31 Ocak 2010 Pazar

soyağacın

diyelim ki evlendin. bir kaç sene sonra bir kızın oldu. kızını büyüttün büyüttün, o da evlendi. sonra iyice yaşlandın, baktın torun sahibi olmuşsun. torunun seninle muhabbet edebilecek, oynayabilecek yaşa geldi. oynadın, oynadın ve bir gün öldün. torunun büyüdü, o da evlendi. bir kızı oldu. zaman zaman muhabbeti geçti, kızına senden bahsetti, seni anlattı. torununun kızı büyüdü, evlendi, bir kızı oldu. bu arada torunun öldü. işte bu noktada sen bittin. torununun kızı seni hiç görmedi, hakkında annesinin anlattıklarından başka hiç bir şey bilmiyor. ve artık kimse seni tanımıyor, hatırlamıyor, senden bahsetmiyor. sanki hiç varolmamışsın gibi. dünyaya hiç gelmemiş hiç bir şey yapmamış, bir şey yaşamamış gibi silindin. sonsuza kadar yoksun bir daha. cumhurbaşkanı değilsen ya da enerjisiz ilerleyebilen arabayı falan icad etmediysen tabii.

çokca tercih edilen başka bir seçenek de, bu gerçeği fark edip, sofuluğa dönmek, imana girmek, kendini allah'a adamaktır. onlar için mevlana'dan geliyor:
allah ile birleşmek demek, senin varlığının o'nunla birleşmesi demek değildir. senin yok olmandır.

işte bu yüzden devlet başkanlarının tarihe geçme isteği, ölümsüzleşmek. bilim dışında başka bir dalda da yok bu. sporda, sinemada, müzikte (istisnaları saymazsak) falan yok. en fazla 2-3 kuşak ilerleyebilirsin onlarda. içlerinde en kolayı yine edebiyat. belki onunla ulaşabilirsin 10 kuşak sonrasına, şansın varsa.

amy winehouse - you know I am no good

29 Ocak 2010 Cuma

bu olmadı

evet maalesef dedikodular doğruymuş, salinger ölmüş. konuyla ilgili kendi açımdan en ilginç şey, ilk defa hiç tanımadığım birinin ölmesine bu kadar üzülmem. özal'ın cenazesinde, barış manço'nun cenazesinde, michael jackson'ın cenazesinde ağlayan binlerce insanla dalga geçen ben, haberi aldığımda ağlamasam da, neşem kaçtı, sessizleştim. müziği değiştirdim, yerimi değiştirdim. bende ilk defa oluyor bu salinger. 5.000 km uzağında, hiç tanışmadığın birini bu kadar etkiledin.

gerçekleştirmeyi düşünmediğim, ya da şöyle ifade edeyim, gerçekleştirmek için bir çaba sarfetmeyeceğim hayallerim arasında, jarvis cocker'ın konserinden sonra backstage'de kendisiyle tanışmak kadar, yolumu denk getirip salinger'la tanışmak da vardı. hayal olduğu için adamın 90 yaşında olmasının bir önemi yoktu, nasılsa hayaldi, ama bu gerçek, gerçekten ölmüş.

ölümünün ardından yazılacakları, söylenecekleri feci "phony" bulacağından eminim. o yüzden uzatmıyorum. ama itiraf edeyim ne isterdim, onun gibi, herhangi bir şey yapıp, bu kadar çok insana, bu kadar derinden tesir edebilmek isterdim; ve asıl önemlisi, bunu onun gibi, hiç ortaya çıkmadan, evimden, odamdan yapmak isterdim.

bilmiyordum, ölüm haberinden sonra gazeteleri karıştırırken gördüm: öz kızını, kendisiyle ilgili anılarını kitaplaştırdığı için reddetmiş. 30 senedir hiç bir gazeteciyle röportajı kabul etmemiş. ve son zamanlarda (kızının söylediklerine göre) kendi idrarını içiyormuş. aklının pek normal çalışmadığı aşikar, ama çoğunun iddia ettiği gibi en başından beri öyle olduğunu düşünmüyorum. sonlara doğru bunamıştır belki. bilenleriniz bilir, kendimi en ünlü karakteri holden zannediyorum. allah sonumuzu benzetmesin.

çekilmiş son fotoğrafı budur, süpermarketten çıkarken.

