20 Mayıs 2009 Çarşamba

otobiyografi

renault station (kartal)

kendimi bildim bileli arabalardan çok keyif alırım. bu sürat ile, estetik ya da sesle ilgili değil. duygusal bir bağ var aramızda. bmw'nin seksenlerin sonlarına doğru çok iyi bir sloganı vardı: "only flying is better." uçtum da, paragliding yaptım, ama daha iyi değildi. en baştan altını çizmek lazım, arabalara "otomobil" diyenlerden hiç hazzetmem, ukala bulurum. gidip dergilerde yazarlık yapsınlar.

ilk hatırladığım fotoğraf: sanırım ilkokul bir ya da ikinci sınıfa gidiyordum. hayal meyal anımsıyorum. her cumartesi akşamı dedemlere yemeğe gider, balık yerdik. artık balık yiyememem bununla ilintili olabilir (sağol be freud). beni balık yemeye o kadar çok zorladılar ki, artık görmek istemiyorum. işte ilk hatırladığım fotoğraf o anlardan kalma: yemekte rakı içmiş, hafif sarhoş babamın kucağında anneannemlerden üç sokak aşağıdaki evimize giderken direksiyonu benim kullanışım.

muhtemelen 85 ya da 86 model mavi renault station. aman allahım o arabaları ne kadar çok kullandık. mavisini satıp beyazını, onu satıp tekrar mavisini alırdı babam. o renault'ların arka koltuğunda ya da bagajında, benzin deposundan hafifçe sızan kokuyla saatlerce sallana sallana seyahat etmek ve mide bulantısı... (özellikle güneye gidilen tatillerde. bir de tüm bunların üstüne dayanılmaz sıcağı ekleyin) beynime mıh gibi kazınmış. o zamanlar arabaların kasa değiştirmesi pek söz konusu değil tabii. en fazla farın şeklinde hafif bir değişiklik ya da tamponun üzerine geçirilen metal bir çubuk gibi, babamın fark bile etmediği değişiklikler beni çok heyecanlandırırdı.

cumartesi akşamları anneannemlerden evimize yaptığımız bu kısa "geziler", her ne kadar gaz - debriyaj - fren üçlüsü babam tarafından kontrol edilse de, gerçek anlamda ilk araba kullanışım sayılabilir. sanırım yedi yaşımdaydım ve her seferinde babam izin versin diye saatlerce ağlardım. annem duruma çok karşı. zaten babamın dönüşte izin vermesi için bir iki duble içip neşelenmesi gerekiyor. ailem çok bilinçli görüyorsunuz; tüm aile - anne ve abla da arabada - alkollü babanın kucağında oturan heyecandan aklı gitmiş bir velede emanet. yine de hiçbir şey olmadı.

gerçek anlamda ilk araba kullanışım bu dedim çünkü araba dururken direksiyonun karşısında saatlerce oturmuşluğum vardır, hatırlıyorum. radyoyla, kalorifer düğmeleriyle, direksiyonla, kadranla oynuyorum deli gibi. babamın işi yüzünden çok uzun süreler arabanın içinde oturup gelmesini beklememiz gerekirdi. işte o zamanların ilk yarım saati en eğlendiğim anlardı. sonra sıkılıyorum tabii, ne de olsa yedi yaşında çocuğum. bu bekleme hallerinde başıma çok komik şeyler de geldi ama onlar ayrı hikaye, sonra anlatırım.

