30 Aralık 2012 Pazar

fizik

bilinmeyenden korkmanın, en azından rahatsızlık duymanın, gerilmenin, tam karşıtı, çok iyi bilinen ve alışkın olunanın yanında duyulan güvense eğer, ben bunun en somut örneğini, hatta ilk ve tek örneğini öğrenciliğimde yaşadım:

bir fizik yazılısından 100 üzerinden 9 aldım ve sonraki sınavda yüksek bir not alamazsam eğer, sınıfta kalacaktım.
çok çalıştım, sınava girdim, yaklaşık 20 dakikada işimi bitirip çıktım ve 100 aldım. 
daha sınav salonuna girerken tarifsiz bir mutluluk, huzur ve güven hissettiğimi hatırlıyorum. ne hocayla göz göze gelmekten kaçınmak vardı, ne de arka sıralara oturma çabası. içimde en ufak bir korku da yoktu. sınava tutulduğum alana o kadar hakimdim ki, çoğu soruda istenmeyen cevapları dahi bulup yazdım, açıklamalar ekledim. 

bu bir daha hiç başıma gelmedi. bir daha hiçbir şeye bu kadar hakim olduğumu hatırlamıyorum. ama o hazzı bir kere daha tatmak için çaba gösterilir. bilmenin, çok iyi bilmenin verdiği mutluluk ve huzur. demek ki mutluluk çok çalışmaktan geliyor sevgili kardeşim, yani en azından ona giden yollardan biri bu. hangi üst makam, hangi merci bizi artık sıkı bir disipline sürüklenmek zorunda bırakabilir  bilmiyorum ama olur da denk gelirsem, yine yeni yeniden.

zorundalık


"benim hiçbir şey yapma zorunluluğum yok, sadece ölmek zorundayım!"

bu cümle, aslında muhteviyatına uygunsuz olarak, lisedeki almanca dersimizde, avusturyalı hocamız tarafından, fiil çekimleriyle ilgili hata yapan bir arkadaşımıza bağırarak söylenmişti. adam almanca'daki "müssen" (zorunda olmak) fiilinin yanlış kullanımına sinirlenmişti aslında; o fiil öyle her yerde kullanılmaz, demek istemişti. ve arkadaşımızın burnunun dibine kadar yaklaşıp, sadece ölmek zorundayım, başka bir zorunluluğum yok, diye bağırmıştı. çocuktuk, anlamamıştık.

yani "zorunda olmak" sadece tek bir senaryoda ihtiyaç duyacağımız bir kelime, o da ölmek. buna rağmen tek bir kelime bile değil, iki kelimelik bir deyim türetmişiz. sadece bir kere kullanabilmek için koskoca türkçe'ye iki kelimelik bir deyim daha eklemek. ne büyük israf.

20 Aralık 2012 Perşembe

the crying shames

sezen aksu'nun - git, gitme dur ne olursun, gitme kal yalan söyledim -inin tadında şarkı buldum. 1960'lardan.
better things diye bir filmin soundtrack'inde denk geldim.
ingilizcesi olmayan adama bile dinlet, oturup teyp karşısında rakı içsin, iç geçirsin.

the crying shames - please stay

3 Aralık 2012 Pazartesi

mr. nobody


hiçbir seçim yapmadığın sürece, her şey mümkündür.
pratikte işlemeyebilir ama sadece teorisi bile çok güzel değil mi?

bir seçim yaptığında, olabilecek en güzel şey, seçtiğinin doğru olmasıdır. ve başarıya ulaşması. ama seçim yapmazsan, her şey olabilir, tüm kapılar açık, hiçbir sınır yok.
peki seçim yapmamazlık, treni kaçırmaya sebep olabilir mi? hayır olamaz. gene tüm kapılar açık çünkü, bugün değil de yarın binersin (illa bineceksen).
yine de hayat felsefeniz yapmamalısınız sanki. sebep olmayayım. fikir güzel ama.

10 Kasım 2012 Cumartesi

şiir

atatürk yoktu
düşman çoktu
atatürk geldi
düşmanı yendi
bu güzel yurdu
bizlere verdi.

6 Kasım 2012 Salı

21 Ekim 2012 Pazar

neşeli hayat

eve sarhoş gelen yılmaz abi'ye karısı dırdır eder:

- içince halloluyo mu her şey?
- hallolmayınca içiliyo.

18 Ekim 2012 Perşembe

gene adalet

yeni baro başkanı ümit kocasakal'ın ateşli konuşma şekli, her ne kadar eskiden beri hoşuma gitse de, dün geceki enver aysever'in programında birçok soruda -mecburen- bel verdi, dimdik duramadı. neden mecburen? çünkü savunduğu şey doğru değil zaten. neden değil? çünkü basit anlatımla, dünyada adalet yok, dolayısıyla hukuk da farazi.
kck mahkemelerine de destek veriyor musunuz dendi, apo'nun avukatlarıyla görüştürülmemesi konusunda apo'nun tarafında mısınız dendi; her şeyde hukukun üstünlüğünü ve eşitliği savunan bir adama sorulan "güzel" sorulardı. o da bir insan evladı olduğu ve siyasi bir görüşü bulunduğu, bir taraf tuttuğu için, mecburen bel verdi, ateşli ateşli cevap veremedi.
bunun sebebi bence şu:
adalet aslında varolmayan, insanların sonradan icat ettiği bir şey. tekerlek gibi, elektrik gibi... ve varolmayan, sonradan icat edilen şeyi hayatınızın -her- alanına sokuşturmaya çalışırsanız, bir yerlerde sistem mutlaka hata veriyor. örneğin tekerleği hayatınızın her safhasında, her yerde kullanmaya çalışmıyorsunuz. çünkü tekerleğin kullanılabileceği ve kullanılamayacağı pozisyonlar var, duruma göre hareket ediyorsunuz. ama hukuğa gelince yoooook, adalet her zaman, her yerde olmalı diyorsunuz. halbuki hukuk da aynı tekerlek gibi, bazen kullanılamıyor, işe yaramıyor.