“I hope to hell that when I do die somebody has the sense to just dump me in the river or something. Anything except sticking me in a goddam cemetary. People coming and putting a bunch of flowers on your stomach on Sunday, and all that crap. Who wants flowers when you're dead? Nobody.”

26 Ocak 2010 Salı

acquired taste

sebebi uzun, anlatması uzun, bir sebepten 20-21 yaşlarımdaki ben ve demir sabancı, demir sabancı'nın ofisinde, aynı karedeyiz. yalnızız. üzerimde, ancak ofisine çıkarken asansörde kafama dank eden, beni utandıran, şort ve tişört var. o, takım elbise giymiş, ufak tefek bi herif. merhabalaştıktan sonra esas konuya girmeden evvel lafı biraz dolandırmanın, havadan sudan bahsetmenin faydasını her yerde görmüş olacak ki, bende de uyguluyor:
- nerde okuyosun?
- viyana'da. viyana üniversitesi'nde.
- hımm. memnun musun? sevdin mi viyana'yı? operaya gittin mi hiç?
- yok gitmedim. sevmem ben pek opera falan. bana çok anlamsız geliyo. (anlamsız? ne diyosun olm, adam geyik yapıyo işte anlamsız ne? operanın anlam ve derinliği üzerine tartışma mı açalım?)
- ingilizcen de iyidir senin o zaman. acquired taste diye bir deyim duydun mu hiç?
- ıııh yok, duymadım.
- bence opera da acquired taste sınıfına girer. yani kazanılan bir zevktir, ilk başta çok hoşuna gitmez belki ama tekrarladıkça, denedikçe, giderek hoşuna gitmeye başlar.
- hımm anladım.

adamdan bu deyimi öğrendikten sonra girdiğim her toefl sınavında, ingilizce yazılan her essay'da mutlaka lafı oraya getirip bir kez kullandım. çok faydasını gördüm. yazılan koca sayfada mücevher gibi parlar, hocanın mutlaka dikkatini çeker, ingilizce düzeyini bir - iki basamak yukarı çıkartırdı, hepinize tavsiye ederim.

19 Ocak 2010 Salı

reklam al

zaman zaman dost meclisinde, ara sıra bu sitede yazdığımın muhabbeti geçiyor, biri atlıyor: "reklam alsana!" internette myspace'den sayfa alan adamın bile ilk hayali bu çünkü. siteye reklam almak, köşeyi dönmek.
kastedilen şu:
reklam al, hem ufak ufak para kazanırsın, hem belki daha çok duyulur, okuyucu kitlen giderek artar, bi bakarsın her gün binlerce kişi okuyor, sonra belki gazetelere çıkarsın, yazarlık teklifi gelir, ondan sonra önün açılır zaten, nobel'e kadar yolun var.

memleketimdeki kobi sayısının, aile şirketi adedinin dünya ortalamasının çok üzerinde olduğunu tahmin ediyorum, sebebini de buna bağlıyorum. hayal et, optimist ol, sen daha iyisine layıksın, bunlar gibi değilsin, çalışırsan yaparsın. o yüzden her köşe başında bir bakkal, bir nalbur var. o yüzden herkes kendi işini yapıyor. her bakkal, dükkanını ilk açtığında marketler zinciri kuracağını hayal ederek açmıyor mu? eminim, almanya'da bizim yirmidebirimiz kadar bakkal vardır. hep bu yüzden oluyor bunlar. birbirinizi gaza veriyorsunuz.

hepinizin hayalleri var büyük büyük, tamam, anlıyorum abicim. olsun, lafım yok. ama çoğu ol-ma-ya-cak. sonra üzülüyorsunuz. siz üzülünce ben de üzülüyorum. hangi abi üzülmez?

yüz binlerce adam blog yazıyor. herkes kendini ilginç buluyor. sır değil gerçi ama yine de kısık sesle söylüyorum: ben dahil, hepimiz çok kötü yazıyoruz. ama bizim içimize ayşe kulin'i, duygu asena'yı, ahmet altan'ı falan da katıyorum. bunlar eskiden çok prim yaptılar, yine yaparlar, sen de yapabilirsin. sen diğerlerinden farklısın.