ha bir de kırtasiye mevzusu var. aslında ilk gerçek araba kullanışım bu sayılmalı evet. bu kısımda benim (yaşadığım büyük şok yüzünden) hatırladığım tek bir fotoğraf var. boşlukları annemin anlattıklarından dolduruyorum: ilkokula daha başlamamışım yani muhtemelen altı yaşımdayım. annem beyaz renault station'ı kullanırken (o dönem beyazı denk gelmiş) arkada ablamla ben oturuyoruz. ablam benden üç yaş büyük, dokuz yaşında. ya ben tutturuyorum anneme kırtasiyeden boyama kitabı alması için ya da ablama defter falan alınması lazım, o kısım meçhul ama bir sebepten annem arabayı evimizin sokağındaki kırtasiyenin önüne park edip, anahtarı kontak üzerinde bırakarak (bir daha aynı hatayı hiç yapmadı) içeri giriyor. ablamın bağırış çağırış ve ağlamalarına kulak asmadan şöför koltuğuna geçiyorum, tereddüt etmeden vitesi boşa alıp arabayı çalıştırıyorum. hafif yokuş aşağı olan sokağımızda arabanın el frenini de indiriyorum ve yavaş yavaş aşağıya doğru süzülmeye başlıyoruz. sokak tek yön ve ben yanlış istikametteyim. karşıdan korna çalarak bir araba geliyor (o da bir renault station), işte tam bu an, bu anı çok iyi hatırlıyorum. hafif sağa kıvrılarak karşıdan gelen arabaya yol veriyorum ve hızlanarak boş viteste aşağıya inmeye devam ediyorum. tabii dikiz aynasına falan bakamıyorum boyum yetişmiyor ama sese kulak verip arkamı döndüğümde zavallı kadıncağızı görüyorum. kırtasiyeci önde annem arkada arabanın arkasından koşarken annem - ozaaaan  ozaaaan diye, kırtasiyeci - duuur duuur diye deli gibi bağırıyorlar. annem - önce debriyaja sonra frene, önce debriyaja sonra frene, diyor. koşarken kırtasiyeci anneme dönüp (bu kısımları duymadım) - hanımefendi nerden bilsin ufacık çocuk debriyajı, freni diyor, annem - o bilir, bilir diye cevap veriyor. (dayağı yiyip, tüm olanların şokunu da atlattıktan sonra akşam yemek masasında olay anlatılırken en çok gurur duyduğum nokta burası) kırtasiyeci bagaj kapağını açıp içeri giriyor ve arabayı durduruyor. bu kısımlar bende hiç yok.

arabanın her detayını hatırlıyorum. içinde, konsolun ortasında kalorifer peteklerinin ortasından geçen metal çubuk ve sağ köşedeki "renault" yazısı. kalorifer düğmelerinin olduğu konsol ile vites topuzunun arasında beni inanılmaz rahatsız eden boşluk. eskiden birçok arabanın vitesi tek başına yer döşemesinden çıkardı, konsol ile bağlantısı yoktu. o zamanki bmw ya da mercedes'lerde bağlantı vardı tabii, zaten onlarda gördüğüm için beni bu kadar rahatsız ederdi.

renault broadway ve suzuki swift

en sonunda bagajından içeri giremediğimiz, daha normal bir arabamız vardı! ve en büyük değişiklik: otomatik camlar. en azından ön camlar. babam füme rengi broadway ile eve ilk geldiğinde (daha sonra aynısını tüm yeni alınan arabalarda yaptığım gibi) anahtarı alıp aşağı indim ve en az yirmi dakika sadece otomatik camlarla oynadım. (basit bir düğmeye bağlı olarak inip kalkan camlarla yirmi dakika geçirebilmek için tek rakamlı yaşlara ve gereksiz bir hayal gücüne sahip olmanız gerekir.) en az camlar kadar etkilendiğim şey ise konsol ile vites arasındaki boşluğun kapanmış olmasıydı. şimdi gerçek bir arabaya benzemişti işte.

nedense o arabanın bizde çok kaldığını hatırlamıyorum. onu kullandığımı da hatırlamıyorum. hatırladığım şey, arabanın bagajında sağ köşede yazan "broadway" çıkartmasını devamlı silmem, temizlememdi. çamurlu, pis arabaya arkadan baktığınızda sadece o yazının dikdörtgen şekilde silinmiş olduğunu, parladığını görürdünüz.
tam bu sıralar, uzun süredir ailede muhabbeti geçen, anneme de bir araba alınması konusu (tahmin edersiniz ki konunun en ateşli taraftarı benim) sonuca bağlanıyor: 88 model, yeşil bir suzuki swift. annemin arabayı karaköy'de ilk gördüğü anı da hatırlıyorum. - yeşil bu araba, neden yeşil aldın? babam beklediği sevinci ve takdiri göremediğinden, biraz gergince: - başka renk yoktu ki. benim içinse hayat çok güzel.

