25 Mayıs 2009 Pazartesi

kötülük

bir yerlerde okudum. einstein okulda hocasıyla tartışıyor. tarihin herhangi bir döneminde yaşamış herhangi biri de olabilir aslında, einstein'ın üzerinde çok durmamak lazım. insanlar ünlülerin üzerine hikayeler yaftalayıp efsaneleştirmekten büyük keyif alırlar ya, o sebepten. bir bakarsın aynı hikayeyi sibel can yaşamış gibi anlatıyorlar. gerçi hikaye, akışı itibariyle einstein'a da çok yakışıyor. kafanda canlandırdığın einstein fotoğrafına diyelim, yoksa hiç birimiz tanışmadık.

hoca ateist mi, aslında ateist olması gereken einstein değil miydi, bilmiyorum, o kısım karışık ama şöyle tümevarıyor hoca:
evrende varolan her şeyi tanrı yaratmıştır, iyiliği de ve hatta kötülüğü de. o halde tanrının içinde de kötülük vardır. tanrı kötüdür.
einstein el kaldırıyor:
soğuk var mıdır? evet vardır. hayır diyor, soğuk ölçülebilir bir değer olan ısının eksikliğidir. bu değer insanlar tarafından yaratılmıştır, eksikliğinin hissedildiği yere soğuk deriz.
karanlık var mıdır? evet vardır. hayır, karanlık ışığın olmadığı yerdir. ışık, insanlar tarafından ölçülebilir bir değerdir, olmadığı yere de karanlık deriz.
kötülük de aynı şekilde tanrı sevgisinin, ya da en azından tanrı inancının olmadığı yerdir. kötülük başlı başına yaratılmamıştır, bir eksiklikten vücut bulmuştur.

mail'le gönderilen ucuz power point sunumlarına benzedi böyle anlatınca, yanda einstein'ın fotoğrafı. altta mozart'ın für elise'si falan. ama dinlerin varlığını ya da yokluğunu tek paragrafla açıklayamam ya. bunu beklemiyordunuz herhalde.

21 Mayıs 2009 Perşembe

fazıl say

fazıl say kimdir?
türkiye'nin adını dünyaya duyurmakta başarılı olmuş bir sanatçı olduğunu kabul edebiliriz. ama "sanatçı"nın altını çizmek isterim.

siyaset bilimi, sosyoloji ya da toplum mühendisliği hakkında bilgisi olmayan (olsa bile teorilerle sınırlanmış), ve mecburen, ister istemez, eleştirdiği yönetimin artı ve eksilerini değerlendirirken yüzeyde durmak zorunda kalan, derine mecburen inemeyen, daha kaba bir deyişle aslında ne istediğini kendi de bilmeyen bir "sanatçı"dır. her sanatçı gibi sonsuz özgürlük taraftarıdır ancak tarihte sayısız örneklerini gördüğümüz gibi dizginlenmemiş özgürlük hiç bir zaman olumlu sonuç getirmemiştir, getirmeyecektir.

beni en çok sinirlendiren konu ise; mesleğinde başarılı olması, sanatçıya, haftada bir mektup yazıp hükümeti eleştirme hakkını kazandırmaz. elinde silah varken rastgele sağa sola ateş etmeye benzer. tüm kanallarını kullanabiliyorsun diye medyanın, bunu sonuna kadar kullanmak, en azından açgözlülüktür.

he kimse kimseyi eleştirmesin mi? fazıl say haklı değil mi? sanatçılar bu ülkenin (ya da her ülkenin) lokomotifi, örnek alınması (en azından dinlenmesi) gereken gizli liderleri değil mi? kısa kısa cevaplayalım:

herkes herkesi eleştirsin. her konuda. ama bunu yaparken tüm kamuoyunu meşgul etmesin, suyunu çıkartmasın. kendi savunduğu demokrasiyi, eşitliği, amaç uğruna hasıraltı etmesin, beni sinirlendirmesin.

bazı konularda haklı evet. ama konu bu değil, ben başka bir şey diyorum.

niye olsunlar ki? bu inanışı en başından beri saçma bulurum. batan gemiden önce kadınların kurtarılması alışkanlığı gibi. sanatçılar niye lokomotifimiz olsun kardeşim?

velhasıl bu kadar mektup, büyük puntolarla bu kadar "fazıl say"  benim asabımı bozmaktadır. illa bu kadar yazmak istiyorsa sevgilisine mektup yazmalı ve mümkünse orada ülke politikalarını eleştirmeli ama kamuoyunu meşgul etmemelidir. zaten bir ara hande abla ile takılırken pek sesi soluğu çıkmıyordu. boş zamanı mı çoğaldı nedir?

bu satırların yazarı akp taraftarı değil, gereğinden fazla çoksesliliğin muhalifidir.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

yazarken

yazmakla ilgili en büyük zorluk, daha önce yazılmamışı yazmak istemek benim için. mükemmelliyetçilikten ya da narsizmden değil, aksi takdirde bir işe yaramayacağına inandığımdan. bugüne kadar yazılmış milyarlarca kitabın sonrasında bu imkansıza yakın tabii. yılmaz erdoğan da bu problemden bahsetti, bir röportajında dinledim. "söylemek istediğin yeni bir şey olmalı" dedi. "aynı şeyleri tekrar tekrar sunarak bir yere varamazsın".
bu konuya uzun süredir taktığımdan çoğu zaman klavyenin başından boş sayfaya bakarak kalktım (son zamanlarda), ya da beğenmedim, sildim. ama geçenlerde bunu tekrar düşünürken gittim, kitaplığıma baktım. bir - iki saat karıştırdıktan sonra anladım ki aslında dostoyevski de tekrarlıyor, kafka da, steinbeck de, ne bileyim, aziz nesin de. bütün yazarlar birbirlerini, ustalarını, nesildaşlarını, ama en çok da zamanın ruhunu tekrarlıyorlar. bunu mükemmel bir şekilde yapıyorlar ama tekrarlıyorlar işte, neresinden bakarsan bak.
tekrarlıyorlar ama şöyle:
anlayamadığım bir şekilde, yaşadıkları devirlerin arasında bazen yüzyıllar olmasına rağmen, sanki gizlice sözleşmişler gibi, tamamen başka taraflardan bakıyorlar konuya. hepsini daire şeklinde oturtmuşsun, ortaya bir nesne koymuşsun da çiz demişsin, hepsi nesnenin kendi perspektifini çizmiş gibi. diğer tarafa hiç geçip bakmadan. nesne aynı nesne, nesne belki bin yıldır aynı şekilde duruyor ama herkes başka bir açı yakalamış.
hatta bu adamların bazıları o kadar dahi ki, tamamen aynı şeyleri söylediklerinde bile sana bir hediye paketi içinde sunuyorlar bunu. çok süslü bir hediye paketi. içindekinden daha çok dikkat çeken bir paket. işte o zaman gerçekten keyifleniyorum, vay be diyorum, iyi ki bu adamlar var. olmasalardı çok sıkıcı olurdu her şey.
onun için tekrarlamaktan çok da korkmamak lazım galiba. george orwell bile yeni bir şey söylemeden koca bir kitabı bitirebiliyorsa, kimse beni monotonlukla suçlayamaz herhalde. en çok satan gazetelerde yazan köşeyazarlarımız yazılarına hala "türkiye lazıyla, çerkeziyle, ermenisi ve kürdüyle bir bütündür" diye başlıyorlarsa, onların dert etmediklerini ben niye edeyim ki?