12 Ekim 2012 Cuma

suriye

suriye meselesi ile ilgili; ortaya çıktığı günden beri, sayıları diğerlerine nazaran az da olsa, "girelim, asalım, keselim" diyen bir güruh var. devletimizi, milletimizi aşağıladılar diyenler... bunların "savaş" hakkında ne bildiklerini, neyi nasıl hayal ettiklerini merak ediyorum. ben de savaş görüp geçirmedim, ama empati kurabiliyorum. savaşmayı ne zannediyorlar? adreslerine en azından birer savaş belgeseli ya da foto albümü göndermek lazım. en kötü, rahat koltuklarına oturup google'dan faydalansınlar. büyük imkan.

5 Ekim 2012 Cuma

kadın

fark ettim ki, kadın ağzından yazan erkek yazarlara tahammül edemiyorum. başta cezmi ersöz. kadını içselleştiren ve ağzından konuşan erkek, okurken midemi bulandırıyor. kıllı parmaklarıyla kadının hissettiği aşkı, hırsı vs. tarif ediyor; o sahne gözümün önüne geliyor, dayanamıyorum. 
sonra baktım, büyük yazarların hiçbiri o hataya düşmemiş, anca şimdiki zırtapozlar işte.

24 Eylül 2012 Pazartesi

kelebek camı

seksenlerin sonu doksanların başında patlak veren, arabalardan teyp çalma hususunda, neden hep kelebek camının kırıldığına bir anlam veremiyordum.
taa ki dün gece uyumadan evvel tekrar düşünene kadar. hırsızlar iyi kalpli miydi? zararı minimuma mı indirmek istiyorlardı? vicdanlarını böyle mi rahatlatıyorlardı? öyleyse bile, bu nasıl olup da türkiye'nin her yerinde ortak bir bilinç haline gelmişti de, bayburt'taki hırsız bile kelebek camını kırmayı tercih ediyordu? herkes birbiriyle haberleşiyor olamazdı. çocukken babama sorduğumda, onun bu cevabı verdiğini, hırsızların minimum zarar vermek için kelebek camını kırdıklarını söylediğini ve benim de nedense ikna olmadığımı, kafamda soru işareti olarak hep kaldığını hatırlıyorum. ama dün gece bir anda aklıma geldi, aslında çok basit: çünkü çok daha kolay kırılıyor kelebek camı. eşek kadar camı mı kırması kolay, kelebek camını mı? tabii ki kelebek.

20 Eylül 2012 Perşembe

demirci

- hocam bak toplamda 7.2 km korkuluk imalatı yapacan. artık galvanizleme de sana ait.
+ ama abi hakkaten kurtarmıyo. galvanizin sırf nakliyesi bile çok para abi.
- ya 130 ton imalat yapıcan, hala nakliyenin pazarlığını yapıyosun, ayıptır. bak bu da sözleşme, al, oku, imzala.
+ tamam abi.
- başka da problem yok?
+ yok abi.
- tamam, ne zaman başlıyosun şimdi sen işe?
+ abi herhalde çarşambayı bulur gibi.
- çarşamba mı? ne çarşambası, hemen yarın başlaman lazım. bir hafta daha kaybetmeyelim.
+ abi yarın bi ankaraya'ya gitmem lazım, işin ne kadar süreceği de tam belli değil.
- ne işi bu ya? daha ne işin var, verdik işte sana işi.
+ yok abi hacettepe hastanesi'ne gidicem.
- ne hastanesi, n'apıcan hastanede?
+ benim oğlana ilik nakli yapılması lazımmış abi.
- ne?
+ kanser benim oğlan da, doktor ilik nakli şart diyo.
- kaç yaşında oğlun?
+ yedi aylık abi.

19 Eylül 2012 Çarşamba

the great gatsby

filmi geliyor muymuş gelmiş miymiş, dedikodularından hatırlayıp aldığım bu kitabı müthiş yavan buldum. yüzbinlerce aşk hikayesinden sıyrılmasına anlam veremedim. ne anlatıcı carraway'i ne de gatsby'i anlatılmaya değer bulmadım. gatsby'nin aşkının ne tarifi, ne de sürekliliği beni hiç etkileyemedi.benjamin button'ın tuhaf hikayesi'ni de bu fitzgerald yazmış. bana sorsan beş para etmez.

12 Eylül 2012 Çarşamba

deprem

biraz evvel, içinde 17 ağustos depreminden de bahseden bir belgesel buldum ve uzun süredir televizyon ekranında izlediğim en samimi görüntüye denk geldim. enkaz altında kalmış fakat vücudunun bir kısmı açıkça görülebilen gençten bir adam, acıdan yüzünü buruşturup, yakınındaki kurtarma ekiplerine bağırıyordu:
"abi, elinizde bir şey varsa lütfen beni vurun. gözünüzü seveyim vurun beni, dayanamıyorum."

21 Ağustos 2012 Salı

adalet - hak - hukuk


marmara'nın dağlık ve çok fakir bir köyünden geçiyorum arabayla. gördüğüm tek bir kare, yıllardır moralim bozulduğunda kendimi toparlamama yardımcı olur:

köy o kadar fakir ki, değil yol, arabanın ilerleyebileceği azami genişlik dahi yok evlerin arasında. direksiyon başında oflaya puflaya ilerliyorum. her an bir yere sürtebilirim korkusuyla etrafa bakamıyorum pek. sonra sağdaki sıvasız ev dikkatimi çekiyor. çünkü önünde çıplak bir çocuk oturuyor. eve yaklaşıyoruz. sıvasız evin önündeki çıplak beton avluda oturan çıplak, bir çocuk değil, 35-40 yaşlarında bir adam. gülümsüyor ve ağzının kenarından salyası akıyor. tamamen çıplak değil elbette, altında beyaz yetişkin bezlerinden var. biz geçerken hala bakarak gülümsüyor, akli dengesinin yerinde olmadığı her halinden belli olan adam.

adamın kendini geçtim, onun anasının çektiği nedir arkadaş? "adalet" dünya dillerindeki en karşılıksız kelime olabilir.