babamın işi gereği (inşaat mühendisi) boş, çamurlu bir alanda annem ve ablamla saatlerce arabada beklediğimiz anlardan birine dönelim. ben yine direksiyon başındayım ve annemi sorularımla öldürüyorum: anne bu ne, anne bu ışık niye yanıyor? sonunda yukarıda bahsettiğim yarım saat doluyor ve ben sıkılıyorum. motoru görmek istiyorum diye tutturup, anneme kaputu açtırtıyorum. motora aptal aptal bakıp bazı yerleriyle oynayarak ön koltukta oturan annemin motoru tamir ettiğimi düşünmesini sağlayıp onu etkilemeye çalışıyorum. (yine devredesin freud) neyse, babamın geldiğini uzaktan görüp alelacele kaputu kapatıp arka koltuktaki yerimi alıyorum. daha yeni ve türkiye'de tek olan kapalı alışveriş merkezi galleria'ya doğru yoldayız, (çünkü fame city'de oyun oynayacağım) yolda giderken bir anda olan oluyor, doğru düzgün kapatamadığım kaput açılıp ön camı tamamen kapatıyor. babam kapının camını açıp kafasını yandan çıkartarak zar zor arabayı kenara çekiyor. fame city hikaye oluyor. bir kez daha aileyi katletmeme çok az kala kurtuluyoruz ve yine dayak yiyorum.

aynı günlerde, hatırladıkça babamlara hayret ettiğim olaylar oluyor. daha önce bahsettiğim gibi, özellikle haftasonları, daha sonra bir yerlere yemeğe ya da bir parka falan gideceğiz diye babamın şantiyesine gidip saatlerce işini bitirmesini beklememiz gerekirdi. eski windows'lardaki (windows 3.1) paint'de resimler çizip iğneli, siyah - beyaz, eski printerlarda yazdırmam da aynı döneme denk gelir. neyse, bir zaman sonra bu bilgisayar işinden de sıkılıyorum tabii ve babamdan arabayı şantiyede kullanmak için izin istiyorum. en sonunda dayanamayıp anahtarı veriyor, o sokaktan ayrılmamam için sıkı sıkı tembih ettikten sonra yanıma şantiyedeki bekçilerden birini de veriyor; cemil abi. cemil abi bugün de bizimle beraber, hala bizimle çalışıyor. açıp detaylar hakkında bilgi almak isterdim ama maalesef artık aramızda patron - çalışan mesafesi var.

cemil abi yan koltukta oturup gezdiği için memnun, ben zaten memnun, libadiye'nin arka sokaklarında dolanıyoruz. ben her seferinde çemberin çapını biraz daha genişletmeye çalışıp yan gözle cemil abi'ye bakıyorum, pek oralı değil. bunu daha sonraki haftalarda da sık sık tekrarlıyoruz. dolaştığımız arka sokaklarda bazen trafik tıkanıyor, pencereyi açıp, (hava hep sıcak. sanki çocukluğumda hiç yağmur yağmamış.) kolumu çıkartıp suratımı buruşturduğumu ve sanki trafikten çok sıkılmışım gibi pozlara girdiğimi hatırlıyorum. şimdi düşündüğüm zaman annemlere kızıyorum. on ya da on bir yaşımdaydım, her şey olabilirdi.

renault flash ve (yeni) suzuki swift

ailece müthiş bir marka bağımlılığımız var herhalde. bu sefer de suzuki'ye takmışız. hatta ben de şu an bir suzuki kullanıyorum aslında.

