30 Haziran 2009 Salı

yağmur

benim patron büyük adam cidden. geçen pazar ziyaretine gittim, bahçede oturup bir yandan çay içerken yine aynı konu üzerinde debeleniyoruz.
evlenmek lazım, çok geç olmadan çoluk çocuk sahibi olmak lazım, aile kurmak insanın hayatına başarı ve düzen getirir gibi doğruluğu bir baba çerçevesinden bakıldığında su götürmeyen öğütleri teslim alırken bir yandan başımı sallıyorum. ezberlemişim çünkü artık, şaşırtmıyor beni söyledikleri. şaşırtmak değil, üzerinde düşündürtmüyor bile. aynanın karşısına geçip bir kelimeyi devamlı tekrarladığında anlamını yitirmesine benziyor. evet diyorum haklısın. kafamı aşağı yukarı sallayarak dinlerken aslında omzunun arkasındaki leylandilere bakıyorum. çok uzamışlar bir senede diye düşünüyorum, geçen sene arkalarındaki ev gözüküyordu, şimdi tamamen kapatmışlar, doğal bir duvar oluşmuş. patronun karısı geliyor çayı tazelemeye, yanında börek ısıtıp getirmiş. o da başlıyor bir akrabanın bebeğini anlatmaya. çok tatlıymış, büyük adam gibi karşına geçip laf anlatıyormuş, zor yürüyormuş. o sırada yaz yağmuru başlıyor bir anda, çok hızlı şakır şakır yağıyor. bebek hikayeleri devam ederken eve nasıl döneceğimi düşünüyorum, motorla gelmişim çünkü. yağmur dinecek ama yollar sırılsıklam olacak.
patronun karısı kiraz yıkayıp getiriyor buzdolabından çıkartıp soğuk soğuk. yirmi sekiz yıldır annem. ne yiyeceğimi iyi biliyor.
ama artık devir değişti savunmalarına giriyorum kenardan kenardan. illa evlenmek zorunda değilim, hem bütün dünya bireyselleşiyor falan. sonra sözüm kesiliyor:
hayatın ne kadar boş olursa o kadar ağır olur, taşıyamazsın.
bilmiyorum anonim mi, bir yerde mi okudu, tamamen kendi mi uydurdu ama yağmur, eve dönüş, ıslanmak, hepsi kayboluyor bir anda zihnimden. gene mat olduk be baba n'aptın? bir değil iki değil üç değil. yapacak hamle bırakmadın bize. acımadı ki acımadı ki kalıbından çıkma bir cevap veriyorum gereksiz.
artık devir değişti'ye hep verdiği klasik cevabı da yineliyor: 2.000 - 2.100 yıl önce bir yunan filozofu demişmiş, "yeni nesil çok bozuldu."
müsaademi isteyip kalkıyorum, yağmur dinmiş, hava çok güzel kokuyor.
motora atlıyorum, eve giderken yolu biraz uzatıyorum. beşiktaş'a kadar inip tekrar yukarı çıkarken düşünüyorum:
bir adamın elinden alınabilecek en değerli şeyi özgürlüğüdür.
ve özgürlüğünün sınırlarını herkes kendi belirler. bazılarının alanı elli metrekaredir, bazısı sığamaz on dönüm yer ister.
bence en iyisi on dönümlük bahçen varken, yan komşun, on dönümlük bahçenin sahibesiyle beraber, geniş geniş yaşamaktır.

24 Haziran 2009 Çarşamba

joker

en son vatan gazetesinde yazan yiğit bulut diye bir kardeşimiz vardı.
en büyük politikacıdan bile daha popülist, popülizm ne gerektiriyorsa o olan, yanına bir de delikanlı ağzı ekleyen bir kardeşimizdi.
ab'ye giydirir, abd'ye giydirir, imf zaten can düşmanı, önüne kimi koysanız bitirim ayaklarında tartışan, bu esnada da suratından o joker gülümseyişini hiç çıkartmayan bu antipatik kardeşimiz, bir de öğrendik ki habertürk'e geçmiş.
fatih altaylı abi'si çağırmış, bu da iki etmemiş, transfer olmuş. aynı çatı altında birken iki oldular şimdi.

