geri kalan ustaların (ya da amatörlerin) üzerimde yapacakları ufak tefek süslemelerdi. ama figür şekillenmişti.
kadınlarla ilişkilerde nispeten daha seçici olmaya başlanan bu dönemde amaç o figüre özdeş birilerini bulmaktı. yan yana tutup, benziyorsa alıyordun. yani becerebilirsen tabii.

ve sonra o kabuklaşmaya başlamış figürünle çatışmaktan sebep, ortaya çıkan "kadın - erkek ilişkisi" problemleri başladı. ben böyleyim, sen şöylesin. sen bunu sevmiyorsun, bu hiç bana göre değil, ben hep böyle yaparım, ... vs. artık devamlı "ben" ya da "sen" diyordun. iş görüşmeleri gibi geçmeye başlayan "ilk yemekler". her şeyle beraber ilişkilerin bile kurumsallaşmaya başlaması. arkadaşlarınla yapmaya başladığın sonu gelmez ilişki analizleri. dedikodular.

şöyle bir okudum, olmamış. iyi ifade edememişim kendimi. başka bir şey yazmışım.
özetle söylemek istediğim:

1- karakterin oluşumunda karşı cinsin de etkisi büyüktür.
2- karakterini oluştururlar, sonra da onunla çatışmaya başlarlar. öncesi mi daha iyidir sonrası mı tartışılır.

sanırım nick hornby'dan yardım almam gerekecek. "ölümüne sadakat"den.
kahramanımız rob, 35 yaşında ve bekardır. plak dükkanı işleten bir müzik fanatiğidir ve ayrıldığı kız arkadaşına evlenme teklif etmek için bir cafe'ye çağırır:

- benimle ne konuşacaksın?
- evlenmeyi isteyip istemediğin hakkında. benimle.
kocaman bir kahkaha atıyor. - ha ha ha. ho ho ho.
- ciddiyim.
- biliyorum.
- ya, sana binlerce teşekkür o zaman.
- ah, affedersin. iki gün önce, seninle yerel gazete için söyleşi yapan kadına aşık değil miydin sen?
- aşk demeyelim ama...
- eh, senin dünyadaki en iyi tercih olduğunu düşünmediğim için kusura bakma lütfen.
- öyle olsaydım benimle evlenir miydin?
- hayır, sanmam.
- iyi. oldu o zaman. eve gidelim mi?
- suratını asma. yalnızca, insanın iki gün içinde birine aşık olmaktan bir başkasına evlenme teklif etmeye giden yolu nasıl katettiğini merak ettim.
- sürekli bunları düşünmekten bıktım.
- bunları dediğin nedir?
- bunlar işte. aşk ve evlilik. başka bir şey düşünmek istiyorum.
- fikrimi değiştirdim. bu şimdiye kadar duyduğum en romantik şey. evlenirim. seninle hemen evleneceğim.
- bi susar mısın. açıklamaya çalışıyorum burda.
- affedersin. devam et.
- bak, evlilikten daima korktum çünkü, bilirsin işte, zincirler falan, özgürlüğümü istiyorum feşmekan. ama o aptal kızı düşünürken birdenbire her şeyin tam tersi olduğunu gördüm: sevdiğin biriyle evlenirsen ve hayatını yoluna koyarsan, bu seni başka şeyler yapman için özgür kılar.


bu da başka bir bakış açısı. bahsettiğim sonu gelmeyen analizleri, tartışmaları, dedikoduları ve soruları bitirmenin başka bir yolu.

17 Temmuz 2009 Cuma

son

çocukken arabayla yapılan sağ arka koltuk gezilerinde, manuel ve çevirmesi çok güç arka camı açıp dışarıyı izlerken, fonda dj'in söylediklerini hatırlıyorum:
"barış manço'nun son albümü sahibinden ihtiyaçtan çıktı, tüm müzik marketlerde."
yazdım google'a buldum, sene 89'muş. sekiz yaşındayım.
o gün o anonsu duyduktan sonra barış manço'nun müziği bıraktığını sandım. "son albüm"ü bir daha çıkmayacak diye algıladım ve büyük bir (aslında küçük) barış manço hayranı olarak kahroldum. nedense annemlere de sormadım. sorsam her şey açıklığa kavuşacak, aptallığıma ailecek gülüşecek ve hiç birşey olmamış gibi devam edecektik ama sormadım, kimseye sormadım. bu ukte içimde uzunca zaman kaldı. yaklaşık 11 yaşıma kadar bu yanlış anlamayı sürdürdüm ve o üç sene boyunca zaman zaman tekrar üzüldüm barış manço'nun müziği bıraktığına. bunun gibi daha çok yanlış anlamalar var bende ebeveynlerime sormadığımdan sebep.
neyse, aslında şunların haberini vermek istiyordum:

oasis'in son albümü "dig out your soul" çıkmış.
jarvis cocker'ın son albümü "further complications" çıkmış.
ve bence her ikisi de özlerine dönmüşler. oasis morning glory'e, jarvis de pulp'a geri gelmiş.
ikisini de çok beğendim. darısı radiohead'in başına. sana sesleniyorum: evine dön radiohead, bırak bu işleri.

