30 Eylül 2009 Çarşamba

başlık atmak istemeyiş

kavga edilmiş sevgiliyle arabada giderken, ki bende kavgalar arabada olur hep, sessizliği kim bozacak inadıyla saatlerce araba kullanış. sevgilinin ara sıra baktığını hissedip uzaklara derin derin bakmaya devam ediş. sevgilinin bu sefer inatçı çıkması. madem konuşamıyoruz bari şarkılarla anlaşalım deyip konuyla ve ruh halimle ilgili şarkılar seçerek hayallere dalış. olaya kendini o kadar kaptırmak ki, sözlerde söylemek istenmeyen bir şey geçtiğinde bir anda dönüp yok - yok öyle değil manasında bakış. sevgilinin bu manasız bakışa bir anlam verememesi. sevgilinin dalga geçiliyor zannedip daha da sinirlenmesi. bir çuval inciri berbat ediş.

28 Eylül 2009 Pazartesi

başlık bulmakta çok zorlanıyorum

tam da iki gün evvel bir arkadaşımla, neden yaşıtımız çoğu kadının marketing'ci olduğunu hayretler içerisinde tartışıyorduk. bu kadar marketing'ci kime ne satmaya çalışıyor, pazarlama her ürün için gerekli midir, neden sektörün çoğunluğu kadın (buna cevap bulmak kolay oldu), ana başlıklarımızdı.

eve gelirken yolda bu akşam koşarım, sonrasında sağlıklı bir şeyler pişiririm diye düşündüm ve hakikaten çok zayıf bir hafızaya sahip olduğum için evde yemekle ya da yemeğin yanında gidecek aperatiflerle ilgili bir eksik olup olmadığını hatırlayamadım. alışverişe çıkmadan önce kontrol etmek için mecburen eve geldim. yoğurt, kola ve ekmek eksikti. çıktım koştum ve dönüşte de müthiş hipermarket real'e uğradım. eve bir ipod kulaklığı, beş gömlek askısı, altışar çatal ve bıçak, bir ananas, bir dvd, bir sıvı sabun, kola ve ekmekle geri geldim. dikkat ederseniz aralarında yoğurt yok. cevabımı almış oldum.

öte yandan şu anda bunu yazarken arka planda zeitgeist'ın son filmi oynuyor. ana fikir yine aynı, kaynak bazlı ekonomi falan filan. ama başka kollardan girmiş bu sefer. mesela piyasadaki kısa ömürlü ve gereksiz ürün fazlalığından bahsediyor. bense marketteyken aynen şöyle düşünmüştüm: ne güzel, çok yakınımda her şeyi (ama gerçekten her şeyi) bulabileceğim bir market var, büyük kolaylık. başka yerde otursaydım çok zor olurdu. sonra düşünmeye devam ettim: mesela levent'te otursaydım? ama orda da kanyon var. maslak'da istinye park var, karşıda da bin tane alışveriş merkezi var... bir sürü semt düşündüm (istanbul'da senin bilmediğin daha ne semtler var zengin piçi diyen ilk beş kişiye benden birer ayfon 3g). nerde oturursam oturayım çok yakınımda her şeyi bulabileceğim bir market var n'asolsa sonucuna ulaştıktan sonra soğudum marketten. dedim bu işte bir yanlışlık var. süt reyonundaki güzel kıza rağmen çıktım hemen dışarı.

aslında gerekli olan her şeyi bulmak diye bir şey yok demeye getiriyorum. 'gerekli her şey' ucu çok açık bir kavram. zeitgeist'da da anlatıldığı gibi, bir sürü gereksiz ve dayanıksız tüketim maddesi içerisinde bir döngüye hapsediyorlar bizi. bozulsun bir daha al. bitsin, gene al. gerçi bu herifler de çizmiş kafayı. dünyada sonsuz kaynak var, hepsini kullanabiliriz, para artık ortaçağ'da kalmış bir kavram, sonsuz kaynak varken paraya ihtiyacımız olmaz vs... yirmi birinci yüzyılın devrimcisi olma peşindeler. her devrimci gibi bunlar da sol eğilimliler ama olmaz o iş, anlattıkları bir zaman sonra masal kıvamına geliyor. yani koltukta uyuklarken bana öyle geldi. hem insanlık, tarih boyunca hiç bu kadar iyi niyetli olmadı ki, şimdi neden olsun? ama yine de inanmış çocuklar, aferin.