yeşil suzuki'yi üç sene kadar kullandıktan sonra anneme kasası değişen yeni swift'i aldık. beyaz. bu tarihler (91-92) benim yavaş yavaş anadolu liseleri ve özel okullar sınavlarından haberdar olduğum zamanlar. nerden hatırlıyorum, çünkü annem beni zorla iki sokak yukarımızdaki boktan bir kursa yazdırdı. ilkokuldayım, devlet okulu olduğundan sabahçı - öğlenci durumları var, sabahçıysam eve geldikten sonra anneme beni kursa bırak diye tutturmaya başlıyorum. kabul ederse yola çıkmadan on beş - yirmi dakika önceden aşağıya inip otoparkta arabayı çeviriyorum, içinde müzik dinliyorum, kendimi yolda geziyor gibi hayal ediyorum falan.

bu sırada babam broadway'i satıp beyaz bir renault flash'la eve geliyor. bu arabanın aile - araba biyografimizdeki yeri büyük çünkü tarihimizdeki ilk, motoru 1.600 cc'den büyük aracımız. (1.700 cc) babam aradaki bu 100 cc'lik farkı öyle bir beynime işliyor ki, motor hacimlerinin aralarındaki farkın richter ölçeğindeki gibi 10'ar - 20'şer kat olduğunu zannediyorum. bu araba çok çok daha hızlı diyor. hatta abartıp bu arabanın broadway'le ne alakası var diye kızıyor çok üsteleyince. aslında babam arabalardan anlamaz. o zamanlar bilmiyorum tabii, babam bana göre dünyayı kurtaran adam.

renault flash, en az anım olan arabamız olmalı. koltuklarındaki kırmızı - lacivert çizgileri hatırlıyorum, çok spor duruyordu.

opel vectra ve suzuki vitara

bu opel bizim miydi yoksa dedemin mi hatırlamıyorum. hala da bilmem. nedense bazen biz kullanırdık bazen de dedem. birçok açıdan hayatımızda ilkti. (yani benim için aslında. birinci tekil şahıs kullanmam lazım, annemlerin bu kadar iddialı cümleler kuracaklarını sanmıyorum.) ilk klimalı arabamızdı bir kere. hatta ben ilk kez klimayı bu arabada gördüm, kendi evimizde, iş yerinde ya da misafirliğe gittiğimiz evlerde de görmemiştim. sonra, şanzımanı otomatikti. vitesin üzerinde bir "s" harfi vardı, basınca araba sport mode'a geçiyordu. aslında yalnızca vitesleri biraz daha geç atıp arabanın daha devirli gitmesini sağlıyordu ama ben sadece otomatik vitesten bile yeterince büyülenmiştim, sport mode benim için çok çok fazlaydı.

dedem dışarıdan çok asabi ve ailede herkesin çekindiği sert bir adamdı. sadece ben ve ablam onun üzerine zıplama, saçını çekme, izlediği kanalı değiştirme haklarına sahiptik. bize gıkı çıkmaz, sesini bile yükseltmezdi. gerçi ben yine de bir kaç kez sınırlarımı deneyip cevabımı almıştım. insan limitlerini bilmek istiyor.

dedemler bize çok yakın otururdu. ben de sık sık onlarda kalırdım. yine onlarda kaldığım bir günü hatırlıyorum. akşam üstüne doğru anneannem, dedem, ablam ve ben bir yerlere gideceğiz. ben her zamanki gibi on beş - yirmi dakika erken iniyorum aşağıya. dedem tüm bu araba mevzularından bihaber bu arada, hayatta anlatamazlar ona. benim tek başıma araba kullanmama izin verdiklerini duysa büyük olay çıkartır. neyse, aşağıya arabaya indikten sonra hemen arabayı çalıştırıp park edildiği yerden çıkartıyorum ve mahallede bir dikdörtgen çizerek dolaşmaya başlıyorum. anneannemlerin apartmanının önünden üç - dört kez geçiyorum. beşinci kez köşeyi döndüğümde dedemi sokağın ortasında (ütülü pantolonu, şık gömleği ve pantolon askısıyla) durmuş bana bakarken görüyorum. nedense o ana kadar dedem yakalarsa ne olur diye hiç düşünmemişim ama o anda büyük bir hata yaptığımı anlıyorum. sonrasında bir çok aile üyesinin (anneannem, annem, dayım, ablam) fırsat bulduklarında beni köşeye çekip sessizce sorduklarını hatırlıyorum: - deden seni öyle görünce ne dedi?