14 Temmuz 2009 Salı

özen

çok söylemişimdir, burjuva çocukları her zaman işçi çocuklarına özenirler. paket halinde tamamıyla değil tabii, onların özgürlüklerine, sorumsuzluklarına, kötü adam profillerine özenirler. jargonlarını kullanmaktan hoşlanırlar, içeri girip neler olduğunu görmek isterler hep ama aslında camdan bile bakamadıklarının farkına varamazlar. ayaktakımından adamları vardır, onlar arabalarını yıkarken yanlarında muhabbet ederler mesela, ya da bakkalın çırağıyla veya sık gittikleri restoranın garsonuyla. ara sıra yaptıkları bu değişiklik hoşlarına gider, içinde bulundukları bazı rijit kurallardan üç - beş saat uzaklaşmak keyif verir, taktıkları diğer maskenin başka anlamlarda rijitlik barındırdığını anlayamadan geri dönerler hemen. yaptıkları kısa gezi kendilerini iyi hissettirmiştir muhtemelen.

böyle çok adam tanıyorum. her ortama ayak uydururum, ne lazımsa onu olurum adamları... halbuki ne kadar sırıttıklarını görmek hem üzer, hem utandırır insanı. televizyondaki yarışmacının söylediğinden onun adına utanıp kanal değiştirmek gibi, kafamı çeviririm böyle durumlarda. ya da duymamazlıktan gelirim.

bu tiplemenin kız versiyonu da vardır fakat onlarda özenmek proleterya'ya değil köylüyedir daha çok. eve temizlik için yardıma gelen kadınları anlamaya çalışmazlar yani, merak etmezler, ama köylü kadınlarla her zaman kaynaşma eğilimindedirler. tatile gittiklerinde karşılaştıkları köylü kadınlardan yemek tarifi alırlar, beraber fotoğraf çektirirler. döndüklerinde fotoğraflarını gösterirken "aralarına karıştım" duygusu vardır havada. yanlarında iki saat durup analizledikleri saf, temiz anadolu kadınının bileşkelerinden bahsederler size, "bizim gibi kurnaz değiller tabii, çok temizler" altyazısıyla. o duyguyu da hissedersiniz havada. demek isterim, ah be şehirli kızım, o yirmi haneli köyde bile beş bilinmeyenli denklemler çözer o kadınlar, seni suya götürür susuz getirirler ama çaktırmazlar işte.

"zeki olduğunu sanan aptal", "komik olduğunu sanan sıkıcı", "kötü olduğunu sanan iyi" kadar rahatsız edicidir bu insanlar. onların adına üzüleceğinize mi utanacağınıza mı karar veremezsiniz. boktan bir durumdur.

göz

konuşurken karşındakinin gözlerine bakamama, özgüven yoksunluğunun ya da yalan söylediğinin alameti ise eğer, gözlerinin içine bakarken konuşabilmek de onu sevmediğimizi ispatlar diye iddia ederim o zaman ben de. böyle genellemelerle, analizlerle gelmeyin bana.

şahsen ben konuşurken genellikle sağ omuz üstünü tercih ederim gözlere nazaran. daha bir güvenlidir, rahattır. kadın olsun, erkek olsun, tasalanmadan dinleyebilmek adına omuz, ensedeki saçlar veyahut kulak memesi tercih edilebilir.

omuz ya da göğüs dekolteli bir kadınla konuşuyorsam arkadaki duvar da güzel bir seçenek olabilir. konuşurken kibar bir hareketle dekolte kapatılırsa ama, işte o saniyeden sonra sizi dinlemediğimi taahhüt edebilirim kolaylıkla. içses "dekolteye mi baktım acaba, yok bakmadım ki, niye öyle yaptı o zaman, şansa mı denk geldi yoksa rahatsız mı oldu" derken, dışarıdan sizin için kafamı yukarı aşağıya sallayabilirim en fazla. üstüne, hiç öyle dekolteyle falan işim olmaz imajını belirginleştirmek için ortamdaki kadınların olduğu tarafa kafamı bile çevirmem bir daha. soru sorarsanız bir - iki dakika önceki muhabbeti toparlayıp devam ederim, dediğim gibi son hareketinizden sonraki muhabbeti tamamen kaçırmışımdır çünkü. tanıyın beni.