ecevit

geçenlerde televizyonda bülent ecevit'in bir konuşmasına denk geldim. sakin ve efendi kimlikleriyle tanıdığımız ecevit, sesi titreye titreye bağırıyordu meclis kürsüsü'nde. kıbrıs harekatı öncesi gibi. sanki yirmi yıl gençleşmiş, yine o karaoğlan dönemindeki gibi meydan okuyor. ön sıralarda nazlı ılıcak ve hemen yanında türbanıyla oturan merve kavakçı. tam olayların patladığı gün tahmin ettiğim kadarıyla. şimdikiler gibi evirip çevirmiyor ağzında, direk merve kavakçı'nın gözlerinin içine bakarak bağırıyor:
"burası devlete meydan okuma yeri değildir!"
"kimsenin özel hayatına karışmayız ama burası özel hayata dahil değildir, kamusal alandır, milletimin meclisidir, burada millete de devlete de meydan okuyamazsınız!"
hey gidi ecevit dedim, nur içinde yat. ülkeni severdin sen, politikacılığı meslek olarak yapmıyordun, ülkeni, milletini sevdiğinden yapıyordun. yaptığın hatalar bile bu yüzdendi. nur içinde yat.

çetin altan

evet ikinci cumhuriyetçidir falan ama büyük adamdır aslında. sırf çetin altan öyle diye az anlamaya çalışmadım bu ikinci cumhuriyetçilerin kafasını. vazgeçtim sonra, çetin altan bile yanlış yorumluyor olabilir bazı gerçekleri, n'apalım?
yazarlıktan da siyasetten de çok çekmiştir.
meclis'de ölesiye dayak yemişliği de vardır, içerde yatmışlığı da.
çok küçük yaşta yatılı olarak verildiği galatasaray lisesi'nden gururla, ama bir yandan da babasına sitemle bahseder.
en çok kafaya taktığı problemlerden biri, türkiye'nin mesleksiz insan yığınlarıyla dolu olduğu ve bu yığınların eninde sonunda politikayı seçtiğidir. politikacıların çoğundan nefret eder.
herkesin kendi işini en iyi şekilde yapmaya çalıştığı, mesleğini sevdiği ve tabii ki sosyalist bir devlet yapısı hayal eder.
hep gölgesinde kalmış ve kalacak, kadınları çözmüş duyarlı yazar maskesi takan ahmet altan ve matematikçiliği sayesinde türkiye'ye en uygun ekonomik modellemeleri çözümleyebilecek gerçekçi yazar ayaklarına yatan mehmet altan'ın babasıdır.
sık sık tekrarladığı belli başlı kalıpları vardır. en sevdiklerimden biri:
"her ne kadar yeryüzü 250'den fazla ülkeye bölünmüş olsa da aslında insanlar sadece ikiye ayrılır: zenginler ve fakirler."
divan pastanesi'nde görmüş ablam kendisini, 82 yaşında olmasına rağmen önünde şarap kadehi, elinde sigarası duruyormuş. bir rakı masasında başbaşa oturup sabahlara kadar muhabbet etmek istediğim adamlardandır çetin altan. ne hikayeler vardır onda, dinle dinle bitmez.

direksiyon adam

çok kısa sürede, aceleyle bir kitap almam gerekti geçen hafta. okumadan uyumakta zorluk çekerim genellikle ve iki gündür almayı unutup geliyordum eve.
sonra tekrar çıkmaya üşeniyordum tabii. neyse sonunda eve dönerken mecburen yolu uzattım biraz, nişantaşı'ndaki d&r'a gittim.
nişantaşı'nın trafiği ve park sorunu malum, sakat bir yere bıraktım arabayı, koşa koşa girdim içeri. aklımda bir kitap vardı, sordum, yokmuş kalmamış.
hemen otuz saniye içinde bir kitap beğenmem lazım; araba o kadar kötü bir yerde ki, beş dakikada dönmezsem ya biri vurup kaçmış olur, ya da kaçmamış beni bekliyor olur ki hangisini tercih ederdim bilemiyorum. gittim "dünya roman" bölüme, gözüm beyaz parlak ciltli bir kitaba takıldı, aldım çıktım.
adı direksiyon adam. sonra eve gelince arkasını okudum, işte çok sürükleyici bir roman, yılın en iyi romanı falan filan. d&r'lara girdiginizde ilk karşınıza çıkan ve her hafta değişen kitaplardan. normalde elimi sürmem onlara ama dediğim gibi zamanım çok azdı.
eve geldim, okumaya başladım ve çok hoşuma gitti. zaten yazının ana fikri de bu. kitabı tavsiye etmek. ilk 100 - 120 sayfayı okuduktan sonra tam tarantino filmi dedim. rezervuar köpekleri gibi bir şey. ama kitabın kendine has avantajları var haliyle, daha fazla düşünce ve içses gibi. güzel, sürükleyici bir filmi izlemeye benziyor fakat hem istediğin yerde durdurabiliyorsun (dvd'de de durdurabiliyoruz, yine de kimse bir filmi yedi gün boyunca durdura durdura izlemez herhalde) hem de beğendiğin yerleri tekrar tekrar okumak sıkmıyor filmlerdeki gibi. büyük bir edebi değeri yok ama hafif bir şeyler okumak isteyenlere tavsiye edebilirim. hatta sonrasında aynı akımı sürdürüp "oyunbozan"la devam edebilirsiniz benim gibi. o da iyi.

