bir tavsiye üzerine woody allen'ın "whatever works"ünü izliyorum şu anda klavyenin başındayken. internet sağolsun. yalnız altyazı yüklemeyi beceremediğim için bazı şeyleri kaçırabilirim. beraber izleyelim:
ilk sahne, başrol bu elemanda olsa gerek. hemen google'lıyoruz, evet larry david. ilk sahneden seyirciyle temasa girme, kameraya bakıp konuşma. radikal yönetmen, alışılmadık film başlangıcı kafası. yalnız arnold schwarzenegger'in de böyle bir filmi vardı kameraya konuştuğu, hatırlatırım. hımm adam düpedüz bizimle muhabbete girdi, ama çok kötü girdi. hayatınızdaki saçmalıklar, okuduğunuz gazete, televizyon, aldığınız borsa hisseleri, siz bu saçmalıklarla devam edin, ben geçtim onları muhabbeti. çok demode olmadı mı bu?
ikinci sahne, mutfakta karısıyla muhabbet sahnesi. filmi izlemeyenler için filmi anlatamayacağım.
woody allen'ın zihnimde bıraktığı sinemada doğallık algısının üstüne daha ilk sahnede seyirciyle konuşan başrolcü larry, şu anda karısıyla sabahın dördünde hiç olmayacak bir muhabbete giriyor mutfakta. e hiç doğal bir muhabbet değil bu woody? ooo karısı seneler önce aldatmış bunu. şimdi ilginçleşti.
91 dakikalık filmin daha 17. dakikasındayız ama filmin gidişatını doğru anladıysam eğer, devam etmeden önce araya girip bir şey söylemek istiyorum: bu, düzene başkaldırı, sistemi, politikayı ti'ye alarak eleştirme pozisyonundaki karakterler, devamlı "dahi" kıvamındaki deliyi oynamak zorunda değiller. benim bildiğim dahilerin büyük çoğunluğu (biyografilerini okuduğum kadarıyla) deli değildi. montaigne, nietzsche, beethoven, newton... bildiğim kadarıyla hiçbiri insanlarla komunikasyonlarında açıksözlülükle terbiyesizliğin sınırını şaşırmıyorlardı. insan hem dahi olup, hem de gündelik hayatını kimseye bunu fark ettirmeden idame ettirebilir. günümüzde, bütün sanat dallarındaki anlayış ise, 'dahiysen bunu bas bas bağıracaksın'. play'e basıyorum.
kızla beraber televizyon izleme sahnesi. kızın çoraplar çok iyi. bunlar en fazla yarım saate sevişirler.
bu başrolcünün filmin başından beri sinirli ve ters ihtiyarı oynaması can sıktı. bir yerlerde bunun kırılma noktası var mutlaka ama bence onu biraz daha geriye çekmeliydin woody.
kızla sevişirler dedim, evlendiler. evde kızın müzik dinleme sahnesinde başrolcünün gelip anında cd'yi değiştirmesi ve beethoven koyması. hımm, dahiler klasik müzik dinler.
hahahaha filmin ilk komik sahnesi, kızın annesinin larry'i gördüğü anda düşüp bayılması ve kalkıp sana uyuşturucu mu verdi demesi. kadın çok iyi oynuyor ayrıca, çok komik kadın.
ooo anne grupçu oldu.
genç elemanın kızla tanışırken söylediklerine katılıyorum. izlemeyenler için tekrar edelim: kadın onun pesimist dünya görüşünü bir erdem sayıp, onu bir dahi zannediyor. yani pesimist olduğu için. evet bunu sık sık yapıyorlar. evet bu çok prim yapıyor.
anne kesinlikle filmdeki en iyi karakter.
evet genç elemanın kızın aklını çeldiğini anlıyoruz, elinde herifin mendiliyle dolaşıyor ve kocasına, bazen de hayattan zevk almaya bakmalıyız diyor. oysa iki gün evvel feysbuk'a erkek arkadaşıyla fotoğrafını koyan kız kadar masum ve namusluydu? n'oldu?
viagra esprisi güzeldi. bu arada film birden u dönüşü yaptı. laryy'nin yaptığı hayat anlamsızdır muhabbeti boştur aslında, pesimistliğin alemi yok, hayat güzeldir'e yanaştı ve diğerini eleştirmeye başladı. şaşırttın beni woody. tebrik ederim.
heee şimdi anladııııım. yönetmenimiz iki farklı karakterden yaklaşıyor olaya. kız larry'den felsefe, bilim ve ateizmi öğrenip sonra genç elemanla tanışınca bunların boş işler olduğunu, hayatın yalın haliyle bile güzel olduğunu anlıyor. anası da hayatın yalın halini kullanırken birden sanat ve bohem hayatla tanışıp aniden o yönde sapıtıyor. sonuçta ortaya ne çıkıyor? herşeyin fazlası zarar. azı karar çoğu zarar.
larry de manita yaptı, kız da, babası da. bir tek anne kaldı. anne grupçuluğa devam mı? devammış.
derken film bitti. mutlu son.
bittikten sonra ilk paragraflarda yazdıklarımı tekrar okuyunca biraz antipatik buldum ama silmiyorum, izlerken öyle hissettirdi. tahmin ettiğimden daha iyi çıktı. ha komedi olarak iyi değildi gerçi, pek komik gelmedi bana. ama neymiş, herşeyin fazlası zararmış. two thumbs up!
28 Ekim 2009 Çarşamba
27 Ekim 2009 Salı
başka projeksiyonlarım da var ama açıklamıyorum
efendim zaman zaman tayyip'e katılıyorum. mesela biz yüzyıllardır beraber yaşadık, türkiye, kürt'ü, türk'ü, ermeni'si, çerkez'i ile bir bütündür dediği zamanlar.
ben, tüm vatandaşlarımı aynı sevgi ve saygıyla kucaklıyorum dediği zamanlar.
ama bunlara, türkiye devleti her vatandaşına aynı uzaklıktadır, etnisitenin bizim için hiç önemi yoktur mantığından yola çıkarak katılmıyorum. doğru değil çünkü. hepimiz eşitiz ama bazılarımız daha da eşit. bu ilüzyonu bir kenara bırakalım. herkes (en azından) hemşehrisini daha çok sever.
ben diyorum ki, bu milliyetçilik safsatası bitiyor artık, çok az kaldı. belki yüz yıl sonra hiç bir önemi kalmayacak etnik kökenin. çünkü işlevi bitti. fransız devriminde tutkal niyetine kullandılar bunu. insanları birbirine yapıştırıp, tek yumruk haline getirip savaştırdılar. feodalizm ölüyordu, tutunacak dal kalmamıştı, bunu yaratıp ulus devlet modeline geçmek zorundaydılar. şimdiyse her şey değişiyor, sınırlar kalkıyor yavaş yavaş. yakında dünyayı uluslararası şirketlerin yöneteceği en sevilen komplo teorisi. ben burdan yola çıkarak katılıyorum tayyip'e. önemi zaten kalmayacak elli sene sonra, kürt müsün, türk müsün... bakalım o zaman ne bulacaklar bizi biraraya toplamak için.
ben, tüm vatandaşlarımı aynı sevgi ve saygıyla kucaklıyorum dediği zamanlar.
ama bunlara, türkiye devleti her vatandaşına aynı uzaklıktadır, etnisitenin bizim için hiç önemi yoktur mantığından yola çıkarak katılmıyorum. doğru değil çünkü. hepimiz eşitiz ama bazılarımız daha da eşit. bu ilüzyonu bir kenara bırakalım. herkes (en azından) hemşehrisini daha çok sever.
ben diyorum ki, bu milliyetçilik safsatası bitiyor artık, çok az kaldı. belki yüz yıl sonra hiç bir önemi kalmayacak etnik kökenin. çünkü işlevi bitti. fransız devriminde tutkal niyetine kullandılar bunu. insanları birbirine yapıştırıp, tek yumruk haline getirip savaştırdılar. feodalizm ölüyordu, tutunacak dal kalmamıştı, bunu yaratıp ulus devlet modeline geçmek zorundaydılar. şimdiyse her şey değişiyor, sınırlar kalkıyor yavaş yavaş. yakında dünyayı uluslararası şirketlerin yöneteceği en sevilen komplo teorisi. ben burdan yola çıkarak katılıyorum tayyip'e. önemi zaten kalmayacak elli sene sonra, kürt müsün, türk müsün... bakalım o zaman ne bulacaklar bizi biraraya toplamak için.
24 Ekim 2009 Cumartesi
ahmed arif
hasretinden prangalar eskittim
seni, anlatabilmek seni.
iyi çocuklara, kahramanlara.
seni anlatabilmek seni,
namussuza, halden bilmeze,
kahpe yalana.
ard - arda kaç zemheri,
kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
dışarda gürül gürül akan bir dünya...
bir ben uyumadım,
kaç leylim bahar,
hasretinden prangalar eskittim.
saçlarına kan gülleri takayım,
bir o yana
bir bu yana...
seni bağırabilsem seni,
dipsiz kuyulara,
akan yıldıza,
bir kibrit çöpüne varana,
okyanusun en ıssız dalgasına
düşmüş bir kibrit çöpüne.
yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
yitirmiş öpücükleri,
payı yok, apansız inen akşamlardan,
bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
seni anlatabilsem seni...
yokluğun, cehennemin öbür adıdır
üşüyorum, kapama gözlerini...
ahmed abi, seviyoruz sayıyoruz ama biz daha bu mevzuları bilemezken ölmüşsün. benimle temasa geç. ciddiyim, konuşmamız lazım.
seni, anlatabilmek seni.
iyi çocuklara, kahramanlara.
seni anlatabilmek seni,
namussuza, halden bilmeze,
kahpe yalana.
ard - arda kaç zemheri,
kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
dışarda gürül gürül akan bir dünya...
bir ben uyumadım,
kaç leylim bahar,
hasretinden prangalar eskittim.
saçlarına kan gülleri takayım,
bir o yana
bir bu yana...
seni bağırabilsem seni,
dipsiz kuyulara,
akan yıldıza,
bir kibrit çöpüne varana,
okyanusun en ıssız dalgasına
düşmüş bir kibrit çöpüne.
yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
yitirmiş öpücükleri,
payı yok, apansız inen akşamlardan,
bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
seni anlatabilsem seni...
yokluğun, cehennemin öbür adıdır
üşüyorum, kapama gözlerini...
ahmed abi, seviyoruz sayıyoruz ama biz daha bu mevzuları bilemezken ölmüşsün. benimle temasa geç. ciddiyim, konuşmamız lazım.
salinger
şimdiye kadar hiç bahsetmemiş olmam çok ilginç. benim en favori kitabım açık ara ile j.d. salinger'ın "çavdar tarlasında çocuklar"ıdır. şu anda nick hornby'nin bir kitabını okuyorum ve kitabın arkasında, yazarın diğer kitaplarıyla ilgili bilgi veren bölümde, salinger'ın kitaplarıyla ilgili eleştirilerinin de bulunduğu bir kitabı olduğunu öğrendim. (tek bir cümlede beş kez "kitap"ı kullanabilirim.) geç bir saatte evde yorgun argın oturuyor olmama rağmen üşenmeden çıkıp aldım. maalesef kısa bir bölümde bahsediyor ama çıktığıma değdi:
"... üç kitap da kısmen, kafası karışık genç bir amerikalı olmak hakkında yazılmış. bu tema, hiç kimsenin kendisine ait olduğunu iddia edemeyeceği kadar geniş gibi görünüyorsa da, salinger bir biçimde bunun telif haklarını almayı başarmış. bu konuda bir kitap yazıyorsanız sizi kitabınızın bir yerinde, üstü kapalı bir biçimde dahi olsa onun o noktaya sizden önce vardığını belirtmeye zorlayan birtakım yasalar var."
bu adam gerçekten komik.
öte yandan uzun zamandır dinlediğim en iyi şarkıyı açıklıyorum, kayda geçirilsin: placebo - devil in the details.
I've been wasting all my time
With the devil in the details
And I got no energy to fight
He's a fucking pantomime
That devil in the details
He's fixing up to take a bite
I don't see the point in trying
I got the devil in the details
And he's gonna teach me wrong from right
That fucking pantomime
The devil in the details
Well, I'm gonna dance with him tonight
All of my wrongs
No more wicked ways
Come back to haunt me, come what may
He wrote the songs
That I hoped to write someday
Looks like the devil's here to stay
Let me take you far away
With the devil in the details
We'll kiss and tremble with the light
Everything is fine
With the devil in the details
We're gonna dance with him tonight
All of my wrongs
No more wicked ways
Come back to haunt me, come what may
He wrote the songs
That I hoped to write someday
Looks like the devil's here to stay
Looks like the devil's here to stay
Looks like the devil's here to stay
All of my wrongs
No more wicked ways
Come back to haunt me, come what may
He wrote the songs
That I hoped to write someday
Looks like the devil's here to stay
Looks like the devil's here to stay
Looks like the devil's here to stay
I've been wasting all my time
With the devil in the details
I got no energy to fight
"... üç kitap da kısmen, kafası karışık genç bir amerikalı olmak hakkında yazılmış. bu tema, hiç kimsenin kendisine ait olduğunu iddia edemeyeceği kadar geniş gibi görünüyorsa da, salinger bir biçimde bunun telif haklarını almayı başarmış. bu konuda bir kitap yazıyorsanız sizi kitabınızın bir yerinde, üstü kapalı bir biçimde dahi olsa onun o noktaya sizden önce vardığını belirtmeye zorlayan birtakım yasalar var."
bu adam gerçekten komik.
öte yandan uzun zamandır dinlediğim en iyi şarkıyı açıklıyorum, kayda geçirilsin: placebo - devil in the details.
I've been wasting all my time
With the devil in the details
And I got no energy to fight
He's a fucking pantomime
That devil in the details
He's fixing up to take a bite
I don't see the point in trying
I got the devil in the details
And he's gonna teach me wrong from right
That fucking pantomime
The devil in the details
Well, I'm gonna dance with him tonight
All of my wrongs
No more wicked ways
Come back to haunt me, come what may
He wrote the songs
That I hoped to write someday
Looks like the devil's here to stay
Let me take you far away
With the devil in the details
We'll kiss and tremble with the light
Everything is fine
With the devil in the details
We're gonna dance with him tonight
All of my wrongs
No more wicked ways
Come back to haunt me, come what may
He wrote the songs
That I hoped to write someday
Looks like the devil's here to stay
Looks like the devil's here to stay
Looks like the devil's here to stay
All of my wrongs
No more wicked ways
Come back to haunt me, come what may
He wrote the songs
That I hoped to write someday
Looks like the devil's here to stay
Looks like the devil's here to stay
Looks like the devil's here to stay
I've been wasting all my time
With the devil in the details
I got no energy to fight
15 Ekim 2009 Perşembe
kilo
kadınlarla ilgili önemli bir şeyi fark etmem, tüm ailenin tek bir evde oturduğu doksanlı yılların ortalarına rastlar. bir cumartesi sabahı odamda oturmuş dergi okuyordum. hiç alışık olmadık bir şekilde ablam paldır küldür odaya daldı. ellerini beline koyup, şişmanlamış mıyım ben, diye sordu. 'ben'e vurgu yapılmış, cevabın hayır olması gerektiği aşikar sorulardandı. kabaca bakıp, öylesine, evet dedim. aslında her gün gördüğüm için böyle bir şeyi fark etmem imkansızdı. nasıl yani, çok mu şişmanlamışım derken arkasına dönüp kıçına bakmaya çalışıyordu. sesinden, hiç hoşlanmadığını anlayabiliyordum. onu bu kadar basitçe sinirlendirebilmek ve hatta üzmek çok hoşuma gitmişti (o sıralar pek anlaşamaz, sürekli kavga ederdik). dergiden kafamı kaldırmadan, evet yani, şişmanlamışsın işte dedim. hadi ya deyip çıktı.
akşamüstü arkadaşlarımla buluşmuş caddede dolanırken telefonum çaldı. arayan annemdi:
- oğlum, ablana sen mi söyledin şişmanlamışsın diye?
- ne?
- sen mi dedin buna şişmanlamışsın diye?
- dedim ben evet. niye ki?
- denir mi hiç öyle şey. yarın akşam falan görünce zayıflamışsın sen galiba de.
- taam.
pek anlam veremedim bu konuşmaya ama ablamın olayı dert ettiğini anlamıştım tabii. hoşuma bile gitmişti. bir iki saat sonra anneannem de arayıp aynı şeyi söyleyince keyfim kaçtı ama biraz. arkadaşlarımlaydım ve zırt pırt telefon çalıyor, ailemden birileri arıyordu. bu, o yıllarda yaratmaya çalıştığım havalı imajım için hiç iyi değildi. işin suyu asıl, akşam saatlerinde çıktı. o zamanlar cumartesileri de çalışan babam eve dönüşte olaydan haberdar olmuştu. muhtemelen annem güne ait bu lüzumsuz bilgi ile söze başlayıp beş dakika kadar çok gereksiz bir muhabbet çevirmişti telefonda. babam da sinirlenmişti ve haliyle çatabileceği bir tek ben vardım. hiç adeti olmadığı halde beni arayıp erkenden eve çağırdı. telefonda kavga etmek işe yaramadı, mecburen erkenden eve gittim. sabah ablama hiç önemsemeden verdiğim bir cevap yüzünden akşam erkenden arkadaşlarımdan ayrılıp eve gelmek zorunda kalmıştım. bunun intikamı ayrıca evde alındı tabii.
fakat yıllar evvel aldığım bu ders bana çok faydalı olmamış belli ki. geçenlerde bir arkadaşımla metrodan inip kanyon'un içine doğru yürürken karşıdan gelen kızı tanıyıp tanıyamadığıma karar veremedim. bu sık sık başıma gelir, surat hafızam sıfırdır. biraz daha yaklaşınca çıkardım. altı ay ya da bir yıl kadar önce tanıştığım bir kızdı. beraber yemek yemişliğimiz, içki içmişliğimiz vardı. hatta flörtleşmiş bile olabiliriz bilmiyorum, belki de bana öyle gelmiştir. ama kız fena halde şişmanlamıştı. yani, en azından on kilo diyeyim ben size. o da beni gördü ve 'merba naber'leştikten sonra aynen şöyle dedim: oooooo ne kadar şişmanlamışsın. yani, sen biraz kilo mu aldın değil. şişmanlamışsın galiba biraz da değil. düpedüz, üstüne basa basa ooooooo ne kadar şişmanlamışsın... kızın suratı düştü tabii, ne diyeceğini bilemedi. bir kaç önemsiz cümleden sonra tekrar yolumuza devam etmeye başladığımızda ben hala hiç bir şeyin farkında değildim. iki - üç adım attıktan sonra arkadaşım ellerini birbirine vurarak kahkahalarla gülmeye başladı. gülmekten nefes alabildiği boşluklarda 'ne dedin olm sen' diyordu. ancak açıklayabilecek duruma geldiği zaman dank etti. çok büyük bir hayvanlık yapmıştım.
burdan sana sesleniyorum metro çıkışında gördüğüm arkadaşım: kilo mu verdin sen?
akşamüstü arkadaşlarımla buluşmuş caddede dolanırken telefonum çaldı. arayan annemdi:
- oğlum, ablana sen mi söyledin şişmanlamışsın diye?
- ne?
- sen mi dedin buna şişmanlamışsın diye?
- dedim ben evet. niye ki?
- denir mi hiç öyle şey. yarın akşam falan görünce zayıflamışsın sen galiba de.
- taam.
pek anlam veremedim bu konuşmaya ama ablamın olayı dert ettiğini anlamıştım tabii. hoşuma bile gitmişti. bir iki saat sonra anneannem de arayıp aynı şeyi söyleyince keyfim kaçtı ama biraz. arkadaşlarımlaydım ve zırt pırt telefon çalıyor, ailemden birileri arıyordu. bu, o yıllarda yaratmaya çalıştığım havalı imajım için hiç iyi değildi. işin suyu asıl, akşam saatlerinde çıktı. o zamanlar cumartesileri de çalışan babam eve dönüşte olaydan haberdar olmuştu. muhtemelen annem güne ait bu lüzumsuz bilgi ile söze başlayıp beş dakika kadar çok gereksiz bir muhabbet çevirmişti telefonda. babam da sinirlenmişti ve haliyle çatabileceği bir tek ben vardım. hiç adeti olmadığı halde beni arayıp erkenden eve çağırdı. telefonda kavga etmek işe yaramadı, mecburen erkenden eve gittim. sabah ablama hiç önemsemeden verdiğim bir cevap yüzünden akşam erkenden arkadaşlarımdan ayrılıp eve gelmek zorunda kalmıştım. bunun intikamı ayrıca evde alındı tabii.
fakat yıllar evvel aldığım bu ders bana çok faydalı olmamış belli ki. geçenlerde bir arkadaşımla metrodan inip kanyon'un içine doğru yürürken karşıdan gelen kızı tanıyıp tanıyamadığıma karar veremedim. bu sık sık başıma gelir, surat hafızam sıfırdır. biraz daha yaklaşınca çıkardım. altı ay ya da bir yıl kadar önce tanıştığım bir kızdı. beraber yemek yemişliğimiz, içki içmişliğimiz vardı. hatta flörtleşmiş bile olabiliriz bilmiyorum, belki de bana öyle gelmiştir. ama kız fena halde şişmanlamıştı. yani, en azından on kilo diyeyim ben size. o da beni gördü ve 'merba naber'leştikten sonra aynen şöyle dedim: oooooo ne kadar şişmanlamışsın. yani, sen biraz kilo mu aldın değil. şişmanlamışsın galiba biraz da değil. düpedüz, üstüne basa basa ooooooo ne kadar şişmanlamışsın... kızın suratı düştü tabii, ne diyeceğini bilemedi. bir kaç önemsiz cümleden sonra tekrar yolumuza devam etmeye başladığımızda ben hala hiç bir şeyin farkında değildim. iki - üç adım attıktan sonra arkadaşım ellerini birbirine vurarak kahkahalarla gülmeye başladı. gülmekten nefes alabildiği boşluklarda 'ne dedin olm sen' diyordu. ancak açıklayabilecek duruma geldiği zaman dank etti. çok büyük bir hayvanlık yapmıştım.
burdan sana sesleniyorum metro çıkışında gördüğüm arkadaşım: kilo mu verdin sen?
12 Ekim 2009 Pazartesi
okura mektup
sevgili okur, daha da sevgili yorumcu;
maalesef hayatın akışına, bir çok fikre (ve insanların bunları benimseme ya da benimsememesine), kemikleşmiş inançlara, sorgulanmadan kabul edilmiş yanılgılara, yani önceden dökülmüş binlerce kalıbın büyük çoğunluğuna müdahale edemiyoruz. geldikleri gibi geçip gidiyorlar önümüzden. çoğunda zaten söz hakkımız bile yok. ama benim en azından bu site sınırları içerisinde bir söz hakkım varsa, bunu sonuna kadar kullanmak istiyorum:
canım okuyucum, benim buraya yazdıklarım şahsi fikirlerim, benim bildiklerimdir. ben nasıl bilirim? görüp, yaşayıp bilirim. başımdan geçtiyse, ya da başkasının başından geçerken ben de oradaysam, bilirim. ve bu bir kere olduysa, artık o benim bildiğimdir. o benim için en doğrudur ve değişebilmesi için tek yol, benim yeni bir şey öğrenmem, bilmemden geçer. senin bildiklerinin vasıtasıyla benim bildiğimi değiştirmek imkansızdır.
yazdıklarımı takip edip bazen yorum, çoğunlukla e-mail yazıyorsunuz. fakat sevgili okuyucu, bunların neredeyse tamamında 'ben daha iyi bilirim', 'sen giderken ben dönüyordum', 'o işin aslı böyle, bundan sonra oradan referans alarak yaz' kokusu var. bu eleştirmek, tenkid etmek değildir. eleştirmek için en azından bir karşıt görüşün varlığı mecburidir. salak, sığ, beyinsiz. bunlar karşıt görüş değiller.
bahsetmek istediğim ve çok daha önemli olan ikinci konu ise, entelektüelite saplantısı. (konuya herkes, tüm insanlık dahil.)
bunun tedavisi için şunları hazmetmek gerekir ('bence' parantezinde konuşuyorum):
siyaset hakkında konuşmak, futbol hakkında konuşmaktan daha entelektüel değildir.
tarih ve felsefe hakkında konuşmak, arabalardan konuşmaktan daha entelektüel değildir.
norah jones dinlemek, sizi serdar ortaç dinleyenden daha entelektüel yapmaz.
insanlarda aydın algısı yaratmış yazarların isimlerini art arda telaffuz etmek sizi bir entelektüele çevirmez.
zaten entelektüellik çok da özenilecek bir şey değil, bir nevi akademisyenlik anlamına gelir. (tdk'ya göre: bilim, teknik ve kültürün değişik dallarında özel öğrenim görmüş kimse.) kaçımız akademisyen olmanın hayalini kurarız ki? hem çok zor, eziyet bir iş, hem de çok para kazandırmaz normal şartlar altında.
eğer konu entelektüel olarak yaftalanmak değil, sadece bir şeyler bildiğini ispatlamaksa, neden bu 'şey'ler hep tarih, felsefe ve siyaset müştereğinde toplanır? benim nazarımda (sadece örnek veriyorum) motorları çok seven, çok ilgilenen ve haklarında her şeyi bilen bir adama da felsefeye ilgi duyan adam kadar saygı duyulmalıdır. çünkü bir şeyi gerçekten seven, gerçekten çok ilgilenen ve hakkındaki her şeyi merak eden insan sayısı çok azdır. etrafınıza bir bakın, bence siz de fark etmişsinizdir. tek tüklüklerinden dolayı bu tür her adama saygı duyarım. yeter ki bir konuyu gerçekten sevsin.
ama bu, bu şekilde kabul görmüyor maalesef. ateşli şekilde bağırarak siyasetten bahsedenlere daha fazla prim veriyor toplum. biri tarihin bir bölümünden bahsedip olaya kendi yorumunu katınca siz de tamamen aynı fikirdeyseniz, evet bence de demek puan kazandırmıyor. mutlaka sizin de konuyu bildiğinize dair gereksiz bir kaç bilgi serpiştirmeniz lazım. süper fuzuli cümleler kurup ana fikri beslemeniz lazım ki, kabul edilesiniz.
yazdığınız yorumlarda da buna rastlıyorum bazen. bence de demek yerine, işi en başından alıp güzel bir kompozisyon yazıyorsunuz bana. bana, ben de biliyorum bunu diyorsunuz. ben bunu bilerek sizin gözünüzde bir yer kazanıyorum demek ki ki, siz de ben de biliyorum diyerek birilerinin gözüne girmek istiyorsunuz. (n'olur, ben kimsenin gözüne girmek için hiç bir şey yapmıyorum demeyin bana. çok rica ediyorum.) halbuki ben o'nu bildiğim için neden daha havalı olayım ki? bir yerde okumuşumdur, görmüşümdür, biri anlatmıştır dinlemişimdir. bir şeyi bilmek değil yorumlayabilmek önemlidir bence. zaten bilginin işe yaraması yorumlayabilme safhasında başlar. yoksa hiç kullanılmayan bir eşya gibi durur bilgi kendi kendine.
yani bu kalıplardan kurtulalım diyorum sevgili okur. ben de, ben de diye parmak kaldıran ilkokul öğrencisi gibi davranmayalım.
bu yazıyı, herhangi bir arkadaş toplantısında beni tanımayan ve 3.957. olduğunu bilmeden bana neden konuşmuyorsun, moralin mi bozuk diye soran kadına ithaf ediyorum.
maalesef hayatın akışına, bir çok fikre (ve insanların bunları benimseme ya da benimsememesine), kemikleşmiş inançlara, sorgulanmadan kabul edilmiş yanılgılara, yani önceden dökülmüş binlerce kalıbın büyük çoğunluğuna müdahale edemiyoruz. geldikleri gibi geçip gidiyorlar önümüzden. çoğunda zaten söz hakkımız bile yok. ama benim en azından bu site sınırları içerisinde bir söz hakkım varsa, bunu sonuna kadar kullanmak istiyorum:
canım okuyucum, benim buraya yazdıklarım şahsi fikirlerim, benim bildiklerimdir. ben nasıl bilirim? görüp, yaşayıp bilirim. başımdan geçtiyse, ya da başkasının başından geçerken ben de oradaysam, bilirim. ve bu bir kere olduysa, artık o benim bildiğimdir. o benim için en doğrudur ve değişebilmesi için tek yol, benim yeni bir şey öğrenmem, bilmemden geçer. senin bildiklerinin vasıtasıyla benim bildiğimi değiştirmek imkansızdır.
yazdıklarımı takip edip bazen yorum, çoğunlukla e-mail yazıyorsunuz. fakat sevgili okuyucu, bunların neredeyse tamamında 'ben daha iyi bilirim', 'sen giderken ben dönüyordum', 'o işin aslı böyle, bundan sonra oradan referans alarak yaz' kokusu var. bu eleştirmek, tenkid etmek değildir. eleştirmek için en azından bir karşıt görüşün varlığı mecburidir. salak, sığ, beyinsiz. bunlar karşıt görüş değiller.
bahsetmek istediğim ve çok daha önemli olan ikinci konu ise, entelektüelite saplantısı. (konuya herkes, tüm insanlık dahil.)
bunun tedavisi için şunları hazmetmek gerekir ('bence' parantezinde konuşuyorum):
siyaset hakkında konuşmak, futbol hakkında konuşmaktan daha entelektüel değildir.
tarih ve felsefe hakkında konuşmak, arabalardan konuşmaktan daha entelektüel değildir.
norah jones dinlemek, sizi serdar ortaç dinleyenden daha entelektüel yapmaz.
insanlarda aydın algısı yaratmış yazarların isimlerini art arda telaffuz etmek sizi bir entelektüele çevirmez.
zaten entelektüellik çok da özenilecek bir şey değil, bir nevi akademisyenlik anlamına gelir. (tdk'ya göre: bilim, teknik ve kültürün değişik dallarında özel öğrenim görmüş kimse.) kaçımız akademisyen olmanın hayalini kurarız ki? hem çok zor, eziyet bir iş, hem de çok para kazandırmaz normal şartlar altında.
eğer konu entelektüel olarak yaftalanmak değil, sadece bir şeyler bildiğini ispatlamaksa, neden bu 'şey'ler hep tarih, felsefe ve siyaset müştereğinde toplanır? benim nazarımda (sadece örnek veriyorum) motorları çok seven, çok ilgilenen ve haklarında her şeyi bilen bir adama da felsefeye ilgi duyan adam kadar saygı duyulmalıdır. çünkü bir şeyi gerçekten seven, gerçekten çok ilgilenen ve hakkındaki her şeyi merak eden insan sayısı çok azdır. etrafınıza bir bakın, bence siz de fark etmişsinizdir. tek tüklüklerinden dolayı bu tür her adama saygı duyarım. yeter ki bir konuyu gerçekten sevsin.
ama bu, bu şekilde kabul görmüyor maalesef. ateşli şekilde bağırarak siyasetten bahsedenlere daha fazla prim veriyor toplum. biri tarihin bir bölümünden bahsedip olaya kendi yorumunu katınca siz de tamamen aynı fikirdeyseniz, evet bence de demek puan kazandırmıyor. mutlaka sizin de konuyu bildiğinize dair gereksiz bir kaç bilgi serpiştirmeniz lazım. süper fuzuli cümleler kurup ana fikri beslemeniz lazım ki, kabul edilesiniz.
yazdığınız yorumlarda da buna rastlıyorum bazen. bence de demek yerine, işi en başından alıp güzel bir kompozisyon yazıyorsunuz bana. bana, ben de biliyorum bunu diyorsunuz. ben bunu bilerek sizin gözünüzde bir yer kazanıyorum demek ki ki, siz de ben de biliyorum diyerek birilerinin gözüne girmek istiyorsunuz. (n'olur, ben kimsenin gözüne girmek için hiç bir şey yapmıyorum demeyin bana. çok rica ediyorum.) halbuki ben o'nu bildiğim için neden daha havalı olayım ki? bir yerde okumuşumdur, görmüşümdür, biri anlatmıştır dinlemişimdir. bir şeyi bilmek değil yorumlayabilmek önemlidir bence. zaten bilginin işe yaraması yorumlayabilme safhasında başlar. yoksa hiç kullanılmayan bir eşya gibi durur bilgi kendi kendine.
yani bu kalıplardan kurtulalım diyorum sevgili okur. ben de, ben de diye parmak kaldıran ilkokul öğrencisi gibi davranmayalım.
bu yazıyı, herhangi bir arkadaş toplantısında beni tanımayan ve 3.957. olduğunu bilmeden bana neden konuşmuyorsun, moralin mi bozuk diye soran kadına ithaf ediyorum.
7 Ekim 2009 Çarşamba
mizah
fırat budacı'nın yaptığı şeye gözlem mizahı diyebiliriz. diğer bir çok komedyenden de aşina olduğumuz bir mizah çeşidi. cem yılmaz olsun, şahan gökbakar olsun, beyaz olsun, hepsi çok ekmeğini yediler bunun. herhangi bir konuyla ilgili herhangi bir detay yakalayıp, ya direk izleyicinin yüzüne çarpmak ya da üstüne biraz da türkleştirme mizahı ekleyip, bizde olsa böyle olurdu kafasıyla izleyiciye sunmak. bazen biraz da aksan yardımıyla. bu mizah anlayışına bir şey demiyorum, çok komik oluyor, ben de çok gülüyorum. hele cem yılmaz'a gülmemek için çok sıkıcı biri olmak lazım bence.
ama işte ama'sı var. fırat abi'mizi bir noktada diğerlerinden ayırıyorum. dallandırıp budaklandırmadan örnekleyerek anlatalım.
bir detay yakaladık diyelim. fırat abi'mizden kopya çekmemize izin varsa eğer: yazlıklarda sahil kenarındaki bakkalların kazıkçı olması. çok güzel bir detay. içinde hem gözlem mizahı, hem de çocukluğu anımsattığı için hafif duygusallaşma mevzusu var (yılmaz abi taktikleri hep bunlar). bunu cümleleştirmeden, sadece bu şekilde okumak bile gülümsetiyor. ve genellikle komedyenlerin kaldıkları nokta da burası. yakalanan detay, yeni öğrenilmiş kelimenin öğretmen zoruyla cümle içerisinde kullanılması gibi, saçmasapan bir cümle içine tıkıştırılıyor. yine de gülüyorsun gerçi, çünkü orda önemli olan o detay, cümle değil, herkes biliyor.
sayın budacı n'apıyor peki? o cümleyi alıp çok anlamlı başka birine bağlayarak kurdela yapıyor. böylece her cümleyi iki kez okumak zorunda kalıyorsun başlarda, sonra alışıyorsun gerçi. ilkinde gözlem mizahı cümlesini okuyup gülüyorsun, sonra bakıyorsun cümle devam ediyor, ediyor, ediyor ve çok iyi bir yere bağlanıyor. vaaay deyip başa dönüyorsun, bu sefer, anlamını tam çıkartmak için tekrar okuyorsun cümleyi. işte fırat abi'mizin diğerlerinden ayrıldığı ilk kırılma noktası bu (nasıl gözlem?). ikincisi de gözlemlerin çok çok fazla olması. o kadar fazla ki, çok cömertce kullanabiliyor. yani genelde komedyenin çok iyi üç - dört gözlemi olur, onları da en iyi zamana, en yüksek noktaya kadar taşıyıp orda patlatır. halbuki bizim budacı öyle değil, gerek olmayan cümle aralarına, en alakasız yerlere bile umursamadan yerleştiriyor.
alakasız not 1: chuck palahniuk'un son romanını türkçe'ye çevirmiş sonunda ayrıntı yayınları. "tekinsiz" adıyla. fakat d&r'larda yok maalesef, ayrıntı yayınlarıyla bozuşmuşlar, çalışmıyorlarmış artık. kitapçının birinden sipariş vermek lazım.
alakasız not 2: nick hornby'nin son kitabı da gelmiş, dün aldım. adından emin değilim ama "shakespeare para için yazdı" olabilir, ya da öyle bir şey, unuttum.
ama işte ama'sı var. fırat abi'mizi bir noktada diğerlerinden ayırıyorum. dallandırıp budaklandırmadan örnekleyerek anlatalım.
bir detay yakaladık diyelim. fırat abi'mizden kopya çekmemize izin varsa eğer: yazlıklarda sahil kenarındaki bakkalların kazıkçı olması. çok güzel bir detay. içinde hem gözlem mizahı, hem de çocukluğu anımsattığı için hafif duygusallaşma mevzusu var (yılmaz abi taktikleri hep bunlar). bunu cümleleştirmeden, sadece bu şekilde okumak bile gülümsetiyor. ve genellikle komedyenlerin kaldıkları nokta da burası. yakalanan detay, yeni öğrenilmiş kelimenin öğretmen zoruyla cümle içerisinde kullanılması gibi, saçmasapan bir cümle içine tıkıştırılıyor. yine de gülüyorsun gerçi, çünkü orda önemli olan o detay, cümle değil, herkes biliyor.
sayın budacı n'apıyor peki? o cümleyi alıp çok anlamlı başka birine bağlayarak kurdela yapıyor. böylece her cümleyi iki kez okumak zorunda kalıyorsun başlarda, sonra alışıyorsun gerçi. ilkinde gözlem mizahı cümlesini okuyup gülüyorsun, sonra bakıyorsun cümle devam ediyor, ediyor, ediyor ve çok iyi bir yere bağlanıyor. vaaay deyip başa dönüyorsun, bu sefer, anlamını tam çıkartmak için tekrar okuyorsun cümleyi. işte fırat abi'mizin diğerlerinden ayrıldığı ilk kırılma noktası bu (nasıl gözlem?). ikincisi de gözlemlerin çok çok fazla olması. o kadar fazla ki, çok cömertce kullanabiliyor. yani genelde komedyenin çok iyi üç - dört gözlemi olur, onları da en iyi zamana, en yüksek noktaya kadar taşıyıp orda patlatır. halbuki bizim budacı öyle değil, gerek olmayan cümle aralarına, en alakasız yerlere bile umursamadan yerleştiriyor.
alakasız not 1: chuck palahniuk'un son romanını türkçe'ye çevirmiş sonunda ayrıntı yayınları. "tekinsiz" adıyla. fakat d&r'larda yok maalesef, ayrıntı yayınlarıyla bozuşmuşlar, çalışmıyorlarmış artık. kitapçının birinden sipariş vermek lazım.
alakasız not 2: nick hornby'nin son kitabı da gelmiş, dün aldım. adından emin değilim ama "shakespeare para için yazdı" olabilir, ya da öyle bir şey, unuttum.
1 Ekim 2009 Perşembe
çocuk kalbi
- yok baba bunun hafızası daha az ama olsun, ekran daha büyük.
kadıköy'de bir bilgisayar dükkanındaydım. en azından beş sene önce. yok, daha viyana'ya bile gitmemiştim, on seneden fazla olmuş demek ki.
hiç bir işimin olmadığı, her gün boş boş dolaştığım günlerdi. bilgisayara bir şey taktırmak için ünlü yazıcı iş hanı'na gitmiştim. on metrekareye otuz kişinin sığıştığı dükkanların birinde sıramı beklerken arkamdaki baba - oğulu gördüm. babanın her halinden bir inşaat işçisi ya da hamal olduğu belliydi. benden birkaç yaş küçük oğlunun üzerindeki okul üniformasının paçaları kısaydı. baba en fazla yetmiş, oğlan da altmış kiloydu.
bu klasik hikayenin tüm öğeleri belli. başı, gelişimi ve sonu. daha fazla detaylandırmama gerek yok sanırım. sanırım değil, maalesef.
bahsetmek istediğim şey çocuk kalbi. kitap yani. o anda da aklıma gelmişti, sonrasında da ne zaman yeni bir bilgisayar almaya gitsem önce bu olay sonra da o kitap gelir aklıma. kitabın kapağının ön yüzünde bir kalp, arkasında da birilerinin söylediği alıntılar vardı. çok iddialılardı, şöyle bir şey vardı mesela:
"bu kitabı öğrencilerine okutmayan öğretmen, öğretmen değildir. bu kitabı çocuklarına okutmayan anne - baba, anne - baba değildir."
ben dört - beş kez okumuştum. annemlerin haberi bile yoktu gerçi, bir yerden denk getirip okumuştum. kitapta, babası bir duvar işçisi olan çocukla dalga geçilme sahnesi vardı. kahramanımız olan çocuk bu dalgaya katılmıyordu ama eve gelip babasına anlatıyordu konuyu. babası da her seferinde yaptığı gibi bir mektup yazıp çocuğun masasına bırakıyordu cevaben. ben de kesinlikle aynısını yapacağım, çocuklarıma söylemek istediğim önemli şeyleri yazıp odalarına bırakacağım, müthiş fikir. on yaşımdan beri yapıyorum bu planı.
babası mektupta şuna benzer bir şeyler yazmıştı: (maalesef kitabı bulup aynen yazamıyorum, on beşinci taşınmamda falan kaybolmuş olmalı.)
hiç bir zaman elleriyle çalışan birini hor görme. onun üzerinde gördüklerin pislik değil, emeğidir. tertemiz bir insanın tertemiz emeğidir.
içinde bu manayı da barındıran bir cümlenin olduğu uzunca bir mektuptu. o gün de hemen aklıma bu gelmişti. yine de diyaloglarına (aslında oğlanın heyecanlı monoloğuna ve babanın sessizliğine) daha fazla dayanamadım. sırayı bırakıp çıktım eve gittim, yattım uyudum.
kadıköy'de bir bilgisayar dükkanındaydım. en azından beş sene önce. yok, daha viyana'ya bile gitmemiştim, on seneden fazla olmuş demek ki.
hiç bir işimin olmadığı, her gün boş boş dolaştığım günlerdi. bilgisayara bir şey taktırmak için ünlü yazıcı iş hanı'na gitmiştim. on metrekareye otuz kişinin sığıştığı dükkanların birinde sıramı beklerken arkamdaki baba - oğulu gördüm. babanın her halinden bir inşaat işçisi ya da hamal olduğu belliydi. benden birkaç yaş küçük oğlunun üzerindeki okul üniformasının paçaları kısaydı. baba en fazla yetmiş, oğlan da altmış kiloydu.
bu klasik hikayenin tüm öğeleri belli. başı, gelişimi ve sonu. daha fazla detaylandırmama gerek yok sanırım. sanırım değil, maalesef.
bahsetmek istediğim şey çocuk kalbi. kitap yani. o anda da aklıma gelmişti, sonrasında da ne zaman yeni bir bilgisayar almaya gitsem önce bu olay sonra da o kitap gelir aklıma. kitabın kapağının ön yüzünde bir kalp, arkasında da birilerinin söylediği alıntılar vardı. çok iddialılardı, şöyle bir şey vardı mesela:
"bu kitabı öğrencilerine okutmayan öğretmen, öğretmen değildir. bu kitabı çocuklarına okutmayan anne - baba, anne - baba değildir."
ben dört - beş kez okumuştum. annemlerin haberi bile yoktu gerçi, bir yerden denk getirip okumuştum. kitapta, babası bir duvar işçisi olan çocukla dalga geçilme sahnesi vardı. kahramanımız olan çocuk bu dalgaya katılmıyordu ama eve gelip babasına anlatıyordu konuyu. babası da her seferinde yaptığı gibi bir mektup yazıp çocuğun masasına bırakıyordu cevaben. ben de kesinlikle aynısını yapacağım, çocuklarıma söylemek istediğim önemli şeyleri yazıp odalarına bırakacağım, müthiş fikir. on yaşımdan beri yapıyorum bu planı.
babası mektupta şuna benzer bir şeyler yazmıştı: (maalesef kitabı bulup aynen yazamıyorum, on beşinci taşınmamda falan kaybolmuş olmalı.)
hiç bir zaman elleriyle çalışan birini hor görme. onun üzerinde gördüklerin pislik değil, emeğidir. tertemiz bir insanın tertemiz emeğidir.
içinde bu manayı da barındıran bir cümlenin olduğu uzunca bir mektuptu. o gün de hemen aklıma bu gelmişti. yine de diyaloglarına (aslında oğlanın heyecanlı monoloğuna ve babanın sessizliğine) daha fazla dayanamadım. sırayı bırakıp çıktım eve gittim, yattım uyudum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)