konuşurken tavana bakarsan yalan söylüyormuşsun, aşağıya bakarsan bilmiyormuşsun. elini sertçe sıkarsan ciddiymişsin, kollarını kavuşturursan konuya katılmıyormuşsun. saçınla oynuyorsan flört ediyormuşsun, bacak bacak üstüne atarsan takmıyormuşsun, daha bir sürü hikaye. gözlerinin içine bakmıyorsan da kendine güvenmiyormuşsun. kim diyor? 13 kez evlenip 23 kez boşanmış, uyuşturucu bağımlısı çocukların anası bir psikolog. daha 30 senelik evli psikolog görmedim zaten.

7 Temmuz 2009 Salı

evrensel

isyan bu haykırış.
aza tamah eden çoğu bulamaz atasözünden çıktık yola, ergenliğimiz, ilkgençliğimiz boyunca tamah etmedik aza, mamafih çoğu bulamadık. on beş yıl oldu be. hep vasat, hep vasat.
şöyle evrensel güzel tabir ettiğimiz, dünyanın neresine götürürsen götür güzel denecek fiziksel özelliklere sahip en fazla bir - iki kadınla beraber olmuşumdur şimdiye kadar. amerikan doları gibi bir kadın arıyorum her yerde geçerli. bizimkiler ancak avustralya doları, isveç kronu.

fashion tv'de gördüğümüz uzaylılarla tanışma olasılığımız sıfırsa eğer, fıçı bira şişesi vücutlu türk kızlarına mahkumsak, beyaz tenli, hayatı boyunca bisiklete binmekten mükemmelleşmiş vücuduyla etrafta dolanan iskandinav kadınlarına ulaşamıyorsa kolumuz, her iki günlük tatilde konsoloslukların kapılarına dayanıyorsak vize için, ben gider isveç'de mba yaparım arkadaş. kimse tutamaz beni. dutch'sa dutch öğrenirim, ispanyolca'ysa ispanyolca.

senelerce uyuttular bizi. çocukken girdiler kanımıza, o dönem devletimin idare ettiği televizyon kanallarıyla, bünyesinde ciddi cezalar barındıran basın politikasıyla, anamızla babamızla hepsi bir oldular, kandırdılar. anaç türk kadını, muhafazakar ama samimi türk ailesi, misafirperver türk komşuluğu, gavur avrupa diye kandırdılar. güzellik geçici, insanlık kalıcıdır felsefesiyle yaklaştılar gencecik beyinlerimize. biz de ne yapalım, en iyisi elimizdekiyle yetinmek dedik, doğrusu bu dedik. çocuktuk.

yaz okuluydu, tatillerdi, sonrasında üniversiteydi derken yurtdışına çıktıkça anladık ki o iş öyle değil. ben yaptım sosyolojik deneyleri, siz yapmayın diye anlatıyorum, bunların aslı astarı yok. bir kere hem güzel hem de iyi olabiliyor insan. hem güzel hem samimi, hem güzel hem olgun, hem güzel hem dürüst olabiliyor. valla. güzelin yanına başka olumlu sıfatlar da ekleyebiliyorsunuz türkiye dışında, burdaki gibi tek başına sıkılmıyor listede güzellik.

yok sadece yurtdışında demiyorum güzel kadınlar. türkiye'de de yeterince varlar. ama sosyal bir bariyer yaratıyorlar, burun kıvırıyorlar. hemcinslerim sağolsun öyle alıştırmışlar. fakat artık politika değişti, aza tamah etmemek yok, çoğun üstüne üstüne gitmek var. kuralları bilmemekten değil, uygulamamaktandı sıkıntımız. o zaman alıyorum elime mikrofonu rocky gibi, size sesleniyorum türk kadınları: "ben değişebilirsem, siz değişebilirseniz, herkes değişebilir." gorbaçov bile alkışladı be.