yönetmen

şu türk filminden bahsetmek istiyorum, daha önce de aynı fikirdeydim, geçen gün tekrar türkmax'de yakaladım ve bu sefer yazma ihtiyacı hissettim. filmin adını hatırlamıyorum, hiç öğrenmedim hatta, ama anlattığım zaman büyük ihtimalle hatırlarsınız.
kahramanımız türkan şoray, küçük bir kasabada yaşıyor ve çok mutsuz.
kendisiyle hiç ilgilenmeyen, cahil, kaba saba bir kocası var, muhtemelen görücü usülü evlenmiş. pek zengin falan da sayılmazlar.
yönetmenimiz bu genel çerçeveyi resmedip, bazı detayların altını abartılı şekilde çizerek (adamın kaba olması, türkan'a kötü davranması gibi) gözümüze soktuktan sonra, hikayeye esasoğlan cihan ünal giriyor. hiç bir filminde en ufak bir aksiyon yaratmamış, sakinliği ve sıkıcılığıyla içimizi bayan cihan abi, görür görmez türkan abla'ya aşık oluyor. yavaş yavaş flörtleşmeye başlıyorlar, büyük bir aşk başlıyor vesaire...
bu aşk zamanla etraftakiler tarafından fark edilmeye ve dedikodular yayılmaya, konuşulmaya başladığı andan itibaren, yönetmenimizin şöyle bir misyonu başlıyor: bu aşkı meşrulaştırmak. karşısındaki rakip ise çok güçlü; evlilik kurumu. filmin seksenlerin başı türkiyesi'nde çekildiğini de hesaba katarsak, maçın skoru belli aslında. ama yönetmen inanmış, maçı bırakmıyor.
bahsettiğim misyonu omuzladığı dakikadan sonra, filmin sonuna dek şu diyaloğa (ve hatta monoloğa) onlarca kez maruz kalıyoruz: "ama bizi yanlış anladınız."
bu cümle bir yandan sürekli tekrarlanırken öte yandan yönetmenimiz de sonuna kadar çiftin yanında, fark ediyorsunuz. hal böyleyken benim de izleyici olarak yönetmene bir çift lafım oluyor:
1- hangi bölümü yanlış anlıyoruz? aslında bu ikisi kardeş kardeş takılıyorlar da biz mi aşıklar zannettik?
2- eğer aşık olduklarını kabul ediyorsanız (ki etmelisiniz komik olmayın) neden kahramanlarınıza "bizim önümüzde hiç bir güç duramaz" karakteri vermediniz de ezdiniz, büzdünüz, maymun ettiniz? savunma olarak "çünkü orası bir anadolu kasabası"yı öne sürüyorsanız bu bir dilemma olmadı mı? hikayeyi baştan yırtın atın o zaman.
3- kadın karakterimize hafifmeşrep damgası vuran kasaba ahalisine karşı, türkan abla'nın arkasından, omuzu üzerinden parmağınızı sallayarak ahaliye savunma yaparken en büyük kozunuz "bizi yanlış anladınız" mı olmalıydı? bir kere bu yalan, doğru bir savunma değil, kimse inanmaz ki. en azından "ama onlar birbirine aşık"ı deneseydiniz. kasabalı için yine bir şey fark etmezdi fakat bir kaç burjuvayı kendi safınıza çekerdiniz belki.
4- ey taş kalpli yönetmen! karısı tarafından aldatıldığını kuşku götürmeksizin öğrenen bir adama hala bu kadar yüklenmek neden? benim nazarımda o adam o saatten sonra ne yapsa yeridir ama o bunların hiçbirini yapmadığı gibi sadece biraz küfrediyor, içiyor, kırıp döküyor. ve biz bu adamın eskisinden de daha kötü olduğuna, hatta neredeyse haksız olduğuna mı inanmalıyız? sebep olarak ne gösteriyorsunuz? filmin başlarında karısıyla biraz yüksek sesle konuşmasını mı? bir şey isterken "lütfen" kullanmamasını mı? yönetmen arkadaşım, sana şöyle bir sır vereyim: o adam karısını seviyor, başka bir kadınla ilgilenmiyor ve hatta aldatıldığını öğrendiğinde belli etmeden de olsa ağlıyor. ve biz türkan abla'yı mı haklı bulmalıyız?
film çevirmeden önce düşünmek lazım. neyin neyi sembolize ettiğini etraflıca imgelemek lazım. hadi bunların hiç birini yapmıyorsan en azından tarafsız olmak lazım ki izleyici kendi kararını kendi verebilsin.
böylece bir filmi daha etraflıca analiz ettik derken yönetmen arkadaşım bugün de bize ayrılan sürenin sonuna geldiğimizi işaret ediyor. şimdi reklamlar.

babet

şu babetler ne kadar çok yakışıyor kadınlara olacak iş değil.
etek altına, şort altına, kapri altına, hatta pantolonun bile altına çok yakışıyor. tabii etek ya da şort tercihimiz.
hafif kaslı üstbacağın ardından, düzgün, çok çıkık olmayan bir dizi takiben, kalın kalf (olmazsa olmaz) ve incelerek bileğe ulaştığı yerde başlayan babet, bizi bizden almaktadır.
sadeliğinden midir, bileği iyice ortaya çıkardığından mı yoksa düz bir taban yarattığından, yürürken bacağın türlü şekillere girmesini engellediğinden mi bilmiyorum ama bu aralar ne zaman görsem gözüm fena halde takılıyor.
özellikle arkadan baktığınızda (zaten önden bakmamak lazım, ayıp, özellikle benim gibi çaktırmadan bakmayı beceremiyorsanız) kadın sanki çıplak ayakla yürüyormuş havası yaratıyor bende ve sanırım şu an keşfettim evet, bu yüzden çok hoşuma gidiyor olabilir. yolda çıplak ayakla yürüyormuş hissi verdiğinden. üstelik ayaklarla da ilgilenmem ben, ayak fetişisti falan da değilim. garip.

otobiyografi

renault station (kartal)

kendimi bildim bileli arabalardan çok keyif alırım. bu sürat ile, estetik ya da sesle ilgili değil. duygusal bir bağ var aramızda. bmw'nin seksenlerin sonlarına doğru çok iyi bir sloganı vardı: "only flying is better." uçtum da, paragliding yaptım, ama daha iyi değildi. en baştan altını çizmek lazım, arabalara "otomobil" diyenlerden hiç hazzetmem, ukala bulurum. gidip dergilerde yazarlık yapsınlar.