29 Temmuz 2012 Pazar

değirmen'in önsözünden


şiir ve hikayelerim arasında, yazmış olmaktan utanacağım kadar kötüleri olduğunu biliyorum. bunların bir kısmının çocuk denecek yaşta yazılmış olmaları bence bir mazeret değildir; çünkü bu çeşit bir yazıyı bugün herhangi bir imzanın üstünde görsem, sahibini ıslah olmaz bir zevksizlik ve tam istidatsızlıkla suçlandırmakta tereddüt etmem. bunların, benim san'at hayatımın gelişmesini göstermesi bakımından, sadece kendim için bir ehemmiyeti vardır ki, bu da onları başkalarına okutmak için bir sebep olamaz.

buna rağmen bu yeni baskıdan onları çıkaramadım. çünkü, bir kere okuyucu önüne sermiş olduğum taraflarımı sonradan örtbas etmeye hakkım olmadığı kanaatindeyim; ama böylece belki de eski bir hatayı devam ettirmekten başka bir şey yapmıyorum.

iyiyi kötüden ayırmak külfetini okuyucuya bıraktığım için özür dilerim.

- sabahattin ali

7 Haziran 2012 Perşembe

eylemler feci faydasızdır

benim bedenim benim kararım'cılara katılmıyorum.

eğer kadından çocuk yapmaya karar verdiysem, eğer o kadar ileri gittiysek, o artık senin değil benim bedenim. keza benimki de senin.

he bir de ayşe arman var diye katılmıyorum.

31 Mayıs 2012 Perşembe

thy emekçileri

en az sekiz - dokuz senedir söylüyorum, devlet memuru grev ya-pa-maz.
300 küsür thy çalışanını işten çıkartmışlar, çıkartırlar tabii.

onlar da insan, işçiler yapabilirken onlar niye yapmasın, onlar ne şartlarda geçinmeye çalışıyorlar biliyor musun, devlet bütçesinden genelkurmay'a aktardığının onda birini akta... diyenler olacaktır. üzülmeyin, bu sizi geri zekalı yapmaz.

peki evinize hırsız girdiğinde karakola koşup polisin greve çıktığını görmek, hastaneye gittiğinizde keza, hadi örnekleri çok istisnai seçmeyelim, nüfus müdürlüğünden nüfus kağıdı sureti almak istediğinizde alamamak, toplu taşımayı kullanamamak, tüm bunların sık sık tekrarlanması sadece gündelik hayatımızı rezil etmez. bence daha önemli bir sorun yaratır:

o zaman biz neden vergi ödüyoruz?
maaşlı - maaşsız çalışan herkes devlete kazandığının önemli bir payını veriyor. ne için veriyor? öncelikle can güvenliği. sağlık, eğitim, huzur ve düzen için veriyor. en lazım olduğu zaman devlet orda yoksa ben neden hayatım boyunca bu saçmalığa para ödeyeyim? ve grev yapıldığı gün, mutlaka birileri için en lazım olduğu gündür.
biz bir grup arkadaş toplanmışız ve yaşımız küçük olduğundan, bizden hem yaşça hem de bedenen büyük birine bizi kollaması için her ay para ödüyoruz. ama lazım olduğunda abimiz ortadan kayboluyor. ben arkamı yaslamak isterim. sorunlarımı çözmesini isterim. 24 saat ulaşılabilir ve yardıma hazır olduğunu düşünmek isterim. devlet kavramı budur. ve devlet bu yüzden tatile çıkamaz.

memur adam sendika - toplu sözleşme haklarını kullansın, hükümetle pazarlık yapsın, tamam. ama grev olmaz. işini aksatmak, ben bugün yokum demek olmaz.

21 Mayıs 2012 Pazartesi

artı 18

bazı filmler gibi kitaplar da 18'den küçüklere yasaklanmalı. niye yok bu? bence filmlerden daha tehlikeliler. misal;

1- neredeyse rus yazarların tamamı. belki sadece nabokov'a izin verilebilir. o da rus'tan sayılmaz zaten.
2- steinbeck. steinbeck'in tüm kitaplarını 13-16 arası okudum, hiçbir şey anlamadım. sadece kafam karıştı. sonraları tekrardan okumak zorunda kaldım. bazılarına da üşendim, yazık oldu.
3- oğuz atay.
4- nietzsche. okusa da anlamaz gerçi, daha az tehlikeli o yüzden.
5- albert camus. en tehlikelisi olabilir. çok basitçe, tane tane anlatıyor çünkü.

aklıma geldikçe ekleyebilirim. peki 18'den evvel mutlaka okunması gerekenler?

1- kessssinlikle edmondo de amicis - çocuk kalbi. mutlaka.
2- ömer seyfettin'in tüm hikayeleri
3- küçük kemancı. (eleanor h. porter'miş)
4- enid blyton'ın tüm kitapları.
5- oliver twist
6- tarzan. (beni çok etkilemişti, bilemiyorum)

polis

yaşlandığımı alışveriş sepetimden de anlayabiliriz.
artık sadece kola, makarna ve çikolata yok. meyve var, türlü türlü sebze var, tahıllı ekmek var, lavabo aç bile var. hiç şeker-çikolata yok.
artık torbaları yerleştirirken yoğurdu en üste koymak var, poşetleri içeriklerine göre ayırmak var, torba taşıtmak ve taşıyan elemana bozuk para ayırmak var.

ve fakat araba?
araba yerinde yok. elinde poşetlerle sokağın ortasında kalmak var.
işte o anda "içimdeki çocuk" tekrar dışarı çıkar.

26 Nisan 2012 Perşembe

pulp

14-15 temmuz'da efes one love ile istanbul'a geliyor.
efes one love da santralistanbul'da olacakmış.
ben daha ne diyeyim?