18 Ocak 2010 Pazartesi

kazanan yalnızdır

paulo coelho'nun kitabını okuyorum, bitmek üzere, bugün yarın biter.

ilişkimiz 'simyacı' ile başladı, 'on bir dakika' ve 'veronika ölmek istiyor' ile devam etti, büyük ihtimalle 'kazanan yalnızdır' ile bitecek. simyacı'yı parantez dışına alırsak, bu adamın neden bu kadar sevildiğini bilmiyorum. problemleri bana göre:

1- hiç gözlemci değil.
2- karakterleri çok sıradan.
3- hikayeleri basit (bunu kasten yaptığından şüpheleniyorum).
4- klişe klişe klişe.

adam cannes film festivali'nden, buraya katılan yüksek sosyeteden, oyuncu ve mankenlerden bahsederken (kitap zaten festival üzerine) o kadar klişe ki , söyledikleri bir memur ailesinin magazin programlarını izlerken yaptığı yorumları geçemiyor. yeni hiç bir şey yok, tamamen senin bildiklerini tekrarlıyor. bildiklerin de yine televizyondan görüp biraz yorum katarak bildiklerin zaten, pek önemli bilgiler değiller. kaldı ki, olayın içine biraz cinayet, gerilim ve polisiye katarken de (acıklı şekilde) en az bu kadar beceriksiz. ya, her şeyden evvel hikaye çok sıradan, ne yapsan faydası yok. halbuki bak charles dickens'a, adamın herhangi bir kitabında ortalama 250 (atıyorum ama gerçekten çok var; usturuplu atıyorum) karakter var. otuz saniye sürecek bir sahne için bile karakter yaratıyor. bunun karakterleri ise çok yüzeysel. mesela dünyaca ünlü bir modacı, ya da çok zengin bir sanayici, veya ünlü bir manken. bunlar ne düşünür, ne yer ne içer? evet jetleriyle bir yerden bir yere uçarlar, milyon dolarlık anlaşmalar imzalarlar, çok adam tanırlar vs. bravo. onları ben de biliyorum. bunları sokaktaki vatandaş da biliyor? bana bilmediklerimi anlatman lazım, düşünemediklerimi, hayal edemediklerimi söylemen lazım ki bir önemi olsun. ufkum açılsın, bir şeyler öğrenelim. sana harcadığım mesaimi geri istiyorum paulo.

tüm gün evde durmadan çalsa, playlist 5 kere tekrar dönse bile rahatsız etmeyecek bir grupla tanıştırıyorum: belle and sebastian.

11 Ocak 2010 Pazartesi

teyze

şu hayatta ulaşmamız gereken noktayı açıklıyorum: orta yaşı geçkin teyze olgunluğu. tezcanlılıkla verilen kararları, sinirimizi bozan, kendimizle özdeşleştiremediğimizden beğenmediğimiz başlıkları, ulaşamadığımızdan pis dediğimiz ciğeri, muhteviyatında bencilliğin çok büyük yüzdelerde bulunduğu davranışlarımızı düşünün. ve bunlara bir de orta yaşı geçkin teyze kürsüsünden bakın.

çok primitif bir örnekle geliyorum, daha iyi anlaşılıyor: arabasını cilalamış, saçlarını jölelemiş, moschino gömleğini çekmiş, merkezi bir yerde arabasına yakın durarak sağı solu kesen bir salağı ele alalım. çoğu karikatürün kahramanı, mizahın konusu olmuş bu adama hepimiz tek tek ve grupça gülüyoruz. biz gülüyor dalga geçiyoruz, kız arkadaşlarımız gülüyor, bazıları sinirleniyor, kimi kıskanıyor, hatta bazısı sataşıyor. görmemiş diyoruz, kompleksli diyoruz, beyinsiz diyoruz, baba parası yiyen şımarık diyoruz. o sokaktan geçen orta yaşı geçkin teyze, yanındaki orta yaşı geçkin teyzeye ne diyor? gençler toplanıyorlar burda arkadaşlarıyla. hep genç genç çocuklar tabii, heves ediyorlar, güzel güzel giyiniyorlar, arkadaşlarıyla buraya geliyorlar, diyor.

şimdi biz çoğu zaman, bu teyzeler bizim bildiklerimize vakıf değiller, konuyu bilmedikleri gibi anlattığında da anlamıyorlar diyor, hala ergen genç agresyonuyla hareket ediyoruz. halbuki ben araştırdım, o iş öyle değil. kadın, hiç bir şey olmasa otuz senedir fazladan nefes alıyor. otuz senedir evde oturup camdan baksa, gene senden çok bilir. ha radikal örnekler olabilir, bunlar gerçeği zedelemez.