ilk hatırladığım fotoğraf: sanırım ilkokul bir ya da ikinci sınıfa gidiyordum. hayal meyal anımsıyorum. her cumartesi akşamı dedemlere yemeğe gider, balık yerdik. artık balık yiyememem bununla ilintili olabilir (sağol be freud). beni balık yemeye o kadar çok zorladılar ki, artık görmek istemiyorum. işte ilk hatırladığım fotoğraf o anlardan kalma: yemekte rakı içmiş, hafif sarhoş babamın kucağında anneannemlerden üç sokak aşağıdaki evimize giderken direksiyonu benim kullanışım.

muhtemelen 85 ya da 86 model mavi renault station. aman allahım o arabaları ne kadar çok kullandık. mavisini satıp beyazını, onu satıp tekrar mavisini alırdı babam. o renault'ların arka koltuğunda ya da bagajında, benzin deposundan hafifçe sızan kokuyla saatlerce sallana sallana seyahat etmek ve mide bulantısı... (özellikle güneye gidilen tatillerde. bir de tüm bunların üstüne dayanılmaz sıcağı ekleyin) beynime mıh gibi kazınmış. o zamanlar arabaların kasa değiştirmesi pek söz konusu değil tabii. en fazla farın şeklinde hafif bir değişiklik ya da tamponun üzerine geçirilen metal bir çubuk gibi, babamın fark bile etmediği değişiklikler beni çok heyecanlandırırdı.

cumartesi akşamları anneannemlerden evimize yaptığımız bu kısa "geziler", her ne kadar gaz - debriyaj - fren üçlüsü babam tarafından kontrol edilse de, gerçek anlamda ilk araba kullanışım sayılabilir. sanırım yedi yaşımdaydım ve her seferinde babam izin versin diye saatlerce ağlardım. annem duruma çok karşı. zaten babamın dönüşte izin vermesi için bir iki duble içip neşelenmesi gerekiyor. ailem çok bilinçli görüyorsunuz; tüm aile - anne ve abla da arabada - alkollü babanın kucağında oturan heyecandan aklı gitmiş bir velede emanet. yine de hiçbir şey olmadı.

gerçek anlamda ilk araba kullanışım bu dedim çünkü araba dururken direksiyonun karşısında saatlerce oturmuşluğum vardır, hatırlıyorum. radyoyla, kalorifer düğmeleriyle, direksiyonla, kadranla oynuyorum deli gibi. babamın işi yüzünden çok uzun süreler arabanın içinde oturup gelmesini beklememiz gerekirdi. işte o zamanların ilk yarım saati en eğlendiğim anlardı. sonra sıkılıyorum tabii, ne de olsa yedi yaşında çocuğum. bu bekleme hallerinde başıma çok komik şeyler de geldi ama onlar ayrı hikaye, sonra anlatırım.

ha bir de kırtasiye mevzusu var. aslında ilk gerçek araba kullanışım bu sayılmalı evet. bu kısımda benim (yaşadığım büyük şok yüzünden) hatırladığım tek bir fotoğraf var. boşlukları annemin anlattıklarından dolduruyorum: ilkokula daha başlamamışım yani muhtemelen altı yaşımdayım. annem beyaz renault station'ı kullanırken (o dönem beyazı denk gelmiş) arkada ablamla ben oturuyoruz. ablam benden üç yaş büyük, dokuz yaşında. ya ben tutturuyorum anneme kırtasiyeden boyama kitabı alması için ya da ablama defter falan alınması lazım, o kısım meçhul ama bir sebepten annem arabayı evimizin sokağındaki kırtasiyenin önüne park edip, anahtarı kontak üzerinde bırakarak (bir daha aynı hatayı hiç yapmadı) içeri giriyor. ablamın bağırış çağırış ve ağlamalarına kulak asmadan şöför koltuğuna geçiyorum, tereddüt etmeden vitesi boşa alıp arabayı çalıştırıyorum. hafif yokuş aşağı olan sokağımızda arabanın el frenini de indiriyorum ve yavaş yavaş aşağıya doğru süzülmeye başlıyoruz. sokak tek yön ve ben yanlış istikametteyim. karşıdan korna çalarak bir araba geliyor (o da bir renault station), işte tam bu an, bu anı çok iyi hatırlıyorum. hafif sağa kıvrılarak karşıdan gelen arabaya yol veriyorum ve hızlanarak boş viteste aşağıya inmeye devam ediyorum. tabii dikiz aynasına falan bakamıyorum boyum yetişmiyor ama sese kulak verip arkamı döndüğümde zavallı kadıncağızı görüyorum. kırtasiyeci önde annem arkada arabanın arkasından koşarken annem - ozaaaan  ozaaaan diye, kırtasiyeci - duuur duuur diye deli gibi bağırıyorlar. annem - önce debriyaja sonra frene, önce debriyaja sonra frene, diyor. koşarken kırtasiyeci anneme dönüp (bu kısımları duymadım) - hanımefendi nerden bilsin ufacık çocuk debriyajı, freni diyor, annem - o bilir, bilir diye cevap veriyor. (dayağı yiyip, tüm olanların şokunu da atlattıktan sonra akşam yemek masasında olay anlatılırken en çok gurur duyduğum nokta burası) kırtasiyeci bagaj kapağını açıp içeri giriyor ve arabayı durduruyor. bu kısımlar bende hiç yok.

arabanın her detayını hatırlıyorum. içinde, konsolun ortasında kalorifer peteklerinin ortasından geçen metal çubuk ve sağ köşedeki "renault" yazısı. kalorifer düğmelerinin olduğu konsol ile vites topuzunun arasında beni inanılmaz rahatsız eden boşluk. eskiden birçok arabanın vitesi tek başına yer döşemesinden çıkardı, konsol ile bağlantısı yoktu. o zamanki bmw ya da mercedes'lerde bağlantı vardı tabii, zaten onlarda gördüğüm için beni bu kadar rahatsız ederdi.