27 Eylül 2009 Pazar

ağaç

çok ilginç:
eğer ormanda bir ağaç devrilir, ve etrafta bunu duyacak kimse yoksa orada ses de yokmuşmuş.
çünkü ses havadaki bir titreşimmiş, sadece kulağımızdaki mekanizmalar yardımıyla beynin sinir uçlarına ulaştığı zaman bizim için 'ses'e dönüşürmüş.
e o zaman 'renkler - göz', 'tatlar - dil' ve hatta komplesiyle 'insan - yaşam' ikilemelerinin arasındaki bağıntıyı bulunuz.

25 Eylül 2009 Cuma

bilgi

varsayalım biriniz çıktı karşıma sordu: ozan, bugüne kadar öğrendiklerini nereden öğrendin, kim öğretti, nasıl öğrendin?
halbuki yok, hiç sormuyorsunuz. çok bekledim sorun diye, çanak sorular tuttum, ucundan kaçtınız gene, lafı başka yere çektiniz, sual etmediniz.
niye sormuyorsunuz böyle şeyler?
madem yapmadınız, ben de kendi kendime sormuş farz ederim sizi, öyle cevap veririm.

efendim bugüne kadar öğrendiklerimi okuldan öğrenmedim, orada anlaşalım ilk evvela. okul dediğin müesseseden hayatım boyunca en içten duygularımla nefret ettim. ama bu sizin anladığınız mealde değil. yaz tatili biterken üzülmece, pazar gecesi bunalımları, hocayı sevmeme hikayeleri. bunlar ortalama çoğu öğrencinin müşterek deneyimleri. benimkileri böyle ifade edemezsiniz. benimkisi nefret etmek. ve düşün, öyle bir nefret etmek ki, tiksintinin on dokuz sene boyunca devam etmesi. kardeşini doğrasalar katilinden bu kadar süre nefret edemezsin ben sana söyleyeyim. benimkisi daima harlı ateş kıvamındaki nefret. e masada böyle bir nefret varken yanındakilerden bir fayda edinemezsin, hiç bir şey öğrenemezsin.

karşı çıkan olacaktır mutlaka, geçin önüme, ama çalışıp geçin, donelerim hazır, öyle armut gibi gelirseniz anında yıkarım. çıkış noktamı da vereyim ipucu olsun: ilkokul mezunu beni bilmiyoruz ki ve hiç bir zaman da bilemeyeceğiz ki, şu anki ben ile seviyesini tespit edelim. hem hangi zeminde kıyaslıyoruz, mutluluk? iyi düşün. başarı? kime göre neye göre. para? halis toprak. tatmin? bardak sürahiden daha kolay dolar. huzur? en kolayı bu herhalde. mantığı anladınız.

ailem bana bir şeyler öğretti mi, öğretti tabii. kişiliğimin büyük çoğunluğunun muhteviyatını oluşturuyorlar ister istemez. bakıp görüp taklit ediyorsun sonuçta, başka ne yapacaksın bir tek onlar var, ayna vazifesi görüyorsun. onlardan aldığını dışarıya yansıtıyorsun.

okuldan bir şey almadık, biraz aileden aldık, gerisini nerden öğrendik?
şahsi tecrübelerimizden, deneyimlerimizden. ben hayat okulunu bitirdim lümpenliğini makaraya almak her ne kadar moda olsa da, sen sen ol, içindeki hakikat payını hafife alma. teoriden arındırılmış, temiz, gerçek bilgi hayatın içindeyken öğreniliyor. en rafine bilgiye ulaşmak için paçaları sıyırıp nehire dalmak gerekiyor. hatta bazen sıyırmadan.
yoksa bir köre on dokuz sene boyunca kırmızıyı açıklamaya, ifade etmeye çalış, olmuyor.
ve yine aynı sebeptendir ki, belki okuma - yazması bile olmayan teyzelerle iki cümle muhabbet kurarsın bazen, derdini ve çözümünü suratına çarparlar, göremediğini gördürürler. küçükken çok götürdüler beni öyle misafirliğe, elime bir kitap verip oturttular bir köşeye, saatlerce konuştular. ama itiraf ediyorum, okuyormuş gibi yapıp hep sizi dinledim melahat teyze, mari abla, ayten hala. ha ha ha, evet hep dinledim, çoğunu anlamadım ama hep dinledim. çok şey öğrettiniz bana farkına varmadan, istemeyerek.
işte şimdi aslolan odur diyorum, o bilgidir, küçükken kulağıma fısıldadıkları. ve benim kulağıma tommiks eşliğinde dolanlar. çünkü onların hiç biri için, peki bu bilgi gerçek hayatta ne işime yarayacak diyemezsiniz.

günün şarkıları:
hayko cepkin - fırtınam
volkan konak - yarim yarim

gecenin bir vakti bir kadına söylemek istenen cümle: kafam kadar güzelsin.

16 Eylül 2009 Çarşamba

acele

çok acele eleştirip gideceğim.
öncelikle şu kocaman gözlüklerle siyah - beyaz ya da sepya fotoğraf çektiren hanım kızlarımızın bundan ne zaman sıkılacaklarını merak ediyorum. benim diyen moda bile en fazla iki yılda eskiyor, bunlarda tık yok, on sene oldu. deli misiniz? niye devamlı aynı fotoğrafları çektirip oraya buraya koyuyorsunuz? kendinizi geçtim birbirinizden sıkılmadınız mı? sıkılmadıysanız sıkılın.

ikincisi ece temelkuran, bak bunlar sana:
üzgünüm ama baydın. venezüella dedin, chavez'in devrimi dedin takıldık peşine gittik, sonra baktık ki bu yolun sonu bok. sen de nereye gittiğini bilmiyorsun. bildiğin bir şey var, özgürlük. ona özgürlük buna özgürlük herkese özgürlük. ece hanım kürt meselesi, üniversitede türban? verelim, herkese özgürlük verelim. sayın temelkuran, kıbrıs'ı istiyorlar? verelim, rum'lara da verelim. biz böyle senle anlaşamayacağız ece'cim. en azından bir süreliğine ilişkimize ara verelim, ben seni sonra ararım. hadi öptüm.

14 Eylül 2009 Pazartesi

yabancı

adam cezaevinde iki yanında birer gardiyan eşliğinde yürüyen, elleri kelepçeli bir mahkum görmüş. mahkumu, yağmurlu bir sonbahar sabahı güneş doğarken idama götürüyorlamış, darağacına. başka kimsenin olmadığı avluda gardiyanlar eşliğinde darağacına doğru yürüyen mahkumu parmaklıklı bir pencereden izleyen adam, çok garip bir sahneye şahit olmuş. mahkum, yürürken bir su birikintisinin üzerinden atlamış. az önce yağmış olan yağmur yüzünden yerde oluşan su birikintisine basmak istememiş, üzerinden zıplamış, beş dakika sonra ölecek olan mahkum. hafızam beni yanıltmıyorsa bunun üzerine yazmaya karar verdiğini söylüyordu albert camus "yabancı"da.

yabancı'daki ana karakter (ki adını unuttum, google'da aramaya da üşendim.) ile nietzsche'nin nihilizmi birbirine çok benziyor bence. yabancı'da adam tüm dünyanın kendi kendine, kendisi olsa da olmasa da döndüğü ana fikrinden yola çıkarak insan hayatının amaçsızlığı ve anlamsızlığı üzerinde duruyordu. "sanki kendi hayatımı dışarıdan izliyorum" diyordu. kendine yabancılaşma fikri adamın içinde günden güne büyüyordu. toplumun mekanikleşmesi ve yaşamdan "yapılması gerekli (mecburi?) şeyleri" çıkardığında geride bir şey kalmaması konseptini vurguluyordu. biraz da anarşizm kokan bu konsept vurdumduymazlığa doğru meylederken nihilizm'le çakışıyor işte.

camus'nun romanını savaş zamanında yazmasıyla da ilgisi var bence bunun. yabancılaşma ve kendisinin sıfırdan yarattığı bir felsefe olan "kayıtsızca izlemek" (adını ben koydum, literatürde yok öyle bir felsefe), toplumun mekanikleşmesini bireysel hareketlerle engelleyememek ve bundan acı duymak, tüm bunlar savaşla ilintili olabilir. fakat burdaki kayıtsızlık, vazgeçme sonrası oluşan bir kayıtsızlık değil. öncesinde bir çaba yok yani. hatta bu kayıtsızlık vazgeçmeyi doğuruyor olabilir.

nietzsche'de de bir kayıtsızlık mevcut ama onun tam olarak bir sinonimi var: ümitsizlik. onunki çaba sonrası vazgeçmeye dayalı işte. sonrasında da ümit etmekten vazgeçmeye. kelimesi kelimesine böyle olmasa da şu anlama gelen bir açıklaması var: "insanoğlunun başına gelmiş en büyük belalardan biri ümittir. ümit etmenin sonucu üzüntüdür, hayalkırıklığıdır. ümit, insanı boş yere ayakta tutan bir uyarıcıdır."

bu insana ilk başta çok sert gelebilir. refleks olarak ilk verilecek tepki insanın ümitsiz yaşayamacağı, ve hatta inandığı bir şey olmadıkça hayatının anlamsız kalacağıdır. çoğu zaman da din tam bu noktada devreye girer. halbuki burada atlanan şey, nietzsche'nin felsefesinin başlangıcının değil, sonucunun ümitsizlik olduğudur. yani bunu yapabilmek için öncelikle insan kendini gerçekleştirebilmeli, üstinsan'a ulaşabilmelidir. sonrasında ümide hiç ihtiyacı olmadığını fark edecektir zaten.

demem o ki, camus nietzsche'den çok etkilenmiştir. nietzsche'nin ümitsizliğinden ve o çok ünlü "tanrı öldü" deyişinden. dünyanın geldiği son halindeki kötülüğe dahil olmayı reddetmiş, kayıtsızca dışarıdan izlemeyi tercih etmiştir. nietzsche'nin benim de çok katıldığım elitizminden başka da ayrıldıkları nokta yoktur bildiğim kadarıyla.

günün şarkısı: zeki müren - geceler

13 Eylül 2009 Pazar

düşünce

kafandakilerden dolayı hareketlerin, fiziksel görünüşün, hatta sağlığın değişebiliyorsa, ki değişebiliyor, bunda başka şeyler aramak lazım o zaman. düşünmenin fiziksel tepki yaratabilmesi çok ilginç diyorum yani. düşünce bu, elle tutulur bir yanı yok, tamamen psişik, tinsel bir şey. ama yeri geliyor yemek yedirmiyor, uyku uyutmuyor, seni her görene belli ediyor ruh halini. nöronlarında gezinen elektrik yükü yüzünden bütün gece uyku uyuyamayabiliyorsan, aynı yük sayesinde açıklaması paranormal olaylara bağlanan hikayeleri de becerebiliyor olman lazım mantıken. bana bütün gün yemek yedirmeyecek kadar kuvvetli gücün, (en azından ufak) bir nesneyi hareket ettirebilmesi gerekir o halde. düşünce gücüyle. yoksa nasıl oluyor da bir düşünce, acından nefes bile aldırmıyor sana bazen? nefessiz kaldığımı bilirim ben, cidden. güçlü bir güç bu demek ki. hem tüm hastalıklar için de aynı geyiği yapmazlar mı: pozitif düşün.

ilkokulda sabahçı olduğum bir gün, öğle saatlerinde eve geldiğimi hatırlıyorum, annem mutfakta yemek yaparken. anneme o gün öğrendiğim ışık hızından bahsettim, dünyadaki en hızlı şeyin ışık olduğunu söyledim heyecanla. annem hayır dedi, düşüncedir. nasıl yani? bak şimdi, tam şu anda ay'da olduğumu düşünüyorum, ordayım. ya da şimdi samanyolu'nun dışında olduğumu düşündüm, ordayım. anladın mı? ışık bundan daha hızlı olabilir mi?

o gün anlamadım tabii. çok sonra anladım.

günün şarkıları:

jarvis cocker - i never said i was deep
bob dylan - one more cup of coffee

haftanın kitabı: richard dawkins - tanrı yanılgısı

piramitleri de düşünceyle yapmışlar hem.

9 Eylül 2009 Çarşamba

flört

aşağıdakini ben yazmadım, alıntıdır. ama yazsam bunu yazardım:

flört dönemi her türlü angaryaya en açık olduğumuz dönem. evlenme niyeti ve vaadi olmasa da, erkeğin kadına aile babası rolündeki başarısını, kadının erkeğe ev hanımı potansiyeli hakkında ilk intibayı vermeye kastığı stajerlik dönemi gibi bir şey. özetle, en güzel angarya, karşılıksız iş ve emek olduğu kadar, karşılığı verilecek olsa bile mahiyetinin ne olacağı belirsiz bir takım umut ve hayaller sırası ve sayesinde de yaptırılan angaryadır.

hayatımda bu tip flört dönemlerinde en az iki kere ev taşıdım, nereden baksan 200-300 kilometre yol gittim, toplamda 20-30 saat hiç bir alakam olmayan yerlerde bekledim, bir düzine kadar hiç bir şekilde muhatap olmamam gereken adamla "böyle" (elimle iç içe geçmiş kanca hareketi yapıyorum) oldum. ne oldu sonuç? sıfır.

yani o flörtlerden beklentim, flörtlerin sevgilimleşmesiydi, olmadı. koliyi taşıdığım, yatağı, şilteyi sırtlandığımla kaldım. terli terli "ne önemi var canım?" derkenki sahte babacanlık ifadelerinden öte yüzüme bir ifade konduramadı bu işler. o kadar kolisini, kaya gibi sofasını, masasını taşıdığım bir kişiden de ne bir hayır duası aldım, ne başka bir şey.

bunu niye yazıyorum? şundan. bir kaç vakit evvel bir kızlan tanıştım. öyle "maksatlı" tanışma da değil, normal tanıştım. kız sürekli beni arıyor, ne yapıyon, ne ediyon. dedim, "vay yazış". sonra bugün öğlen saatlerinde aradı, dedi ki "ozan ev taşınacak." yaaa. işte o an böyle bir sevindim anlatamam. iyi ki flörtleşmemişim. flörtleşeydim yine taşıyacaktım koli koli, bali bali, koli baliyi. ya çok yorgunum hastayım, yetiştirmem gereken bir iş var dedim, oturdum bunu yazdım. şimdi buradan bana eşyasını taşıtmış olan diğer iki kıza sesleniyorum: sağa sola eşgalimi mi dağıttınız ulan? ozan bıraktı artık o işleri. kendini zor taşıyor. yallah.

2 Eylül 2009 Çarşamba

kapıya dayanan

geçen bir yerde eski sevgilinin kapıya dayanması ve bundan mutlu olmakla ilgili, içinde aynı anda hem mutluluk hem hüzün barındıran, olayı öyle bir ifade eden ki çok iyi bir filmden alıntılanmış gibi zihinde resmedilebilen hafif romantik bir yazı okudum. romantiği burda sözlük anlamıyla kullanıyorum (davranışlarında duygu ve coşkunun aşırı etkisi bulunan). yazıda eski sevgilinin kapıya dayanma şekilleri, sebepleri, alternatifleri, farklı yer ve zaman ortamlarında tek tek anlatılıyor ve bunların karşılığında yazar o an düşündüklerinden bahsediyordu. dediğim gibi biraz romantik olarak.

şimdi ben de (altını çizerek söylüyorum, sözlük anlamıyla) romantik bir adam olabilirim biraz. yani hahahaha diyenler kadar evet abi öylesin diye destekleyenler de çıkacaktır. e bende de o hikayelerden çok var. kelime anlamıyla, fiziksel olarak kapıma dayanan eski sevgilim vardır, üçten fazladır şimdi düşününce. peki bizde niye o melodramlar yaşanmadı? kızaran gözler, tepegöz kamerasıyla çekimler, alttan müzik, duvara dayanmadan ayakta duramamalar. her tarafı dramatik pezevengin.

düşündüm, bir kere ben evde tek başımayken kocaman kadehlerde kırmızı şarap içmiyorum müzik dinlerken, ondan olabilir. hadi kırk yılda bir öyle bir ortam denk geldi diyelim, üstüm başım çok çirkin olur. çorap, boxer, üstümde rengi solmuş alakasız tişört. öyle kapıyı açtım mı olayın festival filmi estetiği bitti zaten.

daha önemlisi; kapıyı açtım, üzerimde normal bir şeyler ve elimde şarap kadehi var diyelim, içerden de phil collins duyuluyor. (hiç işim olmaz ama adamın son albümünün adı bile "love songs". hem ingiliz en azından.) kapıyı açtığımda öyle hisler belirmiyor ki bende. zihnimden öyle ağdalı ağdalı düşünceler geçmiyor. eski sevgiliyle ayrılmamızın üzerinden ne kadar geçtiğine bağlı olarak belki en başta oh ne güzel köpek etmişim temalı bir sevinç, sonrasında sinir harbi. o kadar. çok hümanist yaklaşamıyorum yani olaya. en nihayetinde sevgilindi, en azından karşında ağlarken nasıl üzülmezsin denebilir ama bende öyle olmuyor. o kadar çabuk ikna olacaksan, böyle hemen üzüleceksen niye ayrılıyorsun ki demezler mi adama? derler. bir kere yelken toplanıldı mı, demir alındı mı limandan, bir daha dönmemenin en doğrusu olduğunu cümle alem bilir bilmesine gerçi ama önemli olan uygulayabilmek tabii. bir de şu var: artık o kadını tanımıyoruz. o bir, intikam almak için tanımadığı biriyle yatan kadına dönüşmüş olabilir.

döndüm, dolaştırdım festival filmi sahnesinden gene nereye getirdim olayı bak. başkasıyla sevişti mi sevişmedi mi? işte bendeki kapasite bu, onu söylüyorum. ya da o pezevenk yalan söylüyor, öyle bir sahne yok.
olayı neden buraya getirdim? çünkü itiraf edilmesi gereken bir şey daha var. kapıyı açıp eski sevgiliyi gördün mü ister istemez son bir kere daha sevişecek miyiz de geçiyor tabii aklından. o yüzden otomatikman konu yine buraya bağlanıyor.

eğer gerçekten öyle bir sahne varsa, olabiliyorsa, bir dahaki sefere çok dikkat edeceğim, bakalım aklımdan neler geçiyor. özellikle kasacağım kendimi bir fransız filmi için.