18 Nisan 2012 Çarşamba

rahat

tüm sosyal medya araçlarında, arabesk temelli ünlülerin yanına sokulup zorla çektirdiği fotoğrafları yayınlayan, altına da ironik mesaj eklemeyi ihmal etmeyen tanıdıklarım var. sayıları az değil. onlara çok gülüyorum. çok komikler. o mesajla (sanki fotoğraf tek başına yetmezmiş gibi) olaya kattıkları mizaha bakılırsa çok da zekiler. kendileriyle dalga geçmeyi de biliyorlar, mütevaziliğin bir göstergesidir. ruhlarında serserilik ve fırlamalık da olmalı, utanmadan çekinmeden koskoca ünlülerin yanlarına gidip konuşabiliyorlar. rahat yapıda, hiç kasılmayan, içlerinden geldiği gibi yaşayan, "an"ı yaşamaktan haz duyan insanlar. özgüvenleri eksiksiz, tüm arkadaşlarının görebildiği yere öyle bir fotoğraf koymak? kolay değil. keşke daha çok 'rahat' arkadaşım olsa.

17 Nisan 2012 Salı

geyşa

"bir geyşa'nın hayatı" belgeselini izliyorum.
bembeyaz suratlı kadınların üstün iradelerinden, karakterlerinin güçlülüğünden, erkek dünyasını mest edişlerinden uzuun uzun bahsederek başlıyor. çok mistik ve radikal bir etnik grubu anlatıyor. olayın kendi örgüsü içindeki kurallar çok katı, tavize yer verilmiyor. kadının erkeğini memnun edebilmek için çekmeyeceği cefa yok, gıkını çıkarmıyor. diye sunuluyor bize. özellikle altı çizilen de geyşaların fahişe olmadıkları, pek de açıkça izah edil(e)meyen yüce bir amaca(?) hizmet ettikleri.

birebir geyşalarla röportajları ve gündelik hayatlarından görüntüleri izleyince işe uyanıyorsun. o iş -hiç de öyle değil- kardeşim. kadınların yaptıkları iş orospuluktan hallice, en nihayetinde insanlar; bazen sıkılıyor, bazen yoruluyor veya müşteri seçiyorlar. iş, sonunda gelip sekse bağlanıyor. olay basit, erkeklerin para karşılığında kadın satın alması. buraya yüklenen tüm ulvi, tarihi, sosyolojik, hatta milliyetçi sebeplerin hepsi yalan, hepsi gerçeğin üzerine örtülmüş ince bir tül.

insan doğasına aykırı tüm vakalar yaldızlı kağıtlarda sunulur ama yalandır. buna çok rastlarım. tüm hikayeyi tek bir sokakla özetleyebiliriz aslında. hayat kendi oturduğun sokakta nasılsa, makro ölçekte de aynısı. güney afrika'da da, tayland'da da, arjantin'de de. kıskançlık, hırs, şehvet, nezaket, iyilik, oburluk, bir sokakta ne kadar görülüyorsa ters enlemdeki bir ülkede de o kadar görülecektir. gelenek ve töre farkları görmezden gelinebilir çünkü her ikisi de insan doğasına aykırı olamaz.

12 Nisan 2012 Perşembe

madde mi ağır mana mı?

öyle bir şehirde yaşıyoruz ki, bazen işe arabasız geldiğimde, öğleden sonra arabamın olmadığını hatırlayınca, seviniyorum. arabam yok diye seviniyorum.

---

savrulurken raconun kırmızı pelerini o zarif öfkeye,
zaman ki sana hasta olmuş, incelikli haytasın,
raksederken mahallenin maaşallahı, eyvallahı...
güzelleş be oğlum,
şimdilik,
ölümüne kadar hayattasın.

(bkz: ağır roman)

yusuf atılgan

adam boş adam değil belli ama 70-80 kitap evvel okuyaymışım daha çok etkilenirmişim, biraz yavan kaldı. fakat şöyle şeyleri de var:

"... çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. sinemadan çıkmış insan. gördüğü film ona bir şeyler yapmış. salt çıkarını düşünen kişi değil. insanlarla barışık. onun büyük işler yapacağı umulur. ama beş-on dakikada ölüyor. sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.
saatine baktı. dörtbuçuğa beş vardı. 'eve gidip okusam.' durağa yürüdü. 'bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. kocaman sinemalar yapmalı. bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. iyi bir film görsünler. sokağa hep birden çıksınlar.' kafasından geçene güldü. duraktakiler dönüp baktılar. kadının biri kaşlarını çattı. sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu. 'ne adamlar be. güldüysem güldüm, size ne?' duramadı orda, yürüdü. eve gitmeyecek. içindeki 'sinemadan çıkmış kişi'yi öldürdüler. sağ kalan sıkıntılı, kızgın..."

"... temmuz 23'ün yanına yalnız iki kelime yazılmıştı: 'onu seviyorum.' buna da inanmadı. yalan! beni sevseydin o günün 23 temmuz olduğunu bilmezdin..."

peki her şeye karşı olan, akşam evine torbayla dönen adamlarla "eli fileliler" diye dalga geçen bu adamın iki kez evlenmiş, bir çocuk sahibi olması?

4 Nisan 2012 Çarşamba

human planet

hala kabile hayatı yaşayan, okla, mızrakla avlanan insanların hayatlarını bizlere gösteren bbc'nin bu belgeselinin çekimleri sırasında hiçbir yerli, kameranın ne olduğunu, "filme alma"nın ne anlama geldiğini, sonradan izleyebilmenin nasıl mümkün olabildiğini sormuyor mu? kendi kendine veya açıktan belgeselcilere?
eğer ki soruyorsa, o zaman ben burda ne yapıyorum lan hala okla, mızrakla, demiyor mu?
sormuyorsa, o coğrafyadakilerin hala mağarada uyumasını gamsızlıkla, umursamazlıkla sebeplendirebilir miyiz? ben internetten vidyo izlerken onun çubuklarla ateş yakmasını sadece coğrafi zorluklara bağlayamayız. adamlar gamsız.

ayın kitabı: yusuf atılgan - aylak adam
anayurt oteli'nden çok daha iyi.