renault broadway ve suzuki swift

en sonunda bagajından içeri giremediğimiz, daha normal bir arabamız vardı! ve en büyük değişiklik: otomatik camlar. en azından ön camlar. babam füme rengi broadway ile eve ilk geldiğinde (daha sonra aynısını tüm yeni alınan arabalarda yaptığım gibi) anahtarı alıp aşağı indim ve en az yirmi dakika sadece otomatik camlarla oynadım. (basit bir düğmeye bağlı olarak inip kalkan camlarla yirmi dakika geçirebilmek için tek rakamlı yaşlara ve gereksiz bir hayal gücüne sahip olmanız gerekir.) en az camlar kadar etkilendiğim şey ise konsol ile vites arasındaki boşluğun kapanmış olmasıydı. şimdi gerçek bir arabaya benzemişti işte.

nedense o arabanın bizde çok kaldığını hatırlamıyorum. onu kullandığımı da hatırlamıyorum. hatırladığım şey, arabanın bagajında sağ köşede yazan "broadway" çıkartmasını devamlı silmem, temizlememdi. çamurlu, pis arabaya arkadan baktığınızda sadece o yazının dikdörtgen şekilde silinmiş olduğunu, parladığını görürdünüz.
tam bu sıralar, uzun süredir ailede muhabbeti geçen, anneme de bir araba alınması konusu (tahmin edersiniz ki konunun en ateşli taraftarı benim) sonuca bağlanıyor: 88 model, yeşil bir suzuki swift. annemin arabayı karaköy'de ilk gördüğü anı da hatırlıyorum. - yeşil bu araba, neden yeşil aldın? babam beklediği sevinci ve takdiri göremediğinden, biraz gergince: - başka renk yoktu ki. benim içinse hayat çok güzel.

babamın işi gereği (inşaat mühendisi) boş, çamurlu bir alanda annem ve ablamla saatlerce arabada beklediğimiz anlardan birine dönelim. ben yine direksiyon başındayım ve annemi sorularımla öldürüyorum: anne bu ne, anne bu ışık niye yanıyor? sonunda yukarıda bahsettiğim yarım saat doluyor ve ben sıkılıyorum. motoru görmek istiyorum diye tutturup, anneme kaputu açtırtıyorum. motora aptal aptal bakıp bazı yerleriyle oynayarak ön koltukta oturan annemin motoru tamir ettiğimi düşünmesini sağlayıp onu etkilemeye çalışıyorum. (yine devredesin freud) neyse, babamın geldiğini uzaktan görüp alelacele kaputu kapatıp arka koltuktaki yerimi alıyorum. daha yeni ve türkiye'de tek olan kapalı alışveriş merkezi galleria'ya doğru yoldayız, (çünkü fame city'de oyun oynayacağım) yolda giderken bir anda olan oluyor, doğru düzgün kapatamadığım kaput açılıp ön camı tamamen kapatıyor. babam kapının camını açıp kafasını yandan çıkartarak zar zor arabayı kenara çekiyor. fame city hikaye oluyor. bir kez daha aileyi katletmeme çok az kala kurtuluyoruz ve yine dayak yiyorum.

aynı günlerde, hatırladıkça babamlara hayret ettiğim olaylar oluyor. daha önce bahsettiğim gibi, özellikle haftasonları, daha sonra bir yerlere yemeğe ya da bir parka falan gideceğiz diye babamın şantiyesine gidip saatlerce işini bitirmesini beklememiz gerekirdi. eski windows'lardaki (windows 3.1) paint'de resimler çizip iğneli, siyah - beyaz, eski printerlarda yazdırmam da aynı döneme denk gelir. neyse, bir zaman sonra bu bilgisayar işinden de sıkılıyorum tabii ve babamdan arabayı şantiyede kullanmak için izin istiyorum. en sonunda dayanamayıp anahtarı veriyor, o sokaktan ayrılmamam için sıkı sıkı tembih ettikten sonra yanıma şantiyedeki bekçilerden birini de veriyor; cemil abi. cemil abi bugün de bizimle beraber, hala bizimle çalışıyor. açıp detaylar hakkında bilgi almak isterdim ama maalesef artık aramızda patron - çalışan mesafesi var.

cemil abi yan koltukta oturup gezdiği için memnun, ben zaten memnun, libadiye'nin arka sokaklarında dolanıyoruz. ben her seferinde çemberin çapını biraz daha genişletmeye çalışıp yan gözle cemil abi'ye bakıyorum, pek oralı değil. bunu daha sonraki haftalarda da sık sık tekrarlıyoruz. dolaştığımız arka sokaklarda bazen trafik tıkanıyor, pencereyi açıp, (hava hep sıcak. sanki çocukluğumda hiç yağmur yağmamış.) kolumu çıkartıp suratımı buruşturduğumu ve sanki trafikten çok sıkılmışım gibi pozlara girdiğimi hatırlıyorum. şimdi düşündüğüm zaman annemlere kızıyorum. on ya da on bir yaşımdaydım, her şey olabilirdi.

renault flash ve (yeni) suzuki swift

ailece müthiş bir marka bağımlılığımız var herhalde. bu sefer de suzuki'ye takmışız. hatta ben de şu an bir suzuki kullanıyorum aslında.

yeşil suzuki'yi üç sene kadar kullandıktan sonra anneme kasası değişen yeni swift'i aldık. beyaz. bu tarihler (91-92) benim yavaş yavaş anadolu liseleri ve özel okullar sınavlarından haberdar olduğum zamanlar. nerden hatırlıyorum, çünkü annem beni zorla iki sokak yukarımızdaki boktan bir kursa yazdırdı. ilkokuldayım, devlet okulu olduğundan sabahçı - öğlenci durumları var, sabahçıysam eve geldikten sonra anneme beni kursa bırak diye tutturmaya başlıyorum. kabul ederse yola çıkmadan on beş - yirmi dakika önceden aşağıya inip otoparkta arabayı çeviriyorum, içinde müzik dinliyorum, kendimi yolda geziyor gibi hayal ediyorum falan.

bu sırada babam broadway'i satıp beyaz bir renault flash'la eve geliyor. bu arabanın aile - araba biyografimizdeki yeri büyük çünkü tarihimizdeki ilk, motoru 1.600 cc'den büyük aracımız. (1.700 cc) babam aradaki bu 100 cc'lik farkı öyle bir beynime işliyor ki, motor hacimlerinin aralarındaki farkın richter ölçeğindeki gibi 10'ar - 20'şer kat olduğunu zannediyorum. bu araba çok çok daha hızlı diyor. hatta abartıp bu arabanın broadway'le ne alakası var diye kızıyor çok üsteleyince. aslında babam arabalardan anlamaz. o zamanlar bilmiyorum tabii, babam bana göre dünyayı kurtaran adam.

