tüm dünyamın marksist olduğu, bütün yaşıtlarımın benimle her yönden eşit olduğu ilkokulun ikinci sınıfındaydık. devlet ilkokuluna gidiyordum ve 45 kişilik sınıfımızda her sınıftan çocuk varken biz hiç bir sınıftan haberdar değildik.
birden bir misket furyası başladı. bir gün biri bir torba misketle geliverdi ve bir anda bütün okul misket oynamaya koyuldu. fulya'yla bunu eleştirdiğimizi hatırlıyorum. fulya, benim o dönem hemcinslerim dışında konuştuğum, oynadığım ve güldüğüm "normal" bir arkadaşımdı. sanırım ikimiz de bir şekilde büyüklerin dünyasında erkek ve kızın normal arkadaşlıklarına şahit olmuş (olabildiklerini zannetmiş) ve kendi hayatımızda da bunu uygulamaya karar vermiştik. biraz garipti tabii. teneffüslerde herkes ya misket ya yakalamaç oynarken biz bir köşeden izleyip bunları eleştiriyorduk. yaşımıza göre fazla olgunduk. fulya biraz şişmandı sanırım. bu da "normal" arkadaşlığımızı rahatlatıyor, kolaylaştırıyordu.
her şeyin ve herkesin eşit olduğu bu sistemde problem şuydu ki, yalnızca kendi gerçek maharetlerinle tartılıyor, değerlendiriliyordun. ve bende kesinlikle misket oynama yeteneği yoktu. bu yüzden son zamanlarda fulya'yla daha çok takılmaya başlamıştım. bizimkilerden kopuyordum, acilen bir şey yapmam lazımdı. ne zaman harçlıklarımla bizim çocuklardan 5 - 10 tane misket alsam, sonraki ilk oyunda hepsini kaybediyordum. e haliyle de oyundan çıkmam ve tek başıma ya da fulya'yla oynamam gerekiyordu.
önce ananemi görevlendirdim çünkü annem böyle isteklerime bağırarak cevap verebilirdi. kadıncağızı iki - üç gün boyunca çarşı pazar dolaştırdım ama şimdi hatırlayamadığım bir sebepten misket almayı başaramadı. sanırım satılan yerleri bulamıyordu. benim de gündüz hayatım okuldan ibaretti, gündüzleri dışarı çıkıp ananemle beraber misket almayı hayal bile edemezdim. gündüzleri olmam gereken yer okuldu. hayat böyleydi. başka yol kalmadığından tüm riski göze alarak yılmaz'a gittim. bu oyunu en iyi oynayanlar yılmaz ve ismail'di, her ikisi de sınıfın en tembelleri ve öğretmenden en çok azar işitenleriydiler. yılmaz'a ananemden aldığım parayla gittim ve tam 150 tane misket almak istediğimi ama bunun aramızda bir sır olarak kalması gerektiğini söyledim. bir de fulya bilecekti tabii. tamam dedi, pazarlık yaptık, ertesi gün misketleri getireceğini söyledi.
ertesi gün biri iyi biri kötü iki şey oldu. yılmaz tarafından kazıklandım, ama öte yandan herkes misket oynamayı bıraktı. yılmaz bana yaklaşık 50 - 60 tane misket getirmiş ve bunların içinde diğerlerinden daha büyük ya da daha parlak olan bazılarının 10 misket - 15 misket değerinde olduğunu söyleyip genel toplamda söz verdiği gibi 150 misket getirdiğini iddia ediyordu. bense misket konusundaki cahilliğimden itiraz edemiyor ama bir şekilde kazıklandığımı da fark ediyordum. fakat sonuçta yılmaz'da daha fazla misket kalmadığından oynayamıyordu ve üstat oynamayı bırakınca bir anda herkes bu oyundan soğumuştu. ben de elimde bir torba dolusu (150 misket değerinde) misketle kalakalmıştım. bardağa dolu tarafından bakarsak bu eziyeti sonlandırmış, bir miktar rüşvetle eski neşeli hayatımı geri kazanmıştım. o misketler uzun seneler odamdaki bir kabın içinden bana bakarak yaptığım düzenbazlığı bana hatırlattı.