geçende bir televizyon programına çıkan bu kardeşimiz, en az kendisi kadar olan nazlı ılıcak'la ve doğan medyasından tufan türenç'le tartışmış, izleyemedim evde değildim ama gazeteden takip ediyorum.
özetle şunu demeye getirmiş, ben istediğim gibi yazamıyordum, ertuğrul özkök beni devamlı sansürlüyordu falan filan.
eminim sansürleniyordun evet, mutlaka istediğin gibi yazamıyordun ona bir şey demiyorum. özkök'ü de günahım kadar sevmem.

ama günün sonunda baktığımız zaman, dürüst değilsin be kardeşim. inandırıcı değilsin. madem bu kadar delikanlı adamsın, ab temsilcilerine bile canlı yayında gider yapıyorsun, rasmussen'e ekrandan küfrediyorsun, niye beş yıldan fazla zamandır aydın doğan'ın çatısı altında çalışıyorsun? sana beş yıldır kimse karışmıyordu da son hafta sansürlediler, o yüzden mi çıktın? ben eminim, daha çok verdiler o yüzden çıktın.
bana bunlarla gelmeyin arkadaşım.
bir kere sen ekonomiyi, ekonomik terimleri halk ağzıyla anlatmaya devam et bak, onu iyi yapıyorsun. ama ikincisini ben demedim, thomas jefferson demiş:
bütün insanları bir süre için kandırabilirsiniz, bir bölüm insanı her zaman kandırabilirsiniz, ama bütün insanları sürekli kandıramazsınız.

23 Haziran 2009 Salı

yemek

akşam ortaköy'de yemek yerken bizimkine çok yakın yan masaya iki kadın gelip oturdu.
biz bu arada koyu bir muhabbet içerisindeyiz, işten girip genel çerçevede hayattan çıkıyoruz, sonunda haliyle ilişkilere bağlıyoruz ama yan masa o kadar yakınımızda ki istesen de istemesen de kulak misafiri oluyorsun, öyle bir oturma pozisyonumuz var. bir yandan şarap içiyoruz, muhteşem bir manzaramız var, yemekler de çok güzel fakat tüm bunlar yine de sağı solu gözlemlememize engel teşkil etmiyorlar.
mevzubahis hanım ablalar, ki bir tanesinin karnı burnundaydı, iskemlelerine oturdukları andan itibaren hiç duraksamadan, bir yandan garsona sipariş verirken bile hız kesmeden birbirlerine kocalarının dedikodularını yapmaya başladılar. işte benimki böyle, yok benimki daha kötü, vallahi bizimki rezalet falan, filmlerden de aşinayız ama asıl kafaya takılan şu ki her ikisi de bundan büyük keyif alıyorlardı, yemin ederim.

bir kere şunu açıklığa kavuşturalım, bu kadınlara mahsus bir vaka.
"bu" derken dedikoduyu kastetmiyorum, dedikoduyu sadece kadın karakterine iliştirmiyorum, erkekler de yapıyor, yaptılar, yapacaklar, ben de yapıyorum. fakat burdaki aksiyon (tüm olay oturma pozisyonunda geçse de aşağıdaki maddelerden rahatlıkla bir aksiyon yaratılabilir) dedikodudan şöyle ayrılır:

1- dedikoduda da psikolojik bir rahatlamadan söz edilir evet ama burda her iki taraf da masadan kalktıklarında oturdukları andakinden üç kat daha mutluydular, gülümseyerek yürüyorlardı ki bence bu hastalıklı bir durum.
2- dedikoduyu genellikle ikinci ya da üçüncü orbitaldaki arkadaşların hakkında yapar ve onların bazı hareketlerini kötülemekten içten içe zevk duyarsın. bizim sahnedekiler can yoldaşları, en yakın arkadaşları olması gereken adamlardan bahsediyorlardı. sen onları yerden yere vuruyorsan seni kim kötülesin, toplumda artık nerdeyse tek bir birey olarak anımsandığınızın farkında değil misin?
3- dedikodu karşındakini tartarak başlar, karşındakinden nasıl bir tepki alacağını bilemediğinden son söyleyeceğini gerçekten sona saklarsın. her an bir çizgi çekilip ordan daha ileriye gitmene izin verilmeyebilir ve sen biraz erken davranıp o çizgiyi çoktan geçmişsen, orda tek başına armut gibi kalırsın. burda öyle bir problem yok tabii, sonuçta olayın en yakın şahidi sensin, kimse senin önüne çizgi çekemez, en fazla sen çekersin, bunun rahatlığıyla koyver makarayı gitsin. adamcağızı sonuna kadar maymun et masada, bırak git.

biz bunu yapmıyoruz emin olabilirsiniz. biz bu konuda çok daha karakterli davranıyoruz. ne olursa olsun, hiç bir zaman kız arkadaşımızı başkasına bu kadar açmıyoruz. icabında sırtımızı yasladığımız duvarı açıp alenen millete afişe etmiyoruz.

18 Haziran 2009 Perşembe

dört

18 yaşımda ilk arabamı aldığımda, yani babam aldığında, çok hızlıymış gibi gelmişti. gerçi öyleydi de. 1.600 cc, 120 beygir ve sadece 950 kg'dı. daha sonra çok daha hızlı arabalar da kullandım.
ama iki hafta önce aldığım honda 600 rr, 120 beygir.
ve üstünde ben yokken ağırlığı 178 kg.
üzerinde gazı sonuna kadar sıkmak nasıl bir his anlatamam.
için geçiyor ama bırakamıyorsun. sıkmaya devam ediyorsun.
otobanda önün biraz açılıyor diyelim, öndeki araba sağa geçer ve onun önündeki de çok uzaktadır ya.
öyle bir pozisyonda mesela, 140 km/h benzeri bir hızla ilerlerken biraz hızlanayım deyip gazı sıkıyorsun, dört saniye sonra (gerçekten dört saniye sonra) kadrana baktığında 240 km/h'i görüyorsun. olacak iş değil.
üstelik bu keyfi vermesi için (ikinci el alırsan) 16 - 19 bin tl ödemen yeterli oluyor.
muadili bir araba almak istersen 130 bin euro'yu gözden çıkarman gerekir sanırım.
bu resmen insanlığa sunulmuş bir hizmet.
bu hizmetten faydalanalım, herkesi faydalandıralım.

17 Haziran 2009 Çarşamba

roxy music

roxy music diye bir grup keşfettim. 1970'lerde ve 80'lerin başlarında çok ünlülermiş. tabii ki ingilizler.
if there is something diye bir şarkıları var, ilk onunla başladım.
diğer albümleri de güzel ama benim bir numaram hala o.
1972'de çıkarmışlar ilk albümlerini, albümün adı da roxy music'miş. bahsettiğim şarkı da bu albümde. yani kaç yaşında oluyor, 37.
indirin, dinleyin tavsiye ederim.
çok garip başlıyor böyle country gibi, ne alaka diyorsun ama 1.39'dan sonra bambaşka bir şarkı oluyor.
bryan ferry aniden devreye giriyor (ben ilk dinlediğimde sesini anthony and the johnsons'ın vokalistine benzettim, sonra freddy mercury dedim) ve anlayamıyorsun ne dediğini, anlaşılmıyor. internetten sözlerine bakınca biraz hayalkırıklığına uğradım gerçi, çok arabesk ama olsun. adamın sesi çok güzel, melodi çok iyi.
2.02 ve 2.42 arasındaki (asıl merak edilen) sözleri yapıştırayım, ayrıca siz de uğraşmayın (dinlerken aynı anda okumanızı tavsiye etmem):

I would do anything for you
I would climb mountains
I would swim all the oceans blue
I would walk a thousand miles
Reveal my secrets
More than enough for me to share
I would put roses round our door
Sit in the garden
Growing potatoes by the score


adamlar 2001'de tekrar toparlanmışlar ve hatta bir albüm çıkarmışlar ama sonrasında izlerini kaybediyoruz.

16 Haziran 2009 Salı

yalandan

her annenin bilinçaltında oğlunun biraz serseri ve çapkın olmasını dilediği bir bölüm vardır. kızları peşinden koşturan, sevilen bir tip olmasını isterler ve bunu zaman zaman üstü kapalı vurgularlar. ama serseri derken, tadında tabii.
onların istedikleri daha çok, oğullarının "yere bakan yürek yakan" sıfatında olmasıdır, çünkü nihayetinde kendileri de birer kadındırlar ve o sıfatın bir adım fazlasının ne anlama geldiğini bilirler.
yalancı, sözünde durmayan, birkaç kişiyi aynı anda idare eden bir oğul istemezler ama durduğu yerde ilgi gören oğullarıyla gurur duyarlar. duymalılar da, ama çoğu zaman çocuklarını yanlış tanıdıklarına şahit olmuşumdur.
bazen denk gelir, annemin arkadaşı, dayımın bilmemnesi, uzaktan bir tanıdığın, oğlundan bahsettiği ortamlarda bulunmuşumdur. bahsettiği oğullarını tanıdığım örneklerde, tezatlıklara gülümsediğim çok olmuştur. genellikle lise çağlarında:

- serap hanım bıktım bu oğlanın telefonlarından. zır zır zır, kapattıracam valla. ne buluyo bu kızlar da bu kadar anlatacak anlamadım ki. ders de çalışamıyo çocuk.

diye yalandan yakınmalar en sık rastlanılanlardır. en azından hala ev telefonları kullanılırken öyleydi. şimdi nasıl bir bahane bulurlar bilmem.
ben bizim valideyi bile yakaladım bir kere böyle anlatırken, hatırlıyorum. halbuki ben şahidim, öyle bir şey yok. bizim çocuklar arardı, onlarla konuşurduk. yarın teneffüste uzun eşek oynayalım falan. saçma sapan planlar.

özellikle veli görüşme günleri. orda bir kızın annesinden oğlu hakkında övgü duymuş annenin hali başkadır. ağzı kulaklarında gelir eve. anlatamazsın da bunları söyleyenin sümüklü kızın teki olduğunu.

- "çok efendi" çocuk dedi senin için, çok seviyolarmış seni.
- görmediler bile beni doğru düzgün. sen de her şeye hemen inanıyon.
- yok öyle uzaktan anlamış kadın demek ki. belli zeki kadın. gel de bi öpiim oğlumu.
- off anne hadi ya. (sinirli ergen genç)

erkek çocuk annesi olmak da ilginç hikaye demek ki. oedipus kompleksi falan da giriyor ya devreye. oğlan annesine, annesi oğlana aşık.
sonra bunlar dönüp dolaşıp kaynana oluyorlar işte.

12 Haziran 2009 Cuma

sibel

telefonla pazarlama - satış, telemarketing midir nedir onlar çıktı şimdi de. yani vardı da bu aralar hız kazandı, daha ucuz diye midir nedir...
marketing'in zaten her türlüsüne fikren ve zikren en geniş parantezde karşıyım ama bu adamı iyice çileden çıkartıyor.
swissotel ve bilumum oteller, spor salonları, sigorta şirketleri ve bankalar bunların en önde gidenleri, bayrak tutanları. en alakasız zamanda ararlar: iyi günler ozan bey'le mi görüşüyorum, evet buyrun benim:
- merhaba ben x'den arıyorum ismim sibel, nasılsınız?

burada başlıyor eziyet. artık anlıyorsun ki önündeki beş dakika boyunca kadın car car konuşacak, ne desen telefonu kapatmayacak, öne sürdüğün sebep ve sonuçları saçmasapan cevaplarla savuşturacak ve daha fazla prim alabilmek için sana gerekirse sahneye çıkıp hamlet'i oynayacak.
bunlar nasıl yasaklanmıyor anlamıyorum.
özel hayatıma tecavüz var bir kere. şerefsiz gsm operatörüm numaramı birilerine satmış, o da suç. tüm bunlar göz göre göre yapılsın kimse sesini çıkartmasın, biz şehirlerarası yolda doksanı geçtik diye maymun gibi filmimizi çekip cezayı evimize yollasınlar. sonra adalet mülkün temelidir.

- ozan bey, beni yanlış anladınız, bu teklifimiz sadece sizin gibi özel ve kalburüstü müşterilerimiz için geçerli, yoksa normal bir müşterimiz olsa ıvır zıvır kıvır cart curt...

ya kardeşim ben sizin otelin resepsiyonunu bile görmedim, yolunu bilmem, nerden özel müşteriniz oluyorum?
ayrıca siz global, dünyada beş bin şubeli bir şirketsiniz, hala neyine bu özel ilgi ayakları, mahallenin manavı tripleri?
demek ki hala bir hatun arayıp iki güzel cümle kurdu mu tamam diyen, kredi kartını veren zübükler var ki bu sistem işliyor, çark dönüyor. memleketimde hala bunlara prim veren sığır bitmiyor.

gerçi amerika bunun hastası. en çok onlar seviyor.
friday's garsonları var ya yavşak, sipariş alırken çömelen, al onları amerika'daki bütün cafe'lere barlara, restaurant'lara koy bir kere. satış temsilcileri yerine de koy. on-line help merkezlerine de yerleştir. ve herkes çok memnun halinden. - hi guys, how are you today diye konuya girdin mi tamam kralsın.

- sibel hanım tamam anlıyorum da sonuçta siz tüm bunları daha çok kazanmak için yapmıyor musunuz, yani bana lütfen muhteşem avantajlardan, olmayacak indirimlerden bahsetmeyin, inandırıcı bulmuyorum ve telefonu kapatmak istiyorum artık.
- (sessizlik)

n'oldu? sibel n'oldu? önündeki listede yok mu bunun cevabı ablacım?

9 Haziran 2009 Salı

durum hikayesi

şimdi konuya girerken dikkat etmek lazım, biraz tehlikeli zira. yanlış anlaşılmaya çok müsait.
ilk kez buluşmaya gittiğim kadınlar ve arabalar hakkında.
uzun zamandır, yaklaşık 21 yaşımdan beri standart dışı arabalar kullanıyorum. yollarda nadir görülen, spor arabalar.
bilen bilir, arabalara ve motorlara meraklıyım, ailem de karşı çıkmıyordu sağolsunlar, kullanabildim.
böyle ertuğrul özkök girizgahı oldu biraz. önce karşı argümana da prim ver, sonra giydir.

yani demek istediğim pahalı arabalara biniyorum, bana saygı göstereceksin çıkarması yapmayın aşağıda okuyacaklarınızdan. bir durum tespiti bu sadece. sait faik abasıyanık misali "durum hikayesi".

neyse, uzatmayalım; ilk kez tanıştığım biriyle buluşacağız diyelim. arabayla evinden, okulundan veya işinden almaya gidiyorum. muhtemelen yemek yiyeceğiz vesaire...
bu pozisyonda farklı tepkiler veren iki tip kadın var: bir, - aaa ne güzel arabaymış, senin mi kadınları; iki - merhaba n'aber, nereye gidiyoruz kadınları.
yani standart olmayan durumu vurgulayanlar ve her şey normalmiş gibi devam edenler.

tabii ki birinci kümeyi çok daha samimi buluyorum. sonuçta ortada pek de normal olmayan bir durum var. en azından beklemediğin bir durum. pek tahmin falan da edemezsin ilk tanıştığımız günden hareketle. e beklemediğin bir sürpriz karşısında tepki göstermek de çok insancıl bir hareket. daha samimi, daha sıcak. ve kesinlikle çok daha dürüst. dürüst ol canımı ye. uzun ilişkiler yaşadığım kadınların bu tepkiyi vermiş olmaları şans değil bence.

ikinci kümeyi biraz daha detaylı incelemek gerekiyor ama. bunlar da kendi içlerinde ikiye ayrılıyorlar. ilk grup gerçekten hiç bir şey olmamış gibi kapıyı açıp binen tiyatrocular. bunlar büyük ihtimalle on saniye içinde konuşmaya başlayıp bir daha da susmazlar. çeneye vurur, o şekilde amorte etmeye çalışırlar. yalana meyillidirler, boş konuşurlar, çok parfüm sıkarlar.
diğerleri ise şaşkınlıktan ve belki ilk anki utançlarından bir şey söyleyemeyenler. onların normale dönmeleri beş - on dakika sürer. sonra açılırlar, konuşmaya başlarlar ama ilk geldiklerinde ağızlarını bıçak açmaz. ne oldu, gelmeden önce kötü bir şey mi oldu diye sorarsın, mantıklı bir cevap akıllarına gelmez, yok önemli değil annemle tartıştık, kardeşimle tartıştık gibi bahaneler uydururlar. ilk gruba göre daha sempatik oldukları kesindir.

aaa ne güzel arabaymış senin mi kadınları komplekssizdirler.
nereye gidelim'e somut cevaplar verirler. farketmez, diğer kümenin tercihidir daha çok.
ilk buluşmaya normalden daha muhafazakar kıyafetlerle gelirler, sizi bütün gece tartarlar, fark edersiniz.

çok sık rastlanmayan bir küme daha vardır aslında. - çok rahatım, aklıma geleni söylerim, kimseyi pek takmam, çılgınım kadınları. onlar da arabaya ilk bindiklerinde ne güzel arabaymış derler. ama onlardan bahsetmeye gerek duymuyorum. ikinci kümeden bile daha kötüdürler, değmezler.

8 Haziran 2009 Pazartesi

aferin

özgürlükçülük çerçevesinde saçmalayan kadınlarımıza benden bir sitem daha:
kadın bir köşeyazarını okudum bugün, sibel kekilli'nin porno filmiyle ilgili, bedeni ve zihniyle ne kadar barışık olduğundan bahsediyordu.
eleştirilere de hiç kulak asmamış, bildiği yolda yürümüş, aferinmiş ona. hak bildiğin yoldan dönmeyeceksin geyikleri...
ne diyeyim ki şimdi ben buna, neresinden başlayayım?
okudum ve bunun hakkında bir şeyler yazayım dedim. önce yazar, sonra sibel kekilli hakkında. yani uzun uzun anlatayım, içimi dökeyim dedim. sonra yazıyı bir kez daha okudum, tam bir ucundan tutacaktım ki, aklıma 1960 olaylarından sonraki gün (turan emeksiz'in öldürülmesi) çetin altan'ın köşesindeki yazı geldi, bir cümleydi:
"bugün canım yazı yazmak istemiyor."

4 Haziran 2009 Perşembe

memur

devlet dairelerine hastayım.
bu aralar çok işim düşüyor ilçe belediyelerine, sgk'ya, büyükşehir belediyesi'ne, tapu müdürlüklerine...
giriyorum içeri, mutluyum, huzurluyum, işimi halledip çıkacağım hemen ama yok, olmuyor. illa sana da ruhsuzluk, mutsuzluk aşılayacaklar. seni de o toz kokusunun karıştığı çay ocağı parfümüne alıştıracaklar.
süklüm püklüm, ayaklarını sürüyerek dosya çıkartmaya gidiyorlar, dosyayı çektiklerinde çıkan tozu sekiz - on yıllık gömleklerinden silkeliyorlar, yavaş yavaş hareket edip masalarına dönerken kayışının derisi sıyrılmış saatlerine bakıyorlar ve suratına bile bakmadan cevabı sadece fısıldıyorlar. kızamıyorsun da, öyle bir haldeler ki bir şey söyleyemiyorsun. bu sefer başlıyorsun hallerine üzülmeye. bir soru daha soracaksın çekiniyorsun, terslerler diye değil, üzüntünden. adam öyle bir halde ki, sanki bir soru daha sorsan olduğu yere yığılıp kalacak, son yumruğu sen vurmuş olacaksın. cidden üzülüyorum bu adamlara, kadınlara.
bir de suratına bakmadan sordukları trajikomik soruları var:

- n'apıcaksın o belgeyi?

sana ne güzel kardeşim, sana ne ruhsuz memurum, sorarken o kadar sıkılıyorsun ki zaten, cevabımı bile dinlemiyorsun, sana ne? gidip hazine müsteşarlığı'na versem ne fark eder senin için, muhtara versem ne farkeder? sen ver bana istediğimi, daha fazla karşında dikilmek istemiyorum, bir yerlerden verilme eşantiyon hesap makineni, ajandanı, kalemlerini görmek istemiyorum. hele yanında çocuğun varsa ona aptal aptal sırıtmak hiç istemiyorum.

- ne iş yapıyon sen?

her şeyden evvel ne bu samimiyet? ne bu özgüven diyeceğim ama sebebin o değil biliyorum. arada bir olağandışı bir şey isteyen bir vatandaş geldi mi; hayatına bir saniyelik de olsa renk, heyecan katıyorum onun da farkındayım ama ben senin ne iş yaptığını biliyorum diye senin de illa benimkini öğrenmen gerekmiyor ki. ödeşmemiz şart değil.

- bunun taahütnamesini hazırladın mı sen bi' kere? (sırıtarak)

yukarıda yazdıklarım senin için geçerli değil bey amca, hanım teyze. sen su katılmamış şerefsizsin, sana hiç üzülmüyorum, daha kötüsünü de hak ediyorsun. işimin olmaması ne kadar hoşuna gidecek biliyorum, uğraşmayacaksın böylece ama kötü haber amcacım, taahütnamesini de hazırladım, harcını da yatırdım, al bu da makbuzu.

yalnız ne olursa olsun memura bulaşmayacaksın arkadaş. ben onu öğrendim. düğmesi altı aydan başlar derler ya, dolaylı yoldan doğru. yoluna o kadar rahat taş koyarlar ki, çıldırır, saçını başını yolarsın, hiç bir şey yapamazsın. kadın senden bir evrak ister, fizana gitsen bulamazsın. o yüzden; tabii efendim, peki efendim, hemen hallederim efendim. memurum benim. canım.

1 Haziran 2009 Pazartesi

sınıf sınıf

birilerine bir şeyler verirken (hediye olur, öğüt olur, fikir olur) en çok dikkat edilmesi gereken konulardan biri, bireysel anlamda sınıflandırmaktır ya. kategorize etmek de diyebiliriz. herkes farkında olmasa bile, bilir bunu aslında. yani birine gidip parfüm almak mı daha iyidir, karakterinde öne çıkan çıkıntının altını çizen bir hediye vermek mi? bizim için kişiselleştirilmiş şeyler daha çok hoşumuza gider, açık ve net. pazarlamacılar, toptancılar, turizmciler, perakendeciler, marketing'ciler ve hatta spam mail yazarları bile bunu uygulamıyor mu? bir yerlerden bulup "hi ozan!" diye başlıyorlar mail'e, "do you want to satisfy your woman?" bunları yapabilmek için de kategorize ediyorlar insanları. cinsiyetlerine göre, yaşlarına, gelir durumlarına göre demografiyi kullanıyorlar. mümkün olduğunca küçük sınıflara ayırmaya çalışıyorlar ki hepsini anlayabilsinler, hepsine ulaşılabilsin. sonunda birebir kalacaklar herhalde, herkese tek tek ulaşacaklar. o ne ister, neye ihtiyacı vardır, ne satabiliriz diye bu sefer de ihtiyaçlarını kategorize etmeye başlayacaklar belki. bu futuristik bilimkurguya nerden ulaştım, şurdan:

bilim de en başından beri aynı şeyi yapıyor. kategorize ediyor. bu yeşil yosun, bu eklembacaklı, bu asal sayı, bu katı madde, diğeri sıvı...
her şeyi, herkesi bir sınıfa tıkıştırmaya çalışıyor. uçamayan kuş var mesela, ikiye bölünen asal sayı, oda sıcaklığında likit olan metal var. illa bir yerlere sokuşturuyorlar kavramları. sonrasında bunların üzerlerine basarak ilerliyorlar gerçi, günahlarını almayayım. yapmasalar çay bile içemezdik şimdi. bilimi sonuna kadar savunuyorum, o ayrı. ben bir benzerliği vurgulamak istiyorum sadece.

yani bilim de soyut ve somutları sınıflandırıyor, kategorize ediyor. matematik, fizik, biyoloji, kimya, hepsi... hepsi bunu yapıyor. öte yandan bakınca insanlar da bundan çok hoşlanıyor. kişisel ilgi alaka görsünler, bayılıyorlar. eee yani nereye varmaya çalışıyorum?
biz de sosyal hayatımızda kategorize mi etmeliyiz insanları, oraya geliyorum. teoride sınıflandırıp pratikte de sınıf sınıf gezersek okul müdürü gibi, daha mı başarılı oluruz hayatımızda? bunu az çok yapıyoruz biliyorum, annenin yanında konuştuğunu arkadaşının yanında konuşmuyorsun ama bahsettiğim futuristik bilimkurguya geri dönelim, ya işi daha da ilerletip birer kişilik sınıflar yaratmaya kadar vardırırsak? iş hayatında artı kazandırmaz mı bize? gerçi kimseye bir şey satmaya çalışmıyorum ben, müşterim de yok ama ticaret ticarettir. ya illa sosyal veya iş hayatı ile sınırlandırmayalım canım, her yerde kullanabiliriz bunu. ateş bile yakarım ben kategorize edip.

velhasıl-ı kelam bizim özümüzde var bu sınıflandırma işi. dikkatimi çekti bir anda, dedim niye başka alanlarda da kullanmayalım... bir kavramı alıp alakasız bir platformda değerlendirilmesine ve becerebilenin paranın altında kalmasına yabancı değiliz. bunu da bulan olursa bilinsin, benim fikrimdi, tarih de var yukarıda, bu tarihte söylediydim bunu.

aynı

şöyle bir problemim var: yeni yapılan müziği, yeni duyduğum melodiyi artık arşivime katamıyorum. dinleyemiyorum demiyorum, dayanılmayacak bir şey yok ortada ama albümü alıp, etraflıca inceleyerek, mümkün olan ilk fırsatta tekrar dinlemek üzere ele yakın bir yerlere kaldırmak içimden gelmiyor. bir köşeye fırlatıyorum. nerde o eski albümler, eski gruplar geyiğine hiç girmiyorum yanlış anlaşılmasın, kendimi sorguluyorum.

açtım baktım, teknoloji de çok kolaylık sağlıyor artık tabii, arşivimde ortalama 1.300 şarkı var. bu 1.300 şarkıyı ezbere biliyorum. ezbere bilirken çalarken söylemeyi kastetmiyorum, kim söylemiş, kim bestelemiş, hangi yıl, arkasında bir hikaye varsa eğer nedir, vesaire. çok hakimim bunlara ama fark ettim ki, yanlarına bir şarkı bile ekleyemiyorum artık. yani son bir yıldır falan diyelim. devamlı aynı şarkıları dinliyorum, arabada dinlemek için bu şarkılardan farklı kombinasyonlarda cd'ler yapıyorum. sürekli zeki müren dinleyen baba gibiyim. yeni bir şey geldiğinde onlar gibi teklifsiz reddetmiyorum ama günün sonunda yine aynı noktaya ulaşıyorum.

teoman saçmalamış, pulp dağılınca zaten her şey bitti, rem ve radiohead şu electro-rock işinden vazgeçsinler, oasis dağıldı mı nedir adını hiç duymuyorum artık, duman gürültü olmuş, ahmet kaya öldü, sezen aksu biteli yıllar oldu falan filan. ilk aklıma gelenler bunlar. birilerinin acilen bir şeyler yapması lazım. ya da benim şu "tutucu" kafadan kurtulmam gerekiyor. gerçekten sıkıldım aynı şarkıları dinlemekten.