annemin swift'ini sattıktan sonra gidip yeni bir suzuki almamız hiç sürpriz olmadı. ama yine, benim için çok önemli bir "ilk" meydana gelmişti: dörtçeker bir araba almıştık. o kasa suzuki vitara'ları bazen hala yolda görüyorum, gerçekten çok kötüler. ama yüksekliği ve "cip" oluşu on üç yaşındaki bendenizi etkilemeye yetmişti.

o dönem çok başıma gelmeyen, büyük bir oranla, ablama değil de bana güvenememekten,  anne - babanın tatile gitme hadisesi yavaş yavaş filizlenmeye başladığında kapının önünde bu araba duruyordu. ben de gitmelerinden bir gün önce annemin çantasından arabasının anahtarını alıp (çalmak kulağımı tırmaladı), çilingirde çoğalttıktan sonra yerine koydum. halen alarm, immobilizer gibi güvenlik ekipmanlarının esamesi okunmadığından her şey çok kolaydı. annemler tatile gitti ve benim bir hafta boyunca kendi arabam oldu. o haftanın sonunda önemli bir sınavım olduğunu hatırlıyorum. on üç yaşımda, cebimde ehliyet değil para bile yokken kimseden habersiz arabayla dolaşmak, her ne kadar bilinçsiz ve "çocuk" olduğumu kanıtlasa da en azından sınav yüzünden duyduğum vicdan azabı sağduyu sahibi olduğumu ispatlamaya çalışıyor kenardan kenardan. muhtemelen aynı sınavdan iki - üç tane daha olacaktık ama bir hafta boyunca arabayla gezebilme fırsatını kaçırma lüksüne sahip değildim.

mercedes 200 e

o sınavdan çaktığım için değil ama başka dersler yüzünden hazırlıkta sınıfta kalma tehlikem doğmuştu. aşağı yukarı üç aydır bahsi geçen mercedes alma konusu babam için müthiş bir silah haline geldi. "- n'apalım, biz de almayız arabayı, sınıfta kalan oğlumuza bir de mükafat mı vereceğiz?" beni ifrit eden cümlenin anlamı değil, babamın bunu kendi aralarında konuşuyormuş numarasıyla (ama sesini yükselterek) anneme söylemesiydi. anne - babalar böyle şeyler yapmamalılar. kimse gerizekalı değil.

sonuçta ben sınıfı geçtim ve babam arabayı almaya karar verdi. suadiye'deki has otomotiv'e gidişimizi çok iyi hatırlıyorum. hazırda araba yoktu. seçtiğimiz opsiyonlarla (bir ilk daha: sunroof) beraber ısmarladık, babam gelmesinin ne kadar süreceğini sordu. adam altı - yedi hafta dedikten sonra beni göstererek: "bak bu bizi her hafta belki gelmiştir diye buraya getirtir, şimdiden söyleyeyim sonra ne laf anlamaz insan bunlar deme." dedi. gerçekten de öyle yaptım.

aslında arabalardan pek de anlamayan babamın doldurulması kolay on üç yaşındaki beynime yaptığı tacizler ile bunu dünyanın en kaliteli, en hızlı ve en sağlam arabası sandım bir - iki sene. galeriden çıkartmaya annemin arabasıyla gittiğimiz için, eve dönüş yolunda annem önde giderken (o zamanlar babamın bunu neden yaptığını hiç anlayamaz, hep annemi geçelim, çok yavaş gidiyor derdim.) arkada babam ve ben yalnızdık. bağdat caddesi'nde şu anda marks&spencer'ın olduğu ışıklara geldiğimizde babamın da en az benim kadar arabanın içinde kasım kasım kasıldığını fark ettim. yine bir yaz günüydü, hava çok sıcaktı ve yeni arabamızın sunroof'unu nedense açmayı beceremiyordum. aşırı neşeli, keyfi yerinde çocuklarda beliren saçmalamanın etkisiyle sorular soruyordum: "- adam garajdan çıkartırken arabanın bir tarafını sürtseydi ne olurdu baba? mercedes bize yeni bir araba mı gönderirdi? adam tamir masrafını kendi cebinden mi öderdi baba? vs..." babam mantıklı cevaplar vermeye calışmaktan vazgeçmişti.