27 Mart 2012 Salı

yazdan kalma

havalar ısındı.
bundan 19,5 - 20 sene evvel şimdi, dedemlerin kumburgaz'daki balkonunda üzerimde nemli slip mayoyla acele acele mantı yiyordum.
anneannem balkonun taşlarını az önce yıkadığından ayaklarım nemli taşlara değiyor, ferahlık veriyordu.
daha diyet kola çıkmamıştı, kırmızı etiketli kolanın cam şişesi sıcaktan hafif buğulanmıştı. kısa süre önceden beri, istediğim kadar içebiliyordum.
dedem çaprazımda okuma gözlükleriyle gazete okuyor, arada anneannemden çay, sigara veya meyve istemek için içeri doğru sesleniyordu. dalgındı, benimle konuşmuyordu.
balkon demirlerinin arasından sıkıştırılarak geçirilmiş mavi branda güneşten solmuştu.
branda tarafından ufka baktığımda güneşte parlayan denizi ve üzerindeki kırmızı-beyaz simitleri görüyor, çocukların bağırışlarını duyuyordum.
anneannem önüme soyulmuş buz gibi şeftali ve elma koyup zorla yememde ısrar ediyordu.
bundan 20 sene evvel şu anda, arkadaşım sokağın ucuna gelmiş, yolu uzatmamak için sokağa girmeden, ismimi bağırarak beni çağırıyordu.
hafif kumlu ve tozlu ayaklarımda kenarları yırtılmaya yüz tutmuş terliklerim hazır duruyordu.
meyveleri yarım bırakarak güneşten solmuş havlumu da alıp ok gibi dışarı fırlıyordum. anneannem arkamdan yemeğe geç kalma diye bağırıyordu.
ama benim aklımda dün, bu akşam ya da yarın değil sadece o an vardı.

kolay çözümler

öğle yemeğinde üzerime bir şey dökebilirim, normaldir.
sulu yemeklerde çataldan tabağa geri düşen parça kolaylıkla gömleğe damla sıçratabilir. sonrasında üzerine tuz dökmek, ıslak mendille silmek, garsondan kolonya istemek nafiledir. çözüm getirmez. ne yapmak lazım?

kasten daha çok sıçratmalı, gömleğimizi bariz olarak yemek damlacıklarıyla kirletmeliyiz.
böylece karşımızdakinin kafasında herhangi bir soru işareti bırakmaz, üstümüzü az evvelki öğle yemeğinde kirlettiğimizi ve yapacak hiçbir şeyimizin olmadığını açıkça ispatlamış oluruz. açıklık, netlik - her zaman - soru işaretlerine yeğdir.

26 Mart 2012 Pazartesi

santim santim

galiba eşitsizlik ölçü birimleriyle başladı.
bir şeyin diğerine eşit olmadığını anlayabilmek için önce ölçebilmen lazım. metre, kilo, ve aslında hepsinden daha evvel icat edilen, "para".
ölçmeye başladıktan sonra sınıflandırma, konumlandırma, değerlendirme ve eşitsizlik geldi.
acaba ölçüm öncesi çağlarda hayat nasıldı?

7 Mart 2012 Çarşamba

hayrunnisa

kılıçdaroğlu'nun tutuklu gazetecilerle ilgili avrupa'nın çeşitli ülkelerinde eleştirel konuşmasına tepki gösteren başbakan, "şimdiye kadar çok muhalefet, çok siyasetçi gördük ama kendi ülkesini avrupa'ya şikayet edene ilk defa rastlıyoruz" dedi.

bundan çok değil, 6-7 sene evvel, şu anki cumhurbaşkanımızın eşinin türkiye cumhuriyeti devleti'ni türbanla ilgili avrupa insan hakları mahkemesi'ne şikayet ettiğini, kocasının cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasından sonra şikayetinden vazgeçtiğini hatırlatmak isterim. buna cevaben, ben siyasetçi dedim, siyasetçinin eşi ifadesi kullanmadım demek çok kaypakça olacaktır.

dünya klasikleri

dünya klasiklerinden birini okumanın dezavantajı nedir?
hatta dezavantajı avantajından daha büyüktür, evet. niye? çünkü avantajının etki alanı keyifli vakit geçirmekle sınırlı. ve zihnine daha çok fikir eklenmesi belki.
dezavantajı ise, insan ruhunun o kadar iyi betimlenmesi ki, kendini özel hissetmekten vazgeçmek. içinde kendine ayırıp, bana dair dediklerini adamın birinin iki yüz sene evvel de hissetmekle kalmayıp yazarak tane tane izah etmesine şahit olmak. kendini bant üretimi fabrikasyon bir ürün gibi hissetmek. sonrası nihilizm. şimdi ben tuna kiremitçi okumayayım da ne yapayım?

3 Mart 2012 Cumartesi

kirpinin zarafeti

daha yeni bitti. utançla itiraf ediyorum, bitti ve ardından suç ve ceza'yı 31. yaşımda okumaya başladım. ama şimdi kirpinin zarafeti'nden ne anladık onu konuşalım. kitabın konusu, karakterleri vs. google'dan iki saniyede bulunabilir, onlara girmeden direk özüne dalıyorum:

hayatın anlamsız olduğu doğrudur, evet. ama bu anlamsızlık bizi mutsuzluğa itmemeli, zira mutluluk ile anlamın illa aynı karede olması gerekmiyor. hayat küçük küçük mutluluklardan oluşan büyük bir pastadır, pastaya mümkün olduğunca çok parmak atmaya çalışmalısın. bunu da en kolay sanat yoluyla yapabilirsin.
olmadı, kişisel gelişim kitabı önsözüne benzedi.

diyor ki; mesela ben arabalardan keyif alıyorum. yolda yürürken çok merak ettiğim bir arabayı görüyorum, tam da sevdiğim açıdan, istediğim yakınlıkta. o an seviniyorum, mutlu oluyorum. işte budur, daha fazlası değil, al bunu koy cebine, ikincisi için devam et diyor. çok gözünde büyütme.
veya iki kişinin ortak zevklerde birleşmesi. illa karşı cins olmasına gerek yok. zaten kitap boyunca sanırım arkadaşlıktan aşktan bahsettiğinden daha çok bahsediyor. iki kişinin aynı filmi izlerken aynı yoğunlukta keyif alması. bunun gibi ufak tefek mutlulukların toplamıdır diyor. yani bu kadar sığ izah etmiyor tabii, bu benim anladığımı ifade edemeyişim. başka şeyler de diyor, mesela:

"... işin kolayı hep bulunur. gerçi ben bu yolu seçmekten hep tiksinmişimdir. benim çocuğum yok, televizyon seyretmem, tanrıya inanmam. insanlar hayatlarının daha kolay olması için bu patikaları seçerler. çocuklar, kişinin kendisiyle yüzleşme acılı görevini ertelemesine yardım eder, torunlar da bunu sürdürür. televizyon, boş hayatlarımızın hiçliğinden yola çıkarak projeler inşa etmek gibi bitkin düşürücü bir zorunluluktan bizi uzaklaştırır, gözleri aldatarak, ruhu duyunun büyük işinden kurtarır. tanrı ise, memeli soyumuzdan gelen kaygılarımızı yatıştırır, zevklerimizin günün birinde son bulacağı yönündeki dayanılmaz kesinliğe dayanma gücü verir. dolayısıyla, ne gelecek, ne soy sop varken, saçmalığın kozmik bilincini sersemleştirecek piksellerim yokken, sonun kesinliği ve boşluğun öngörüsü içindeyken, kolaycılık yolunu seçmediğimi sanırım söyleyebilirim."

diyor.
herman hesse diye alman bir şair vardı. lisede şiirlerini okuturlardı bize. o da vaktiyle şöyle demiş:

...yaşam konusunda bir fikrin vardı; içinde bir inanç, bir beklenti yaşıyordu; eylemlere, acılara ve özverilere hazırdın. ama yavaş yavaş anladın ki, dünya hiç de senden eylemlerde ve özverilerde bulunmanı istemiyor; yaşam, kahraman rollerine ve benzeri şeylere yer veren bir kahramanlık destanı değil, insanların yiyip içmeler, kahve yudumlamalar, örgü örmeler, iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evidir.

daha fazla adam bulayım mı? bunlardan çok var.

1 Mart 2012 Perşembe

bir zamanlar anadolu'da

mü-kem-mel bir film.
sinemada bir, dvd'de dört olmak üzere toplam beş kez izledim. dün kamera arkası ve röportajlarını da izledim bonus cd'den.
açık ara şimdiye kadar çekilmiş en iyi türk filmi.
her saniyesi gerçekçi, her saniyesi küçük anadolu kasabasının tam içinden olmasına rağmen neden monoton değil ve nasıl seni ikibuçuk saat ekrana kilitliyor? çünkü o kasabada ancak iki ay kalsan gözüne çarpacak komik, hüzünlü, ilginç, merak uyandırıcı detayları uç uca ekleyerek bir filme sığdırıyor. sadece ikibuçuk saatte yüzlerce detaya boğuluyorsun, her biri seni ayrı mutlu ediyor. [bkz: kirpinin zarafeti]
tek izah edemediğim cannes'da bu filmden ne anladıkları. anadolu kasabalısını bilmeyene hiçbir şey ifade etmemeli bu film, edemez. yılmaz erdoğan'ın kamera arkasında dediği gibi, hayatın başrol vermediği insanlara başrol verilen bir film bu.

19 Şubat 2012 Pazar

süregit

en en en iyi kitap veya filmde bile kahramanın hayatının bizim baktığımız kesitte büyük değişiklikler geçirmesi sizi de rahatsız etmiyor mu?
adam son 20 yıldır evinden çıkmıyordur fakat bu küçük kızla tanışınca...
kadınla adam 17 senedir ayrı yaşıyor ve telefonla bile konuşmuyorlardır ama john babasını aradığında...
raskolnikov bir alkoliktir ve 15 yıldır aynı iş yerinde tamamen aynı işleri yapmaktadır fakat o akşam...

gibi.
ben de biliyorum, monoton kısmı uzun süre izah ederlerse çok monoton ve zevksiz olur ama bizim de hep aksiyona denk gelmemiz aynı şekilde monoton değil mi?

16 Şubat 2012 Perşembe

habertürk

link'e tıklayınca n'oluyo abicim? 10 kuruştan 10.000 kişi tıklayınca 1.000 lira alıyorsun olay bu mudur?
bu ne menem bir rezalettir, nasıl bir çizgisizliktir arkadaş deli oluyorum. internetten de gazete okumayalım mı artık? bir link'e tıklatmak için daha ne kadar köpekleşeceksiniz?
allah belanızı versin.
haber başlığına bak. sonra da içeriğine. yemin ederim böyle olduğunu bilerek tıkladım. aferin, sağ köşedeki puma reklamından 2.500 lira daha kazandınız. omurgasız herifler. gazetecilik anlayışını siktiğimin sürüngenleri.

11 Şubat 2012 Cumartesi

dur

bugün fark ettim ki, bir topluluk içinde bulunmana rağmen hiçbir şey yapmadan ve hatta konuşmadan oturabildiğin sadece tek bir örnek vardır: ailen. arkadaşınla, akrabanla, beraber çalıştığın insanlarla aynı dört duvarın içindeysen, hiç bir şey yapmasan en azından sohbet edersin. bir-iki kelam konuşursun. ama ailede öyle mi? değil. hemen bir çocukluk anıma dönelim:

bir haftaiçi akşamüstüsü. okuldan gelmişim, salonda oturuyorum, kitap okuyorum. annem mutfakta, yemek hazırlarken tencerenin kenarına kaşıkla çat çat vurma sesi geliyor. (annemin bunu, yani yemek hazırlamayı senelerce, 4 kişi için, her akşam, hiç sorgulamadan - şikayet etmeden yapması ayrı bir kompozisyon konusu. bu nasıl bir sorumluluktur?) ablam odasında ders çalışıyor. babam da yanımda, televizyonda haberleri izliyor. vatandaşlık derslerinde bahsedilen standart bir apartmandaki standart bir çekirdek aileyiz.

fakat o anı bir gizli kameraya kaydetmiş olsan ve şimdi izleyebilsek, çok garip bir ortam var aslında. evde çıt yok. kimse konuşmuyor. kimse bir iş de yapmıyor. sadece öylece duruyoruz.
garipliğin sebebi, evde bir kavga ya da huzursuzluk olmamış. aksine huzur var. alışılagelmişin verdiği bilindik, tanıdık bir huzur. konuşmana gerek yok. sadece oturuyorsun, kendi meşgalenle uğraşıyorsun, kafanda kim bilir neler var. annem ne düşünüyor mesela? arkadaşın olsa mutlaka konuşacaksın. en azından kumandayı ver diyeceksin. bir - iki espri yapacaksın. ama aile öyle değil. sadece dursan da kimse dürtmüyor.