çok yaşanmışlıkla olgunluğu aynı lineer fonksiyona koyuyorum, üst üste çakıştırıyorum. evet ben bunu sık sık, ve her alanda yapıyorum. çünkü bu kadar basit olduğunu düşünüyorum, size de tavsiye ediyorum.

8 Ocak 2010 Cuma

anneye açık mektup

anne biliyorum her şeyi, yakalandın. sitemi biliyorsun, her gün girip okuyorsun, senin hakkında belki başka şeyler de yazarım diye söylemiyorsun, tetiktesin, bekliyorsun. hayatımı ordan takip ettiğini düşünüyorsun. ama öyle değil, çoğu zaman burda hayatımla ilgili bir ipucu vermemeye özellikle dikkat ediyorum zaten. yakalandın anacım, derdini anlatacak kadar iphone bildiğini biliyorum. google'ı da öğrendin. ne zaman tahmin edemiyorum ama bir ara oğlunun adını yazdın, buldun beni. o imalı imalı laflarından anladım.

şimdi, bak ana gibi yar olmaz o doğru. iki hafta görüşmüyoruz, bir telefon açıyorum, anne diyorum geliyorum yemek yap, tamam oğlum diyorsun, ne istersin? eve bi geliyorum masa şahane. iki hafta sonra diyorum bak, iki hafta tek kelime etmedikten sonra. sen zamane gençliğini bilmezsin anacım, öle bir şey yok şimdi. sen iki hafta bir kadını aramayacaksın. sonra açıp geliyorum diyeceksin, yemek yap, bir kere diyemezsin, telefonu açmaz.

sonra, kimse bana meyve ye de demiyor. meyve alıyor musun eve diye tek soran sensin yarim. her uçak inişinde teyit alan, her kar yağdığında evden çıkma diyen. nerden bulacağız senin gibisini?

ama bak hazır şurda oturmuş konuşuyorken söyleyeyim: açık ol bana. bana de ki, ozan bu ara beni pek aramıyosun de, üzülüyorum ama eşek kadar adam oldun, artık bir şey de söylemek istemiyorum de, ara sıra beni ara, merak ediyorum de. kız arkadaşın var mı diye sor, evlenmeyi düşünüyor musun diye sor, işin nasıl gidiyor, memnun musun diye sor. bunları çok merak ettiğini, içinin içini yediğini biliyorum, sormak isteyip de soramayalı çok oldu onun da farkındayım.

böyle antin kuntin işler yakışmıyor sana. senin sebebin bambaşka gerçi, biliyorum ama pavlovyan reflekslerle ifrit oluyorum böyle gizli kapaklı işler çevirene. ha sana olmuyorum, seni seviyorum anne, saçmalama. ara beni.

4 Ocak 2010 Pazartesi

hülya

yokluğumda, baskılarıma daha fazla dayanamayan ertuğrul özkök genel yayın yönetmenliğinden istifa etmiş. giderken de kürsüye çıkıp yaptığı konuşmasını "ohh what a life" diyerek bitirmiş, hayatını bu şekilde özetlemiş. büyüksün ertuğrul, bir şey demiyorum sana.

öte yandan memleketimde, hülya avşar oscarları dağıtılmış. ne düşünüyor acaba, şöyle bir diyalog mu hayal ediyor:
- dede, bu hülya avşar oscarları nerden çıkmış?
- sen o zamanları bilmiyorsun yavrum, iki binli yılların başında yaşamış çok önemli bir sanatçıymış hülya avşar. beni de bir kez çocukken babam götürmüştü bir programına, canlı izleme fırsatı bulmuştum. taa o zamanlar başlamış oscarlar dağıtılmaya, öldükten sonra da onun adına devam ettiriliyor bu gelenek.

bir de vatan gazetesinde reha muhtar'ın bir pazar yazısı var ki, of. daha evvel bu konudan bahsetmiştim (gazeteci). bakın aynısını gene yapmış. biliyorum, yine yapacak. ve siz, gene yiyeceksiniz. kadınlar şöyle, kadınlar böyle, kadın istedi mi, tutkulu kadından korkacaksın, vs... verdiği örneği de araştırın, gala - dali ilişkisini. en son 70 yaşındaki gala evine 25 yaşındaki herifleri çağırıp seks partileri düzenlerken, dali her şeyden haberli olarak başka bir evde oturur, o da homoseksüel ilişkiye girermiş. çok tutkuluymuş ilişkileri. sığırsın reha, sığır.