mercedes 200 e iyi bir arabaydı gerçekten. gerçi 126 beygirdi; 2000 cc, 126 beygir motorun kimse yüzüne bakmaz bugün ama o zamanlar iyiydi işte. opel'den sonra gördüğüm klimaya sahip ikinci arabaydı ve bir artısı daha vardı: klima otomatikti. her yaz yapılan gelenekselleşmiş, tatil köyü tabanlı, anaakım aile tatillerimizden birini hatırlıyorum: babamın rezervasyon kültürü olmadığından her otelin önünde durup, resepsiyona oda var mı diye sormam için beni gönderirdi. işin en keyifli kısmı da fırın gibi sıcak dışarıdan mis gibi serinlikte arabanın içine atlamaktı. klimayı en çok o zaman sevmiştim. babam da arabayı çok sevmişti ki 99'a kadar yani yaklaşık altı yıl kullandı.

arabamızla ilgili bazı gerçeklerin farkına varmam ise şöyle oldu: aynı tatillerden birinden (muhtemelen bir sonraki sene) dönüyorduk. izmir civarlarında bir yokuştan aşağıya inerken babama ayağını gazdan çekmemesini söyleyip duruyordum ve yaklaşık 200 - 210 km/h hızla gidiyorduk. kendimizi çok hızlı sanarken bir anda yanımda (ben sağ arkada oturuyordum) yolda sekerek ilerleyen, bizi rahatlıkla geçen ve geçerken de bana bakıp gülümseyen 20-25 yaşlarında bir adamla kızarkadaşını gördüm. kırmızı bir peugeot 205 1.9 GTI idi. zamanının efsane arabası olduğundan haberim yoktu ama benim için efsaneye dönüşmüştü bile. o günden sonra arabalar hakkında düşündüklerim değişti. düzenli olarak araba dergileri alıp okumaya başladım. en pahalısının en hızlısı olmadığını öğrendim ilk önce. ve o gün, o peugeot'dan o kadar etkilenmiştim ki beş sene sonra ilk arabamı almak için izin kopardığımda hemen bir peugeot bayii'ne gidip bir 106 GTI aldim.

ünlü pazar sabah kahvaltıları için börek - çörek almaya arabayla gitmeme izin çıkmasıyla başladı tek başıma araba kullanışım. ve giderek daha uzun kuyruklar oluşmaya başladı pastanede. annemler de olayın farkındaydı haliyle ama iki taraf da lafını etmiyordu. sabahları erkenden gidip  fırından yeni çıkmış börek getiriyordum sonuçta, başka hiçbir şeyle ikna edemezlerdi beni, onların da işine geliyordu. bu pazar sabahı gezileri yavaş yavaş cumartesi öğleden sonralarına kaymaya başlayınca annemden yüksek sesli itirazlar geldi ama çok uzun süredir konuyla ilgili hiçbir problem çıkarmamış olmam lehimeydi. sonuçta, ne yanımda bir polisle dönmüştüm, ne beni karakollardan topladılar, ne de arabayı paramparça edip gelmiştim. sonraki dört senede hepsini ve daha fazlasını yaptım ama on dört yaşımda sabıka kaydım temizdi.

bir cumartesi öğleden sonrası beklenen oldu sonunda, erenköy'deki dörtyol ağzından karşıya geçerken arabanın biri ön yolcu kapısından içeri girmeye çalıştı. yanımdaki arkadaşıma bir şey olmadı allahtan. ehliyet almama daha dört sene olduğundan hiç durmadan kaçmaya başladım. yakalayamadı, eve dönüp arabayı park ettim, yukarı çıktım, arabaya adamın birinin hafifçe dokunduğunu söyledim. babam söylene söylene aşağı indi, üç dakika sonra yukarı çıktığında durmadan küfrediyordu ama en azından artık dayak yemiyordum, büyümüştüm biraz.