9 Şubat 2012 Perşembe

dursunbey

balıkesir'in dursunbey ilçesi 8. noterine işim düştüğünde olabilecekleri az çok tahmin etmeme rağmen, aynı filmi tekrar tekrar izleyip her seferinde üzülme kafasını yaşadım. (bkz: vizontele tuuba)

her şeyden evvel, noter sobayla ısınıyor.
içeri girdiğimde bankonun arkasında gençten bir çocukla ellili yaşlarda bir amcayı görüyorum. amcanın orospu çocuğu olduğundan daha haberim yok.
yerler parke görünümlü plastikle kaplı. duvarda askeriye yemekhanelerindeki ünlü fotoğraf var, iki çocuk yırtık pırtık kıyafetlerle selam veriyorlar. yanında da takvim.

ben evraklarımı verip beklemeye başlıyorum. içeri 90 yaşlarında, zor yürüyen bir nineyle muhtemel torunu giriyor. her ikisinde de tepeden tırnağa köylü üniforması var. torun, ninesinin gazi maaşını bankadan çekebilmek için, okuma-yazma'sının olmadığını noterden ispatlamak istiyor. amcanın annesinin cinsel yönden gevşek olduğuna uyandığım anlar buralar. tersliyor, git sonra gel diyor. şahit bul getir diyor, düpedüz zorluk çıkarıyor. kahramanca atlayıp ben olurum diyorum. orospu çocuğu şaşkın, torun şaşkın, ninenin zaten dünyadan haberi yok. işlemi yapıyorlar, nine parmak izi verdikten ve torun mahcupça teşekkür ettikten sonra gidiyorlar. dikkat ederseniz ben hala bekliyorum.

bu sefer bir kamyonet satışı için üç adam giriyor içeri. biri hacı, diğeri en fazla 20 yaşında, öbürü de orta yaşlı bir çiftçi. gerçi hepsi çiftçi zaten. üstlerinden anlıyorsun ki, bunlar da fakirlikten ölüyor. hacının ayağındaki mest eskimekten yırtılmak üzere. 20'lik delikanlının üzerindeki hırkada delik var. bankoya yanaşıyorlar, amca arabanın plakasını sisteme girince vergi borcu olduğu anlaşılıyor ve bu şekilde satışın yapılamayacağını söylüyor keyifle. hacı çember sakalını okşaya okşaya allah allaah diyor sürekli, sonra neden bilmiyorum ama koltuklara oturup muhabbete başlıyorlar. neyi bekledikleri meçhul.

içeri adamın biriyle yaşlı bir teyze daha giriyor. bu saatten sonra fakirlik tasvirini bir kenara bırakıyorum. konuyu anladınız. yine bir okuma yazma mevzusu ve bankadan emekli maaşı çekme hikayesi var. adam muhtemel çok saf, aynı zamanda biraz zeka geriliği söz konusu. şahit lazım olunca arkasını dönerek, yüzünde bir gülümsemeyle (zeka geriliğine verdiğim) hacı amcaya soruyor. kabul etmiyor kimse. kalkıyorum, dursunbey'de hiç tanımadığım bir ninenin daha okumadığına şahit oluyorum. o gün şahit olduklarımın yanında önemsiz.

şimdiye kadar bahsettiklerimin açık ara en fakiri giriyor içeri. 80 yaşlarında bir amca, arkasından da zor yürüyen karısı. anlamadığım bir belge talep ediyorlar noterden. orospu evladı yine tersliyor. sonunda bilgisayardan bir şeyler yazıp nineye uzatıyor, nine göğsünden çıkardığı damgayı imza niyetine evraka basıyor. artık prosedürü öğrendim, çünkü ninenin okuma-yazma'sı yok ve devlet bu insanlara noter yoluyla kendilerine özgü birer damga veriyor. borcun yirmi beş lira amca diyor bankonun arkasındaki genç olan. yirmi beş lira mı? yirmi beş lira amca. elini iç cebine atışından yirmi beş lirası olmadığı belli, kurcalıyor, kırmızı, özenle katlanmış bir on lira koyuyor masanın üstüne. kahramanımızı yine görev çağırıyor. kalkıp parayı veriyorum. amcanın on lirasını da elinin içine sıkıştırıyorum. tahmin ettiğim gibi teşekkür filan etmiyor. sadece garip bir ifadeyle yüzüme bakıp kafasını çeviriyor. karısını çekiştire çekiştire kapıya doğru götürüyor. ben hala bekliyorum.

öğlen vakti noterin yanındaki "lokanta"ya giriyorum. çorba, salata, ıspanak ve pilav üstü kuru yiyorum, acıkmışım. garson hesabı bir kağıda yazıp önüme bırakıyor, dokuz lira.

geri döndüğümde evraklarım hazır. kamyonetçiler hala muhabbette. alıp bir an evvel çıkmak istiyorum artık burdan. ama yook, orospu çocuğu şunları fotokopi çektireceksin deyip elime bir şeyler tutuşturuyor. fotokopici muhtemelen günde 26 rekat namaz kılıyor. dükkanda windows media player'dan hadisler dinleniyor. duvarda arapça yazılmış duaların yanında, toplam 5 yerde, çeşitli ebat ve fontlarla veresiye verilmez yazılmış. ne çekmişsin veresiyeden diyorum, abi sorma 20 milyar alacağım var tek kuruş alamıyorum, 4-5 yere daha astıydım ama onları kaldırdım, diye cevap veriyor.

deliyi kendi haline bırakıp notere döndüğümde borcumu ödeyip dışarı fırlıyorum. arabamın koltuğu tanıdık, direksiyon tanıdık, her şey alıştığım gibi beni bekliyor. oh mis gibi. bir cd koyup yoluma devam ediyorum.