renault flash, en az anım olan arabamız olmalı. koltuklarındaki kırmızı - lacivert çizgileri hatırlıyorum, çok spor duruyordu.

opel vectra ve suzuki vitara

bu opel bizim miydi yoksa dedemin mi hatırlamıyorum. hala da bilmem. nedense bazen biz kullanırdık bazen de dedem. birçok açıdan hayatımızda ilkti. (yani benim için aslında. birinci tekil şahıs kullanmam lazım, annemlerin bu kadar iddialı cümleler kuracaklarını sanmıyorum.) ilk klimalı arabamızdı bir kere. hatta ben ilk kez klimayı bu arabada gördüm, kendi evimizde, iş yerinde ya da misafirliğe gittiğimiz evlerde de görmemiştim. sonra, şanzımanı otomatikti. vitesin üzerinde bir "s" harfi vardı, basınca araba sport mode'a geçiyordu. aslında yalnızca vitesleri biraz daha geç atıp arabanın daha devirli gitmesini sağlıyordu ama ben sadece otomatik vitesten bile yeterince büyülenmiştim, sport mode benim için çok çok fazlaydı.

dedem dışarıdan çok asabi ve ailede herkesin çekindiği sert bir adamdı. sadece ben ve ablam onun üzerine zıplama, saçını çekme, izlediği kanalı değiştirme haklarına sahiptik. bize gıkı çıkmaz, sesini bile yükseltmezdi. gerçi ben yine de bir kaç kez sınırlarımı deneyip cevabımı almıştım. insan limitlerini bilmek istiyor.

dedemler bize çok yakın otururdu. ben de sık sık onlarda kalırdım. yine onlarda kaldığım bir günü hatırlıyorum. akşam üstüne doğru anneannem, dedem, ablam ve ben bir yerlere gideceğiz. ben her zamanki gibi on beş - yirmi dakika erken iniyorum aşağıya. dedem tüm bu araba mevzularından bihaber bu arada, hayatta anlatamazlar ona. benim tek başıma araba kullanmama izin verdiklerini duysa büyük olay çıkartır. neyse, aşağıya arabaya indikten sonra hemen arabayı çalıştırıp park edildiği yerden çıkartıyorum ve mahallede bir dikdörtgen çizerek dolaşmaya başlıyorum. anneannemlerin apartmanının önünden üç - dört kez geçiyorum. beşinci kez köşeyi döndüğümde dedemi sokağın ortasında (ütülü pantolonu, şık gömleği ve pantolon askısıyla) durmuş bana bakarken görüyorum. nedense o ana kadar dedem yakalarsa ne olur diye hiç düşünmemişim ama o anda büyük bir hata yaptığımı anlıyorum. sonrasında bir çok aile üyesinin (anneannem, annem, dayım, ablam) fırsat bulduklarında beni köşeye çekip sessizce sorduklarını hatırlıyorum: - deden seni öyle görünce ne dedi?

annemin swift'ini sattıktan sonra gidip yeni bir suzuki almamız hiç sürpriz olmadı. ama yine, benim için çok önemli bir "ilk" meydana gelmişti: dörtçeker bir araba almıştık. o kasa suzuki vitara'ları bazen hala yolda görüyorum, gerçekten çok kötüler. ama yüksekliği ve "cip" oluşu on üç yaşındaki bendenizi etkilemeye yetmişti.

o dönem çok başıma gelmeyen, büyük bir oranla, ablama değil de bana güvenememekten,  anne - babanın tatile gitme hadisesi yavaş yavaş filizlenmeye başladığında kapının önünde bu araba duruyordu. ben de gitmelerinden bir gün önce annemin çantasından arabasının anahtarını alıp (çalmak kulağımı tırmaladı), çilingirde çoğalttıktan sonra yerine koydum. halen alarm, immobilizer gibi güvenlik ekipmanlarının esamesi okunmadığından her şey çok kolaydı. annemler tatile gitti ve benim bir hafta boyunca kendi arabam oldu. o haftanın sonunda önemli bir sınavım olduğunu hatırlıyorum. on üç yaşımda, cebimde ehliyet değil para bile yokken kimseden habersiz arabayla dolaşmak, her ne kadar bilinçsiz ve "çocuk" olduğumu kanıtlasa da en azından sınav yüzünden duyduğum vicdan azabı sağduyu sahibi olduğumu ispatlamaya çalışıyor kenardan kenardan. muhtemelen aynı sınavdan iki - üç tane daha olacaktık ama bir hafta boyunca arabayla gezebilme fırsatını kaçırma lüksüne sahip değildim.

mercedes 200 e

o sınavdan çaktığım için değil ama başka dersler yüzünden hazırlıkta sınıfta kalma tehlikem doğmuştu. aşağı yukarı üç aydır bahsi geçen mercedes alma konusu babam için müthiş bir silah haline geldi. "- n'apalım, biz de almayız arabayı, sınıfta kalan oğlumuza bir de mükafat mı vereceğiz?" beni ifrit eden cümlenin anlamı değil, babamın bunu kendi aralarında konuşuyormuş numarasıyla (ama sesini yükselterek) anneme söylemesiydi. anne - babalar böyle şeyler yapmamalılar. kimse gerizekalı değil.

sonuçta ben sınıfı geçtim ve babam arabayı almaya karar verdi. suadiye'deki has otomotiv'e gidişimizi çok iyi hatırlıyorum. hazırda araba yoktu. seçtiğimiz opsiyonlarla (bir ilk daha: sunroof) beraber ısmarladık, babam gelmesinin ne kadar süreceğini sordu. adam altı - yedi hafta dedikten sonra beni göstererek: "bak bu bizi her hafta belki gelmiştir diye buraya getirtir, şimdiden söyleyeyim sonra ne laf anlamaz insan bunlar deme." dedi. gerçekten de öyle yaptım.

aslında arabalardan pek de anlamayan babamın doldurulması kolay on üç yaşındaki beynime yaptığı tacizler ile bunu dünyanın en kaliteli, en hızlı ve en sağlam arabası sandım bir - iki sene. galeriden çıkartmaya annemin arabasıyla gittiğimiz için, eve dönüş yolunda annem önde giderken (o zamanlar babamın bunu neden yaptığını hiç anlayamaz, hep annemi geçelim, çok yavaş gidiyor derdim.) arkada babam ve ben yalnızdık. bağdat caddesi'nde şu anda marks&spencer'ın olduğu ışıklara geldiğimizde babamın da en az benim kadar arabanın içinde kasım kasım kasıldığını fark ettim. yine bir yaz günüydü, hava çok sıcaktı ve yeni arabamızın sunroof'unu nedense açmayı beceremiyordum. aşırı neşeli, keyfi yerinde çocuklarda beliren saçmalamanın etkisiyle sorular soruyordum: "- adam garajdan çıkartırken arabanın bir tarafını sürtseydi ne olurdu baba? mercedes bize yeni bir araba mı gönderirdi? adam tamir masrafını kendi cebinden mi öderdi baba? vs..." babam mantıklı cevaplar vermeye calışmaktan vazgeçmişti.

mercedes 200 e iyi bir arabaydı gerçekten. gerçi 126 beygirdi; 2000 cc, 126 beygir motorun kimse yüzüne bakmaz bugün ama o zamanlar iyiydi işte. opel'den sonra gördüğüm klimaya sahip ikinci arabaydı ve bir artısı daha vardı: klima otomatikti. her yaz yapılan gelenekselleşmiş, tatil köyü tabanlı, anaakım aile tatillerimizden birini hatırlıyorum: babamın rezervasyon kültürü olmadığından her otelin önünde durup, resepsiyona oda var mı diye sormam için beni gönderirdi. işin en keyifli kısmı da fırın gibi sıcak dışarıdan mis gibi serinlikte arabanın içine atlamaktı. klimayı en çok o zaman sevmiştim. babam da arabayı çok sevmişti ki 99'a kadar yani yaklaşık altı yıl kullandı.

arabamızla ilgili bazı gerçeklerin farkına varmam ise şöyle oldu: aynı tatillerden birinden (muhtemelen bir sonraki sene) dönüyorduk. izmir civarlarında bir yokuştan aşağıya inerken babama ayağını gazdan çekmemesini söyleyip duruyordum ve yaklaşık 200 - 210 km/h hızla gidiyorduk. kendimizi çok hızlı sanarken bir anda yanımda (ben sağ arkada oturuyordum) yolda sekerek ilerleyen, bizi rahatlıkla geçen ve geçerken de bana bakıp gülümseyen 20-25 yaşlarında bir adamla kızarkadaşını gördüm. kırmızı bir peugeot 205 1.9 GTI idi. zamanının efsane arabası olduğundan haberim yoktu ama benim için efsaneye dönüşmüştü bile. o günden sonra arabalar hakkında düşündüklerim değişti. düzenli olarak araba dergileri alıp okumaya başladım. en pahalısının en hızlısı olmadığını öğrendim ilk önce. ve o gün, o peugeot'dan o kadar etkilenmiştim ki beş sene sonra ilk arabamı almak için izin kopardığımda hemen bir peugeot bayii'ne gidip bir 106 GTI aldim.

ünlü pazar sabah kahvaltıları için börek - çörek almaya arabayla gitmeme izin çıkmasıyla başladı tek başıma araba kullanışım. ve giderek daha uzun kuyruklar oluşmaya başladı pastanede. annemler de olayın farkındaydı haliyle ama iki taraf da lafını etmiyordu. sabahları erkenden gidip  fırından yeni çıkmış börek getiriyordum sonuçta, başka hiçbir şeyle ikna edemezlerdi beni, onların da işine geliyordu. bu pazar sabahı gezileri yavaş yavaş cumartesi öğleden sonralarına kaymaya başlayınca annemden yüksek sesli itirazlar geldi ama çok uzun süredir konuyla ilgili hiçbir problem çıkarmamış olmam lehimeydi. sonuçta, ne yanımda bir polisle dönmüştüm, ne beni karakollardan topladılar, ne de arabayı paramparça edip gelmiştim. sonraki dört senede hepsini ve daha fazlasını yaptım ama on dört yaşımda sabıka kaydım temizdi.

bir cumartesi öğleden sonrası beklenen oldu sonunda, erenköy'deki dörtyol ağzından karşıya geçerken arabanın biri ön yolcu kapısından içeri girmeye çalıştı. yanımdaki arkadaşıma bir şey olmadı allahtan. ehliyet almama daha dört sene olduğundan hiç durmadan kaçmaya başladım. yakalayamadı, eve dönüp arabayı park ettim, yukarı çıktım, arabaya adamın birinin hafifçe dokunduğunu söyledim. babam söylene söylene aşağı indi, üç dakika sonra yukarı çıktığında durmadan küfrediyordu ama en azından artık dayak yemiyordum, büyümüştüm biraz.

şimdi burada tüm bu hikayeye bir "s" vermek lazım. neden? çünkü tam bu noktada, birincil hobim, en çok keyif aldığım şey, içinde kendime başka anlamlar yarattığım mekanik yaratık, kendine yeni bir rakip edinmiş ve hatta bir çok kez bu rakiple beraber kolkola aynı platformda yürümek zorunda kalmıştı: kızlar.

kadınlarla olan ilişkilerimin başlangıcından ya da mihenk taşlarından falan bahsetmeyeceğim, yazının gidişatı itibarı ile yanlış olur; zaten biraz daha önce başlamıştı her şey, sadece kesişim kümelerini anlatacağım. ikisinin birbiriyle çakıştığı noktaları.

arabaların kızları çok etkilediği ve her şeyin daha kolaylaştığı önkabulüyle büyüdük biz. ben, okul ve mahalle arkadaşlarım. yani filmlerde de öyle izledik, sokakta anlatılan da buydu. benim kafama çok yatmamıştı aslında. bir kere, pratikte hiç böyle bir şeye şahit olmamış, görmemiştim. ikincisi, kafamda sorgulayıp duruyordum devamlı, kızlar neden bundan hoşlansındı ki? sonuç olarak eğer bir araba varsa benim arabamdı zaten, sana bunun faydası ne olabilirdi? her ne kadar sonrasında - kadınlar güçten hoşlanır, araba da gücün tüketim toplumumuza yansımış elemanlarından biridir - fikrine varsam da, çoğu zaman olduğu gibi yine ilk düşündüğüm şey doğru çıktı ve ben hiçbir zaman "araba" ile ilintili olarak o anlamda bir marjinal fayda sağlamadım. ya da sağladım ama farkında değilim.

demem o ki, yavaş yavaş yeşillenmeye başlayan ve başlangıcında sadece seksist bir gözlükle (diğer ergenlerin tersine. sonrasında ben değiştim ama etrafımdaki yetişkinlerin de değiştiğini fark ettim. yine ters yöndeydik.) bakılabilen karşı cins olgusu ile mevzubahis 200 e ancak iki yolla kaynaşabiliyorlardı. bunlardan birincisi çok basitti. arabanın camlarını indirip, içerde yüksek sesle "yabancı" müzik dinleyerek dolanmak. bu aklı bana kim vermişti, nerede görmüştüm, ne bekliyordum bilmiyorum ama gerçekten aklın yolu birmiş gibi dünyanın her tarafında bu yaşlarda (belki biraz daha sonrasında) yapılanları ben de içgüdüsel olarak yapıyordum. ama hiçbir şey olmuyordu, olacak gibi de gözükmüyordu. yine de bu işe bayağı bir mesai harcadım. mahallenin delisi diye konumlandırıldım muhtemelen. çünkü dolandığım rota oldukça dardı, sabrım sonsuzdu, inadım inattı, o yüzden de en fazla iki dakikada bir aynı noktadan geçiyordum herhalde.

ikinci yol biraz daha karmaşıktı. orta sona kadar kız - erkek ayrı okuduğumuzdan daha yeni edinmeye başladığım "kız" arkadaşlarıma arabayla bir yerlere gitmeyi teklif ediyordum. bazen yanlız, bazen dört - beş kişilik gruplar halinde dolanıyorduk. kafa karıştıran kısım ise birebir gezindiğimiz zamanlarda ortaya çıkıyordu. arkadaşım sadece, bu yaşında arabayla istediği yere gidebilme heyecanı yüzünden mi yan koltukta oturuyordu yoksa benden hoşlanıyor muydu? araba ile kızları tavlama hikayesi gerçek mi olmuştu, ben mi kendi kendime gelin güvey oluyordum? anlamlandıramadığım şeyler oluyordu, bir arkadaşım şöyle demişti: "araba kullanırken ne kadar çok etrafına bakıyorsun, gözün hep dışarda." bunu olumlu olarak alabilirsiniz. sizi kıskandığı için söylüyor olabilir. veya on beş yaşındaki kuşbeyninizle hiçbir şeyi anlamadığınız gibi bunu da yanlış anlamış olabilirsiniz. kız basit bir eleştiri yapmış da olabilir. o zamanlar durum öyleydi zaten, biri üstünüze de çıksa anlamaz, kondurmazdınız, diğer taraftan sizden silgi isteyen kıza - beni seviyor muamelesi yapardınız. bu ikilem çok uzun yıllarca devam etti.

mercedes e 200

yeni kasa koduyla sadece e harfi başa geçmemiş, yepyeni bir araba üretmişler, klasik çizgiden oldukça uzaklaşmışlardı. çift yuvarlak farlar ve içerdeki daha küçük, daha kibar düğmeler beni en çok şaşırtan değişikliklerdi. 99 yılında almıştık bu arabayı, depremden dolayı hatırlıyorum. 2000 cc ve 186 beygir ile o zamana kadar kullandığım en hızlı arabaydı. dışı gri, içi siyah deri. yol bilgisayarı ve xenon farlarla da bu arabada tanıştım. ve başımı gerçekten belaya bu arabayla sokmaya başladım.

bir gün karaköy'deki ofisten bu arabayla çıkmış, cebimde babamın anneme iletmem için verdiği yüklü sayılabilecek miktarda parayla karşıya geçiyordum, eve. sahrayıcedit taraflarında polis çevirdi. ehliyet falan yok tabii. tutturdu arabayı bağlayacağız, sen de yarın sabah mahkemeye çıkacaksın vesaire... alışkınım, daha evvel çok başıma gelmiş, hep bir şekilde kurtulmuşum. gerçekten hiç olmadıysa yirmi kere olmuş, çok sakinim o yüzden. ama bu sefer, cebimde duran paranın rahatlığıyla adama çok yüksek rakamlar telaffuz edince iş çığırından çıkıyor. adam kabul etmedikçe rakamı arttırıyorum, cebimde para çok nasolsa. e durum daha da kötüleşiyor her seferinde. sonuçta hırsız olduğuma kanaat getiriyorlar. bilenler bilir, sahrayıcedit'te altgeçitin karşısında polis karakolu vardır. sonuçta ne oluyor? annem geliyor, yetmiyor babam geliyor, zar zor çıkabiliyoruz. sonra kavga, kıyamet...

bu araba yüzünden bunun gibi üç beş kere daha aldılar beni karakoldan. o kadar bilinçsiz değiller, artık izin vermiyorlar ama ben kaçırıyorum arabayı. çoğu zaman da hiçbir şey farkettirmeden koyuyorum yerine. ama bazen yakalanıyorum işte. o zaman da bir telefon, hop babam karakolda. eve dönerken arabadaki ölüm sessizliği. sonra evde kavga kıyamet...

bir gün yanımda kız arkadaşım var diye, arabanın kıçıyla oynarken fazla kaçırıyorum, güüm sağdan gelen bir kartal'a vuruyoruz. ehliyet hala yok, yine kaçıyorum. yalnız bunlar öğleden sonra üç - dört sularında oluyor, akşam yedi gibi arabayı babama teslim edeceğim, yemeğe gideceğiz. arkadaşıma gidiyorum, oturup düşünüyoruz, yapacak hiçbir şey yok. zaman çok az. sağ önden vurmuşum, görmemesi için dua ederek onu sol taraftan almaya çalışıyorum. neyse, biniyor, bir şey fark etmemiş. hemen bir bahane uydurup yemeğe gelemeyeceğimi söylüyorum, atıyorum kendimi arabadan, eve gidiyorum. yarım saat sonra telefon: - oğlum bunun ön tamponuna ne olmuş, sağ far falan gitmiş?
- ne bileyim baba, evdeyim ben, bilgisayar oynuyorum.
sonuçta benim bir şey yapmadığıma ikna ediyorum, sonra geldiklerinde öğreniyorum ki babam valet'ye çok yüklenmiş, suçlamış, olay bayağı büyümüş. dayanamayıp ertesi gün itiraf ediyorum. annem - biliyorum, diyor. - anlamıştım zaten.