şimdi burada tüm bu hikayeye bir "s" vermek lazım. neden? çünkü tam bu noktada, birincil hobim, en çok keyif aldığım şey, içinde kendime başka anlamlar yarattığım mekanik yaratık, kendine yeni bir rakip edinmiş ve hatta bir çok kez bu rakiple beraber kolkola aynı platformda yürümek zorunda kalmıştı: kızlar.

kadınlarla olan ilişkilerimin başlangıcından ya da mihenk taşlarından falan bahsetmeyeceğim, yazının gidişatı itibarı ile yanlış olur; zaten biraz daha önce başlamıştı her şey, sadece kesişim kümelerini anlatacağım. ikisinin birbiriyle çakıştığı noktaları.

arabaların kızları çok etkilediği ve her şeyin daha kolaylaştığı önkabulüyle büyüdük biz. ben, okul ve mahalle arkadaşlarım. yani filmlerde de öyle izledik, sokakta anlatılan da buydu. benim kafama çok yatmamıştı aslında. bir kere, pratikte hiç böyle bir şeye şahit olmamış, görmemiştim. ikincisi, kafamda sorgulayıp duruyordum devamlı, kızlar neden bundan hoşlansındı ki? sonuç olarak eğer bir araba varsa benim arabamdı zaten, sana bunun faydası ne olabilirdi? her ne kadar sonrasında - kadınlar güçten hoşlanır, araba da gücün tüketim toplumumuza yansımış elemanlarından biridir - fikrine varsam da, çoğu zaman olduğu gibi yine ilk düşündüğüm şey doğru çıktı ve ben hiçbir zaman "araba" ile ilintili olarak o anlamda bir marjinal fayda sağlamadım. ya da sağladım ama farkında değilim.

demem o ki, yavaş yavaş yeşillenmeye başlayan ve başlangıcında sadece seksist bir gözlükle (diğer ergenlerin tersine. sonrasında ben değiştim ama etrafımdaki yetişkinlerin de değiştiğini fark ettim. yine ters yöndeydik.) bakılabilen karşı cins olgusu ile mevzubahis 200 e ancak iki yolla kaynaşabiliyorlardı. bunlardan birincisi çok basitti. arabanın camlarını indirip, içerde yüksek sesle "yabancı" müzik dinleyerek dolanmak. bu aklı bana kim vermişti, nerede görmüştüm, ne bekliyordum bilmiyorum ama gerçekten aklın yolu birmiş gibi dünyanın her tarafında bu yaşlarda (belki biraz daha sonrasında) yapılanları ben de içgüdüsel olarak yapıyordum. ama hiçbir şey olmuyordu, olacak gibi de gözükmüyordu. yine de bu işe bayağı bir mesai harcadım. mahallenin delisi diye konumlandırıldım muhtemelen. çünkü dolandığım rota oldukça dardı, sabrım sonsuzdu, inadım inattı, o yüzden de en fazla iki dakikada bir aynı noktadan geçiyordum herhalde.

ikinci yol biraz daha karmaşıktı. orta sona kadar kız - erkek ayrı okuduğumuzdan daha yeni edinmeye başladığım "kız" arkadaşlarıma arabayla bir yerlere gitmeyi teklif ediyordum. bazen yanlız, bazen dört - beş kişilik gruplar halinde dolanıyorduk. kafa karıştıran kısım ise birebir gezindiğimiz zamanlarda ortaya çıkıyordu. arkadaşım sadece, bu yaşında arabayla istediği yere gidebilme heyecanı yüzünden mi yan koltukta oturuyordu yoksa benden hoşlanıyor muydu? araba ile kızları tavlama hikayesi gerçek mi olmuştu, ben mi kendi kendime gelin güvey oluyordum? anlamlandıramadığım şeyler oluyordu, bir arkadaşım şöyle demişti: "araba kullanırken ne kadar çok etrafına bakıyorsun, gözün hep dışarda." bunu olumlu olarak alabilirsiniz. sizi kıskandığı için söylüyor olabilir. veya on beş yaşındaki kuşbeyninizle hiçbir şeyi anlamadığınız gibi bunu da yanlış anlamış olabilirsiniz. kız basit bir eleştiri yapmış da olabilir. o zamanlar durum öyleydi zaten, biri üstünüze de çıksa anlamaz, kondurmazdınız, diğer taraftan sizden silgi isteyen kıza - beni seviyor muamelesi yapardınız. bu ikilem çok uzun yıllarca devam etti.