18 Ocak 2012 Çarşamba

o da ne?

çok iyi araba kullanırım.
bu yeteneğimle şu retro-klasik hollywood mizanseni neden yaşanmasın:

öyle bir ortamdayız ki herkes piste çıkıp yarışıyor, aynı arabayla belli bir tur zamanı yapmaya çalışıyorlar, ben de tesadüfen ordan geçiyorum. [ring kenarından geçen boksör, satranç tahtasının yanından geçen dahi, matematik sınıfına yanlışlıkla giren will hunting gibi...] gözüme takılıyor, yanlarına gidip "şu son virajı apex'e tam yapışmadan dönmelisiniz" diyorum. herkes bana dönüyor, bazıları gülüyor, biri "sen de kimsin ha, ayrton senna mı yoksa hahaha" diye bayat bir espri yapıyor, gülerken etrafındakileri de gülüyorlar mı diye kontrol ediyor. bense sessizim, sakinliğimi koruyor, mütevaziliğimle izleyicilerden puan topluyorum.
"isterseniz ne demek istediğimi gösterebilirim."
bu söylediğim önce tepki topluyor, kalabalığı bir uğultu sarıyor, bazıları gülüşüyorlar. ben gene çok ciddiyim. yavaş yavaş uğultu diniyor.
"hey chris izin ver de göstersin çocuk, ha? hahaha"

chris gülümseyerek bana doğru kapıyı açıyor, "haydi atla bakalım dostum."
ben birinin elinden kaskı alıp takıyorum, arabaya binerken ayağım kapıya takılıyor, tökezliyorum, herkes kıkırdıyor (ortamda çok güzel kızlar var). motoru çalıştırıyorum, yavaş yavaş bir tur atıyorum (pisti öğrenmem lazım). insanlar tam sıkılmış ve arkalarını dönüp kendi aralarında konuşmaya başlamışken bir anda carrr caarrrr lastik sesleri gelmeye başlıyor. arkalarını dönüyorlar, ben virajları maksimumda, müthiş bir hızla alarak ilerliyorum. herkesin ağzı açık. son virajı da başarıyla döndükten sonra yanlarına gelip horultulu motoru durduruyorum. sessizlik.
arabadan inip çıkardığım kaskı çocuğa iade ediyorum ve arkamı dönüp yürüyerek uzaklaşıyorum. biri beni gözüyle takip edip dönerken elindeki kahveyi döküyor "ohh fuck!"

yetenekliyim, niye böyle şeyler başıma gelmiyor? küçük çapta benzer hikayeler oldu ama tatmin etmedi beni. daha elit kesime hitap eden, daha alengirli senaryolarda rol almak istiyorum.

12 Ocak 2012 Perşembe

kategorize

bir kadının normal olup olmadığını sorgulamaya - eğer ki - ailesinden başlayacaksak, aile babasının en sık gittiği restoranlar önemli bir referans noktasıdır.
baba standart kebapçı ya da balıkçı dışında hiçbir yere gitmiyorsa, bizdendir, candır.
yok eğer ailecek veya tek başına, arkadaşlarıyla,  sunset'e, iş çıkışı biber'e gidiyorsa bil ki orda sıkıntı vardır. biz böyle gördük, öyle büyüdük.

7 Ocak 2012 Cumartesi

saatsiz

manitayla anlaşıp, kendi aranızda hiç saat kullanmamak?

gündelik hayatta ve diğerleriyle olan ilişkilerinde imkansız, ama manitayla birebir ilişkinde saat dilimlerine uymamak, kullanmamak, olabilir mi?

sabah, öğle, akşamlarla zaman belirlemek, güneşin ilişki üzerindeki etkisinin artması ve çok değil, 400-450 yıl öncesi gibi yaşamaya gayret göstermek.
peki niye?
birbirinin hayatının içine girmeyi, çok daha detaylı tanımayı, alışkanlıkları bilmeyi zorunlu hale getirecektir. tahammülsüzlüğü ortadan kaldırmada yardımcı olacak, çok uzun sürebilecek bekleyişler sonucunda sabrı öğretecek ve bekleyişin bitiminde halen orda olunmasıyla güven verecektir.
gitgide mekanikleşen hayatının bir kesiminde, kesin plan-programlardan bağımsız hareket edebilme kabiliyetini geliştirecek, ağzına bir tutam daha özgürlük ilüzyonu çalabilecektir.
zamanının öngörülmüş dilimlerini ona ayırmak yerine, öngörülmemiş ve neticede mecburen daha büyük bir kısmını ayırmana çanak tutacaktır. belki fiziksel olarak değil, ama sonuçta bekleyerek daha çok zamanını ayırmış olacaksın. ona belli bir saat vermemek, bir söz de vermemek anlamına gelir ve verilmemiş söz tutulmamazlık edilemez. tutulamayan söz adedinde yoğun bir düşüşe sebep olacaktır.
güneşin çocukları çiftine şimdiden mutluluklar dilerim.

4 Ocak 2012 Çarşamba

nfk

pek bilmem, hiç şiirini okumadım, okuduysam da onun olduğunu bilmeden okumuşumdur. ama ilginçtir, aynı gün içinde iki cümlesine denk geldim, yolda gördüğüm ilk kitapçıdan alacağım "tüm şiirleri"ni.

bir insan en çok kimin yanında susuyorsa, aslında en çok onunla konuşmak istiyordur.

aldığımız nefesi bile geri veriyorsak, hiçbir şey bizim değil.


n. fazıl kısakürek
[aslında bu ikisi farklı şiirlerin dizeleri, ama alt alta da fena durmadı.]

aynı günün akşamı annem aldığı bir kitabı gösteriyor, uçakta mı ne okuyacakmış, 50 büyük mutluluk sebebi midir, küçük şeylerle mutlu olma mıdır, öyle saçççma sapan bir kitap. anne dedim gözünü seveyim, bu nedir dedim ya. (kolpaçino vurgusuyla.)