6 Temmuz 2009 Pazartesi

anlatıyorum

benim yaptığım şu aslında:
karşınıza geçiyorum ve bir şeylerden bahsediyorum, anlatıyorum. ve siz de beni hiç bölmeden, soru sormadan ya da tartışma başlatamadan öylece dinlemek durumundasınız.
istediğim kadar, istediğim şekilde anlatıyorum. hoşunuza gitmese de, sinirlenseniz de dinliyorsunuz. benim açımdan keyifli bir şey. yazar açısından.

ama işin diğer boyutu var bir de. okuyucuysanız, ki hepimiz çoğunlukla okuyucuyuz, devamlı birilerini dinliyorsunuz. ve eğer çok okuyorsanız, birbirinden farklı bir çok adam/kadın size her defasında yeni şeylerden bahsediyorlar. bilmediğiniz kavramları anlatıyorlar, tarihi anlatıyorlar, bildiğiniz hatta emin olduğunuz şeylere başka yorumlar getiriyorlar, başka bir çerçeveden baktırıyorlar. düşünceleriniz ve daha önemlisi duygularınız bile zamanla bu adamları dinleyerek değişebiliyor.

okumak muhteşem bir şey. teksas - tommiks ya da makale, bence fark etmez. çünkü bir kere başladın mı ne bir ömür teksas okuyabilirsin ne de makale. hangi bölümden başladıysan elbet sıkılıp diğer tarafa da geçersin bir zaman sonra.
yani burda okumanın ne kadar faydalı olduğunun altını çizmeme gerek yok sanırım. ama yukarıda bahsettiğim gibi bir (zararı demeyelim de) etkisi de olabilir bence. bende oluyor. nasıl bir etki, şöyle:
- en basit anlatımla kafa karıştırabilir.
- o zamana kadar imgelediğiniz şeyleri somutlaştırır bazı kitaplar. ve siz onun somutlaşmış halini beğenmeyebilirsiniz. düş kırıklığı.
- kafanıza devamlı yeni şeyler girmektedir, yeni kavramlar, ideolojiler, yeni sebepler ve sonuçlar. güncel hayatta konsantrasyon bozukluğu.
- reçeteyle satılmıyor ki bunlar. zamanından önce ya da sonra okuduğunuz kitaplar istenmeyen sonuçlara sebep olabilir. beklentileri fazla düşük ya da fazla yüksek tutmak.
- hayalgücünü gereğinden fazla genişletmek.

gibi. çok daha fazlası da vardır da ilk iki dakikada aklıma gelenler bunlar.
okuyalım, okutturalım, yazalım, yazdıralım o ayrı. bu saydıklarıma rağmen yapalım, bir şey demiyorum.
onlarca sebebi var gerçi ama mesela neden yazalım?
hep alışık olduğumuz, deniz kenarında güneşlenirken tamamen konsantre şekilde kitap okuyan ve etrafıyla hiç ilgilenmeyen güzel kadın var ya.  işte o, herkes ona bakarken sadece bizi dinlesin misal. o yüzden yazalım.

2 Temmuz 2009 Perşembe

mutlaka

yaşımız itibariyle (belki de çağımız) "unutmak" fiilinin illaki eski sevgiliyle ilişkilendirilmiş olması dikkatimi çekti. ilk çağrışım o taraftan geliyor unutmak kelimesi geçtiğinde. halbuki neden?
on - on beş sene evveline dönersek, daha çok anahtarı ya da ödevi yapmayı unuturken şimdiki zamanda en çok eski sevgiliyi unutuyoruz. başka şeyleri de hala unutmaya devam ediyoruz ama o daha çok anlam kazanıyor kelimede.
unutmanın kendi içinde hüzün barındıran bir algı yaratması da bu yüzden.
yoksa telefon faturamızı yatırmayı unuttuk diye en fazla üzülebiliriz, hüzünlenmeyiz.
bunun gibi sürü kelime var aslında, zihnimizde sözlüktekinden daha farklı anlamlar barındıran, her birimizin kendi hayat tarihine göre, kendi tecrübeleriyle şekillendirilmiş.

frederic beigbeder'in bir kitabını okuyorum bu sıralar. mesleği gereği (salt mesleki prensiplerinden değil gerçi) moskova ve st.petersburg'da loreal, chanel gibi firmalar için manken arıyor, tüm işi bu. tanıştığı rus kızlarla yatıp kalkıyor tabii bir yandan. tek gecelik bir ilişki yaşayıp unuttuğu bir kızdan bahsederken şöyle diyor: "sabah uyandığımızda çekip giderken telefonunu almadım. ve günümüzde telefonunu çıkartıp üzerindeki bir kaç tuşa basmamak elveda anlamına geliyor artık. sonsuza kadar."