mercedes e 200

yeni kasa koduyla sadece e harfi başa geçmemiş, yepyeni bir araba üretmişler, klasik çizgiden oldukça uzaklaşmışlardı. çift yuvarlak farlar ve içerdeki daha küçük, daha kibar düğmeler beni en çok şaşırtan değişikliklerdi. 99 yılında almıştık bu arabayı, depremden dolayı hatırlıyorum. 2000 cc ve 186 beygir ile o zamana kadar kullandığım en hızlı arabaydı. dışı gri, içi siyah deri. yol bilgisayarı ve xenon farlarla da bu arabada tanıştım. ve başımı gerçekten belaya bu arabayla sokmaya başladım.

bir gün karaköy'deki ofisten bu arabayla çıkmış, cebimde babamın anneme iletmem için verdiği yüklü sayılabilecek miktarda parayla karşıya geçiyordum, eve. sahrayıcedit taraflarında polis çevirdi. ehliyet falan yok tabii. tutturdu arabayı bağlayacağız, sen de yarın sabah mahkemeye çıkacaksın vesaire... alışkınım, daha evvel çok başıma gelmiş, hep bir şekilde kurtulmuşum. gerçekten hiç olmadıysa yirmi kere olmuş, çok sakinim o yüzden. ama bu sefer, cebimde duran paranın rahatlığıyla adama çok yüksek rakamlar telaffuz edince iş çığırından çıkıyor. adam kabul etmedikçe rakamı arttırıyorum, cebimde para çok nasolsa. e durum daha da kötüleşiyor her seferinde. sonuçta hırsız olduğuma kanaat getiriyorlar. bilenler bilir, sahrayıcedit'te altgeçitin karşısında polis karakolu vardır. sonuçta ne oluyor? annem geliyor, yetmiyor babam geliyor, zar zor çıkabiliyoruz. sonra kavga, kıyamet...

bu araba yüzünden bunun gibi üç beş kere daha aldılar beni karakoldan. o kadar bilinçsiz değiller, artık izin vermiyorlar ama ben kaçırıyorum arabayı. çoğu zaman da hiçbir şey farkettirmeden koyuyorum yerine. ama bazen yakalanıyorum işte. o zaman da bir telefon, hop babam karakolda. eve dönerken arabadaki ölüm sessizliği. sonra evde kavga kıyamet...

bir gün yanımda kız arkadaşım var diye, arabanın kıçıyla oynarken fazla kaçırıyorum, güüm sağdan gelen bir kartal'a vuruyoruz. ehliyet hala yok, yine kaçıyorum. yalnız bunlar öğleden sonra üç - dört sularında oluyor, akşam yedi gibi arabayı babama teslim edeceğim, yemeğe gideceğiz. arkadaşıma gidiyorum, oturup düşünüyoruz, yapacak hiçbir şey yok. zaman çok az. sağ önden vurmuşum, görmemesi için dua ederek onu sol taraftan almaya çalışıyorum. neyse, biniyor, bir şey fark etmemiş. hemen bir bahane uydurup yemeğe gelemeyeceğimi söylüyorum, atıyorum kendimi arabadan, eve gidiyorum. yarım saat sonra telefon: - oğlum bunun ön tamponuna ne olmuş, sağ far falan gitmiş?
- ne bileyim baba, evdeyim ben, bilgisayar oynuyorum.
sonuçta benim bir şey yapmadığıma ikna ediyorum, sonra geldiklerinde öğreniyorum ki babam valet'ye çok yüklenmiş, suçlamış, olay bayağı büyümüş. dayanamayıp ertesi gün itiraf ediyorum. annem - biliyorum, diyor. - anlamıştım zaten.

Hiç yorum yok: