11 Aralık 2013 Çarşamba

n.b.c.

nuri bilge ceylan ile tanıştım, hatta evinde oturup çay içtik.

1- masasının üzerinde her yerde görebileceğiniz bir apple bilgisayar var. filmlerinin montajını tek başına bununla yapıyormuş. "bir zamanlar anadolu'da" yı da burada yapmış. şu anda ürgüp'de çektiği filmi de 6 ay boyunca burada montajlamış, şimdi ses için almanya'ya göndermiş. "artık hep böyle, hollywood bile böyle yapıyor" diyor.
2- evin bir bölümünde büyük bir kütüphane var.
3- evdeki bilgisayar ve televizyon dışındaki en yeni eşya 1980 yapımı olabilir. koltuk, gardırop, lamba, duvar kağıdı, elektrik prizleri, her şey bit pazarından çıkma.
4- çok sakin ve sessiz konuşuyor. hatta filmlerindeki o garip sessizliklerden bile yaşadık diyebilirim ama o bundan hiç rahatsız olmuyormuş gibi gözüküyordu.
5- çay demledi, kötü bir tepside, standart çay bardaklarıyla getirdi. adam hiçbir şeye özenmiyor gibi.
6- evi cihangir'de. entellerden ve her yere açılan cafe'lerden şikayetçi. "entellerden kurtulamıyoruz bir türlü" diyor.

samimi adam, güzel adam, sevdim ben. çayla geçiştirmek olmaz şimdi rakı için kovalıyorum.

5 Kasım 2013 Salı

bilgi

iddia edilenin aksine, internet çağında bilgiye erişimin kolaylığı, bilginin değerini eksiltmiyor. çünkü çoğu zaman o kolay ulaşılan "bilgi" değil zaten. bilgiyi üretmek zor, kolay olan sadece iletişim. ikisini birbirine karıştırmamak lazım.

fakat şu var tabii, değerli bilgiye de bir kez ulaşıldı mı, onun da iletişimi çok kolay. işte o noktada artık analiz devreye giriyor. önemli olan bilgiye ulaşmak değil, onu analiz edebilmek artık. doğru yorumlayabilen kazanıyor. bizlerse bön bön bakıyoruz bilgiye.

23 Ekim 2013 Çarşamba

alper canıgüz

"senin iraden güçlü değil hayatım. sadece tutkuların zayıf."

epigraf

çoğu zaman okuyucuya bir şey ifade etmez.
yazar, hayalindeki etkiyi okuyucu üzerinde yaratamaz.
çünkü okuyucu, her şeyden evvel, daha "konuyu" bilmiyordur.

22 Ekim 2013 Salı

derviş

tarihimizde "dervişlik" var.
bir lokma - bir hırka gezen adam. maddiyatı önemsemeyen, bilge adam. bizim tarihimizde ucu tasavvufa dokunuyor.
aynısından uzakdoğu'da da var. çin ağırlıklı ama hindistan'dan da bahsedebiliriz. budist rahipler tapınaklarda yıllarca "çile çekmeyi" değil, dolaşmayı, yollara düşmeyi öğütlüyorlar.

çünkü olgunluğa, sabıra, bilgiye, ego kaybına yol açıyor dünyayı görmek. kafandaki duvarları yıkıyor, önyargıları kaybettiriyor, kafanda kurduğun karmaşık ağlara ve sebep-sonuç ilişkilerine kısayollar yaratıyor, insanı basitleştiriyor ve bunu kötü anlamda söylemiyorum.

hiç gitmediğin bir yeri düşünelim. oraya gitmeden önce zihninde yarattığın görüntüyle döndükten sonraki görüntülerin birbiriyle uyuşması imkansızdır. orası "hayal ettiğin gibi" iyi-kötü-zor-kolay-eğlenceli-sıkıcı-güzel-çirkin değildir. hayalinden mutlaka farklıdır. hayatta hiç deneyimlenmeden hayal edilen her şeyde olduğu gibi, burda da hayalin tecrübenle örtüşmeyecektir.

çünkü hayal, şimdiye kadar deneyimlediklerinin bir koalisyonudur. oysa insanın bilgisizliği ve ölene kadar öğrenme gereksinimi, "doğru" bir hayal için eldeki verilerin yetersizliğini apaçık ortaya koyar.
gitmeden evvelki hayalinin gördüklerinle uyuşmaması ne anlama gelir? hayalinin yanlış olduğu anlamına gelir. peki ne anlamda yanlış? hayalin, gitmeden evvel, hedefine çoğunlukla "gizem" yükler. orası dumanlıdır, net değildir, birkaç başlıktan ibarettir. belki farkında olmadan biraz da korku eklenir. halbuki vardığında her şey ayna gibi karşındadır, duman dağılır, görürsün.

gördüğün şey aynıdır. aynı insan, aynı ağaç, aynı hava. eğer unufak detaylara takılmazsan, bu "aynı"lık karşısında şaşırmadığını ve hatta biraz da gevşeyip rahatladığını fark edersin. ısınırsın. korkunu kaybedersin. 

bunu tekrar tekrar yaptığında olgunlaşır ve hayatı kendin için basitleştirirsin. ne de olsa, baktığın pencereye bağlı olarak, hayat bazen de basittir.

2 Ağustos 2013 Cuma

soru

eğer dolly gerçekse, insanlar kendi istedikleri bir zamanda, kendi istedikleri bir laboratuvarda keyiflerine göre bir yumurtayı dölleyip ana rahmine yerleştirdilerse; ve bundan sağlıklı bir bebek dünyaya geldiyse, ruh/bilinç/zihin/öz/x/y var mıdır, varsa nerededir?

3 Temmuz 2013 Çarşamba

insanları niçin öldürüyorsunuz, biraz bekleyin zaten ölecekler. - konfüçyüs

siyasetçiye şunu anlatamadık. sırf biz değil, tüm dünya anlatamadı: zorlamayla, yasakla hiçbir şeyi gerçekleştiremezsin. eskiden de gerçekleştiremezdin, şimdi hele hiç olmaz. insan evladı yasak sevmez.
türkiye son 15 yılda 6-7 kez eğitim sistemini değiştirdi. bazısı kökten değişikliklerdi, bazısı ufak tefek. şimdi yine 4+4+4'le ilgili değişiklik ve akabinde özel dershanelerin "kapatılması" söz konusu.

madem olayın detaylarını çözemedin, sistemin işleyişini ve eksikliklerini 11 yılda kavrayamadın, ne istediğini dahi saptayamadın ki sürekli değiştiriyorsun; en azından şunu bil be adam, bu iş öyle kapatıyorum demekle olmaz. dengenin kendi kendini bulması için ancak girdi ve çıktılarla oynayabilirsin, verileri değiştirebilirsin. ama sistemin kendisine pat diye müdahale edemezsin. sadece bu sistemde değil, her şeyde geçerli bu kural. cam fanus (kar küresi) içinde yaşayan bir organizma düşün, bu organizmaya dokunman yasak. yeşermesini mi istiyorsun? dışarıdan yapabileceğin etkiler belli: balkona koyarsın, güneşe çıkarmış olursun, buzluğa koyarsın, soğutmuş olursun, sallarsın, döküntüleri temizlemiş olursun... istediğin etkiyi bu müdahalelerle sağlamaya çalışırsın. camı kırıp otları yeşile boyayamazsın. boyarsın ama manasız olur, herkes fark eder.

dershaneleri mi kapatmak istiyorsun? eğitimi kalitelileştireceksin. zamanla dershaneye gerek kalmayacak, kapanacak. bunu uzaktan izleyeceksin. amerika, ingiltere bunu ülke politikası bazında yapıyor, biz tek bir sistem için bile beceremiyoruz. bizimkiler sabırsız, anında camı kırıp eliyle müdahale ediyor oyuna.

yazık değil mi onca çocuğa, öğretmene? bir sistem değiştirmek kolay mı, apartman yönetim planını değiştirmeye çalışsan tapuda bir hafta uğraşırsın, milyonlarca insanı derinden etkileyen şey iki senede bir değişir mi? yemişim merkez bankası faiz politikasını, anayasa taslağını, demokratikleşme hareketini, eğitim bu ya eğitim. hepimizi ya kurtarır, ya batırır. paradan daha önemli, özgürlükle yarışır.

mutlaka izlenmesi gereken filmler listesi

1- salinger

kadro müthiş.

1 Temmuz 2013 Pazartesi

eş anlamlılar

bazısı, ve sayıları hiç az değil, türkçe sözlük kıvamında yaşıyor hayatı. 
aşk, ona gül almak, onu mutlu etmek için çırpınmak. atatürkçülük, laiklik, sosyal demokratlık ve her devlet dairesine bir fotoğrafını asmak. dostluk, kötü gününde nasılsın iyi misin diye sormak. iş, sabahtan akşamüstüne kadar çırpınıp sonra "kendine zaman ayırmak". tatil, deniz kenarına gidip içki içmek. ak parti, tu kaka. chp, kadrosu çok eski değişmesi lazım. müzik, az bilinen gruplar. hep kendine, geniş ya da dar fark etmez, bir kalıp seç, kalıbın içindekilerini (yani aslında herkesin bildiğini) her ortamda herkese olumla ki, bir de tutarlılıktan puan kazanasın. o da kreması olsun.
ben de her boku eleştireyim.
gezi olaylarıyla başlayan bu muhalif süreçte taraf tutma demiyorum, gene tut. ama kalıplardan kurtul be güzel kardeşim. o kalıplardan ne ekmek yedi bazıları, yeter artık bu haksız kazanca dur de. ağaoğlu'nun tekeliyle ilgili pankart açmayı biliyon.
 

beyin bedava, attım hafızaya

parayla satın aldığın şey özgürlüğün aslında. ne kadar paran varsa, o kadar özgürsün. istediğin şeyi yapma, yeme, görme özgürlüğü. "devlet" her ne kadar bu en tabii hakkın herkese eşit dağıtıldığından bahsetse de, hiç eşit dağıtılmamış olması, ta-ma-men paraya endeksli olması insanlığın en büyük yanılgısı. (mı acaba?)

bir de şu var ama: yap, yaşa, yaşadığını kimse senden geri alamaz.

5 Haziran 2013 Çarşamba

direniş

bir şeyleri anlamamız 11 yıl sürdü demek ki.
demek ki bir toplumu ne kadar zorlarsan zorla, 11 seneden evvel uyanmıyor.

uyandıktan sonra ne yapacağımız meçhul biraz. daha evvel benzerini sadece biz değil, hiç bir toplum yaşamamış. lider yok, organizasyon yok, sabit ve tek bir amaç yok. fakat amaçsızlığa rağmen bir düzensizlik de yok. hükümeti devirmek çıtayı çok yükseğe koymak olur. ama belli başlı üç-dört konu kabul ettirilse tarihe benzersiz bir örnek olarak geçer.

korkudan sıyrılmak ne kadar ferahlatıcıymış, insanlar en çok buna sevindi sanırım. istediğin şeyi dövize yazıp sokağa fırlayabilmek, küfür kıyamet bağırabilmek bile lüks haline gelmiş haberimiz yokmuş meğer. ne pıstırmışlar bizi.
milletçe 1923'ten sonra ilk defa tarihe küçük de olsa bir çentik atabildiğimize inanıyorum. bu kadar hızlı tepki verebilen, bu kadar apolitik, örgütlenmemiş, teşkilatsız, lidersiz bir dayanışma ve direniş okuduğumu hatırlamıyorum. ya her şey, ya da en azından bir şeyler değişecek, kesin.

1 Mayıs 2013 Çarşamba

tedirginlik


askerliği tamamlayalı 7 sene olmuş ama hakkında hiçbir şey anlatmamışım.

teslim olduğum ilk günü çok iyi hatırlıyorum. ilk olduğu için muhtemelen. sonrası bulanık zaten, hep birbirinin içine geçmiş hikayeler. nisan ayıydı, bahar gelmişti - hava sıcaktı. üzerimde bir tişört elimde büyükçe bir bavulla gelmiştim kapıya. bavulun içinde askere gitmiş arkadaşlarımdan, internetten ve ailemden duyduklarımla doldurduğum bir sürü ıvır zıvır (ayak merhemi dahil) vardı. hepimiz nizamiye kapısından girip bir yerde toplanmış, aylar boyu sürecek manasız bekleyişe başlamıştık. kimse çok konuşmuyor, birkaç kişi hariç herkes neşesiz duruyordu. herkesin elinde bavul vardı, biri hariç. 

bavulu olmayan çocuk kısa boylu, incecik ve esmerdi. aynı yaşlardaydık. neşeli gözükenlerden biri oydu. saçlarını tarakla taramıştı; üzerinde kot gömlek, kot gömleğin öndeki cebinde de bir tükenmez kalem vardı. bir süre sonra 4-5 kişi bir çember oluşturup konuşmaya başladık, o da çemberin içindeydi. urfa'lı olduğunu, sosyoloji mezunu olduğunu öğrendim. pek sosyolojiyle ilgilenecek birine benzemiyordu. ama ben başka bir şeyi daha çok merak ediyordum. dayanamayıp sordum:

- hocam senin çantan nerde? eşyalarını nereye koydun?
- valla ben eşyasız geldim, böyle (ön cebindeki tükenmez kalemi de çıkartıp iki kolunu yanlara açarak).
- niye?
- e her şeyimizi devlet karşılamayacak mı? broşürde öyle yazıyordu, tüm ihtiyaçlarınız devlet tarafından karşılanacak, diyordu?

broşürde gerçekten de öyle yazıyordu. bu adamın gamsızlığı mı neşesine önayak oluyordu yoksa saflığı mı karar veremedim. ilk günkü neşesini tüm  askerlik boyunca da kaybetmedi. bir adam nasıl olur da bakkala gider gibi evden çıkıp askere gelirdi? sonraları çok samimi olsak da bunu ona hiç soramadım. sorsam, beni küçük görür diye çekindim galiba. peki sonuçta ne oldu, askerlik boyunca hiçbir şeyi eksik kalmadı, her sorununu bir şekilde çözdü ve o da hepimiz gibi terhis olup evine döndü. traş köpüğü yok diye ölecek değildi ya.

22 Nisan 2013 Pazartesi

travma


sıcakça bir bahar günü ablamın odasındayız. eve temizliğe anneme yardım etmek için gelen "naciye abla" benim odamı temizlediğinden burdayız. cam açık, hava esiyor, annem mutfakta yemek pişiriyor, ara sıra tencerenin kenarına çat çat vuruyor metal kaşıkla.
ablamın ders masasının başındayız. daracık masaya yan yana iki iskemle koyarak sıkışmışız. oda zaten küçük. yanımda naciye abla'nın küçük kızı var, 5 yaşlarında. okumayı öğretmeye çalışıyorum.

daha ilk dersimiz ve ilk dersimiz başlayalı henüz 10 dakika olmuş. ama ben kızcağızın hemen okumasını bekliyorum. çünkü 9 yaşındayım. harfleri gösterdikten sonra yan yana koyuyorum ve "oku" diyorum. okuyamıyor. kızıyorum, baştan gösteriyorum. yine okuyamıyor tabii kızcağız. çok sinirleniyorum: aptal mısın kızım sen? nasıl okuyamıyorsun? bırak ya, neyse, kafan çalışmıyor senin,  *a n n e n  de  h i z m e t ç i  z a t e n.*

of. kızın yüzü düşüyor, benim annem hizmetçi değil, diyor. o an biraz uyanıyorum mevzuya ama hemen müdahale edemiyorum maalesef. zaten o yaşta hiçbir şeye müdahale edemiyorsun. birden kalkıp içerki odaya gidiyor; hala terli terli uyanmama sebep olan, yan odadaki boğuk sesini duyuyorum: anne, sen hizmetçi misin?

sessizlik.
...
sessizlik.
...
hala ses yok.

sonra kız gelip tekrar yanıma oturuyor. annesinin verdiği cevabı hiçbir zaman öğrenemedim. ama aylarca yüzüne bakamadım kadının. evde duramadım, sokakta oturdum, ders çalışma bahanesiyle arkadaşlarıma gittim. odayı dağıtmadım, topladım hep, benim odama girmesin diye. şimdi, 23 sene sonra, kızın evlenmiş ve hatta çocuk sahibi olmuşken, beni affettin değil mi naciye abla?

29 Mart 2013 Cuma

ego süzgeci


başarılı adamların başarılı olduktan "sonra" anlattıkları başarı hikayeleri, çoğunlukla gerçekle örtüşmez. bu, anlatıcının yalancı olduğunu da göstermez. başarılı anlatıcı, anlattıklarını bir ego eleğinden geçirdikten sonra, sadece eleğin altında kalanları bize sunmaktadır. ego, 3. kişiye anlatılan çoğu hikayedeki gibi burada da süzgeç vazifesi görmektedir.

benim 32 yıllık kendi hayat hikayemde önce maslow'la freud'la, sonra da fight club'la revolver'la moda olan, popülarite kazanan bu ego, insanın kendi kendisini yönetmesidir (cumhuriyet). yani, kendi kendine yalan söylemesidir de diyebiliriz. 
başardıkça büyüyen elek, giderek büyüdüğünden, üstte kalan tortu miktarı da artacaktır. tortu arttıkça da hikayenin gerçekle bağıntısı ters orantıyla (obeb-okek) azalacaktır. ne kadar başarılı adam - o kadar yanlış hikaye. (yalan hikaye demiyorum, altını çizerim).

6 Mart 2013 Çarşamba

müslüm gürses

gücenmek, alınmak tatlı gelir bazen.

keyif verir. insan sırf sıkıldığından, sırf sahne yaratmak için gücenir ve sonra bunu uzatır da uzatır. o kadar uzatır ki, bir süre sonra gerçekten nefret etmeye başlar. halbuki niye gücendiğini dahi unutmuştur.

vermeyesice

hep düstur edinilen, her kitapta mevzusu geçen, her büyükten nasihat olarak teslim alınan, sosyoluğundan psikoloğuna herkesin önerdiği "insan sevgisi"nin sınırı nereye kadar? nankörlüğe kadar. verdiğinin karşılığını alamayana kadar. sen iyilik yap, nankörlük etsin, ikincisinde gene iyilik et, nankörlüğe devam etsin; hadi belki üçüncüsünde de, ama sonra o en büyük erdemin dahi sona erer, verecek şeyin kalmaz, sabrın da biter sevgin de. yani biz ücret karşılığı çalışan işçileriz. verdiğimizin, emeğimizin karşılığını hemen isteriz. hemen verilmezse veresiyeye yazmayız. büyük keşif sayılmaz gerçi, ama hatırlamak, hatırlatmak lazım.

28 Şubat 2013 Perşembe

kürt meselesi

yılmaz abi'nin başarılı tespiti:

memleket istiyorum - trt belgesel

"orda olmanızın bir anlamı daha olur, burda olmamak.
yani saçmasapan bir karşıtlığı tetikler bu.
ki, bir kişi zaten yeterince karışık."

sonuna kadar izlenmesini; hatta en başından sonuna kadar izlenmesini tavsiye ederim. biliyorum çok üşengeçsiniz, o yüzden en iyi yerini yakalamaya çalıştım.

17 Şubat 2013 Pazar

pazar gelmesin diye cumartesiyi takvimden kaldırmak


"hayatım boyunca kendimi bir yazar, bir şarkıcı, bir düşünür, ne bileyim bir sanatçıyla özdeşleştirmek istedim. kendisini her televizyonda gördüğümde, eserleriyle 'hah tam benim kafamdan birisi...' diyebileceğim biriyle karşılaşmak istedim. ama kısmet değilmiş. böyle birisi şimdiye kadar karşıma hiç çıkmadı. aslında yalan söyledim. hiç bir zaman kendimi özdeşleştireceğim birisini aramadım. o zaten her zaman yanıbaşımdaydı. ama ne yazık ki bu durumdan çok utanıyordum. bir süre ona uğramamaya, yanına yaklaşmamaya, ondan kaçmaya çalıştım ama olmadı. en sonunda gerçeği kabul etmeye karar verdim. ben insanlar gibi bakış açımı jim morrisonjohn lennon ya da dostoyevski'yle özdeşleştirmiyor, kendimi onlar gibi göremiyordum. ben ne yazık ki sokaktaki bim marketiydim. sattığı ürünleri bir reyona koymak yerine kolilere istiflemesiye dağınık, özensiz ama samimi yapısıyla tıpkı bana benziyordu. bauhaus ya da migros gibi müzik yayını yaparak müşterilerin daha çok alışveriş yapmasını sağlayacak kadar kurnaz değildi. olması gibi sessiz, durağan ve ucuzdu. evet belki bir migros değildi, ama bir aydınlar bakkaliye de değildi. ne tam şehirli ne tam köylüydü, arada sıkışmış acı çeken bir hali vardı bim'in."

umut sarıkaya

"bana yaşamayı öğretmediler. daha doğrusu, bana her şeyin öğrenilerek yaşanacağını öğrettiler. yaşanırken öğrenileceğini öğretmediler. ben de kolayca razı oldum bana öğretilen bu yanlışlara. insan, kendi bulurmuş doğru yolu. ben bulamazdım. bana, başkalarına gösterdikleri basmakalıp yolları öğrettiler. başka türlü bir itinayla tutmalıydılar beni. daha fazla değil, farklı."

oğuz atay

"öğütler ancak öğüt verene yararlıdır. o da vicdanındaki yükü hafiflettiği için."

trevanian

15 Şubat 2013 Cuma

the tragedy is not the brutality of evil, but the silence of good people. - martin luther

lise 2'deyim, ilk dönem bitiyor, karne alıyoruz, 6 kırığım var.
karneyi almadan önce de 6 kırığım olduğunu biliyorum tabii, ama annemler bilmiyor. sürpriz.
aynı gün annemin arabasını kaçırıyorum ve kaza yapıyorum. arabada ağır hasar var.

babam akşam eve geldiğinde durum şu olacak:
karısı çok sinirli, oğlunun karnesinde "6" kırığı var ve aynı gün arabayı kaçırıp (ehliyetsiz) kaza yapmış.
evde kaçacak delik arıyorum, babamın eve gelişini kan ter içinde bekliyorum. büyük olay çıkacak.

babam geliyor, duyuyorum. üstünü değiştiriyor, duyuyorum. odamın önünden geçiyor ama açmıyor kapıyı. yemeğe çağırıyorlar, tokum diye gitmiyorum mutfağa. hala babamla karşılaşmadık. ve sonunda çağırıyor yanına. süklüm püklüm gidiyorum yere bakarak:

"arabayı çarpmışsın. karnen de kötüymüş çok. bazen insanın başına her şey üst üste gelir di mi? her şey çok ters gider bazen. kötü şans böyle denk gelir. takma kafana neyse siktir et, her şey düzelir."

15 sene sonra haala hatırlıyorum kelimesi kelimesine. bilardoda "çok ince görmek"i anımsatıyor bana.

29 Ocak 2013 Salı

türkiye türklerindir

alıntıdır:

"özel mulkiyetin, uluslararasi serbest ticaretin kaptirip gittigi su zamanlarda, boyle sloganlar da iyice anlamsizlasiyor. demin 3 dakikalik bir reklam izledim (bkz:cem yılmaz türk telekom avrupa fiber optik reklamı), avrupada fiberoptik altyapi satin almislar. "turk telekom" derken ses bass baritona kayiyor, 30-40 desibel ekleniyor. guya gogsum kabaracak, elalemin arge'sini yapip dosedigi kabloyu satin aldik diye. sonra bakiyorsun, turk telekomun %55'i suudi sirketin. "aldik"tan k'yi cikar, ne kaldi? sonra o turk'u cikar, yerine arap koy, yanina da ekle ozel yatirimcilarin hissesini yuzde 15'ten ne etti? 40 bile degil, 30 etti. turk telekom yuzde 30 turk/turkiyeli/turkmen/torok/dork/dirk nowitzki. 30 degil 40 kere soylendi "turke turk propagandasi" yapildigi ama bu sefer masraflar riyad'dan.

amerikali evini mortgage'lıyor bankadan, bankanin merkezi irlanda, sahibi almanlar. banka o mortgagelari toplayip wall street'teki sirketlere satiyor, onlarin sahibi zaten belli degil. onlar da bunlari sepetleyip japon isadamina, cinli yatirimciya, libyali devrik diktatore, bambaska kisilerin hisselerinden olusan bambaska bankalar araciligiyla satiyorlar. amerikalinin evinin sahibi kim belli degil, odemeyi yapamayinca iflas eden kim bilinmiyor. japon borsasi cokunce kanadali itfaiyecilerin emeklilik fonlari eriyip bitiyor; fransizlarin uykulari kaciyor yunanistan'in kredi rating'i ccc'ye dusunce (ccc yunanistan ccc diye tweet atti standard and poors (bu arada bunlarin isminin icinde poor olmasi komik degil mi? (bence degil)))

bizim hatun (lardan biri) amerikan vatandasi bile degil ama mecliste calisip, abd'nin afrika politikasini sekillendiriyor ufak ufak. secim kampanyalarina yabanci menseili de olsa, ozel sirketlerin limitsiz bagis yapma imkani var.

dunya senelerdir boyle karman corman bir yer haline gelirken ve bu iliskiler hizlanarak karmasiklasirken, kan/bayrak/milli gurur ile kutsallastirilagelmis toprak parcalarinin mulkiyet hakki sanki bu kavramlara bagliymis gibi davranmanin manasi yok. dun kanla aldigin seyleri, bugun dis ticaret acigini kapamasi icin satiyorsun, aksi halde zamaninda kanini dokenlerin kanindan olanlar fakirlikten kanlarini satacaklar (3 hafta dusundum bu cumle uzerinde). baskasina satmasan, birbirine satiyorsun; turkiye turklerin de, tam olarak ne kadari hangi turklerin?

bizim yasadigimiz cag toprak alip verme, sinir cizme, bayrak dikme cagi degil. kurtulus savasi ve cagristirdigi idealize edilmis tipler, davranislar, erdemler hicbirimiz icin bir gerceklik degil. guneydogu'da dokulen kanlar, dikilen bayraklar pek azimiz icin bir gerceklik ve bunun etkisi de gorece az. oysa borsa, internet, uluslararasi lobiler, kisaca sinirlar otesi her turlu soz ve mulkiyet hakki, topraga bagli olmayan her turlu siyasi, ekonomik, diplomatik guc hepimizin gercekligi. iflas eden amerikalinin, ona parayi gomen cinli yatirimcinin gercekligi. her gun tecrube ettigimiz dunya bu. ve cogumuz da bu dunyada guclu/mutlu olamadigimiz icin, "turkiye turklerindir" gibi bir fantazi beyanata sariliyoruz afyon misali. orada turk kelimesi irki da temsil etse, vatandaslik bagini da temsil etse, her halukarda cogunluk icin gorece kolay bir kistas. bir konuda basarili olmaya, calisip didinmeye, gerek yok turk olabilmek icin ve dolayisiyla bu ulkenin sahibi olmak icin. sansli, zengin, bol tanidikli olmaya gerek yok. buna inanmak, turk telekom reklamini gorup gurur duymak, elbette adil olmayan gercekle yuzlesmeye kiyasla daha kolay. 

koylu milletin efendisidir de boyleydi. ama en azindan ona koyluler inanmiyordu."

23 Ocak 2013 Çarşamba

denklemler

açık sözlülük eşit değildir dürüstlük.
dürüstlük eşit değildir iyi insan.
iyi insan büyük-eşittir dürüstlük.
iyi insan büyük-eşittir açık sözlülük.

sene olmuş 2013, hala bunları bilmeyen, karıştıran var.

11 Ocak 2013 Cuma

dosti


dostoyevski'nin son romanı karamazov kardeşler (tam 1.025 sayfa, adamın anlatası varmış.) şöyle başlar:

"size gerçek, gerçeğin ta kendisi olarak diyorum ki: toprağa düşen bir buğday tanesi yok olmazsa, yalnızca bir buğday tanesi olarak kalır; ama yok olursa, o zaman bereketli ürün doğurur."

ben bunu okuyunca ne anladım? 
kendine ve hatta hayatındakilere maksimum fayda sağlayabilmen için, önce dibe vurman (yok olman?) gerekir. ancak hiçliği gördükten sonra verimli olabilir, fayda sağlayabilirsin.

annemlerle konuştuk - tartıştık, annem ne anlamış?
insanın dünyaya bırakacağı tek değerli şey çocuklarıdır, kendin birey olarak hiçsindir, ancak çocuklarınla varolabilirsin. [annem ve torun ihtiyacı]

işte edebiyatın güzelliği, işte kültürlerarası çeşitlilik, işte insan doğasının gizemi.