tekrar top oynamaya koyulduk, her şey yerli yerine oturdu ve fulya ile ben de yaşıtlarımız gibi çok daha seyrek konuşmaya, konuştuğumuzda da kavga etmeye, birbirimize salak demeye başladık. taa ki beşinci sınıfa kadar.
19 Mayıs 2010 Çarşamba
17 Mayıs 2010 Pazartesi
sıla
yaklaşık son üç - dört yıldır okuduğum kitapların ilk sayfalarına isim, tarih ve yer yazıp imzalıyorum. aslında bunu şu hayalin motivasyonuyla yapıyorum:
yazdan kalma bir bahar günü üç katlı evindeki büyükannesini ziyaret eden sevimli torun, bahçede büyükannenin yaptığı limonatayı içip, saçlarının örülmesi için önünde otururken laf bana gelir, 10 yaşındaki sevimli kız, dedesi hakkında sorular sormaya başlar. büyükanne dedeyi anlatırken gülümsemekte, küçük kız da yere değmeyen bacaklarını bir ileri bir geri sallamaktadır.
- gerçekten mi? dedemin okuduğu bütün kitaplar tavanarasında mı yani şimdi? (çizgi filmlerdeki heidi sesi. moviemax'lerdeki küçük kız sesi de olur.)
- evet bi tanem. (sigaradan çatallaşmış yaşlı kadın sesi. gene moviemax.)
- ama sen kimsenin oraya çıkmasına izin vermezsin ki?
- deden istemezdi çünkü yavrum. eşyalarının karıştırılmasından hoşlanmazdı. ama senin gibi bir hanımefendiye karşı gelebileceğini sanmıyorum. (arkadan uzanıp yanağa bir öpücük.) sen istersen girip bakabilirsin.
bir sonraki sahnede küçük kız yavaşça daha evvel hiç açılmamış tavanarası kapısını aralayıp karanlık ve tozlu odaya girer. oda yüzlerce kitap, dergi ve cd ile doludur. ufak pencereden giren günışığı tozu daha da belli etmektedir. şaşkınlıktan etrafına bakınan kız boyundan daha yüksekteki raftan uzanıp rastgele bir kitap çeker. bu sırada büyükanne kapının eşiğine dayanmış, gülümseyerek kızı izlemektedir. kız kitabın üzerindeki tozu önce üfleyerek sonra da eliyle siler. kamera kitaba ve kızın küçük ellerine fokuslanır: albert camus - yabancı. içini açar: ozan sezen - ocak 2007 - cihangir. sonra dedesinin raftaki bir fotoğrafını görür, bu mu yazmış bunu, diye geçirir içinden. okurken beğendiğin bir cümleden sonra kapağı çevirip yazarın fotoğrafına bakılır ya, onun gibi. gülümseyerek büyükannesine bakar. büyükannenin elindeki tabakta çörekler vardır.
bundan sonra olaylar hızlı ileri sarılır. küçük kızın zamanının çoğunu bu odada geçirmeye başladığını anlarız. dedesinin bütün kitaplarına bakmış, temizlemiş, kronolojik olarak sıraya dizmiş ve çoğunu okumuştur. ergenlik döneminde bile kızın yalnız kalmak istediğinde hep bu odaya geldiğini, dedesine mektuplar yazdığını görürüz. ileri sarma sona erdiğinde ufaklık büyümüş, genç ve güzel bir kadına dönüşmüştür. ama artık hayatında dedesinin önemli bir yeri vardır. en zor zamanlarında o odaya koşmuş, huzuru dedesinin kitaplarında bulmuş, dedesiyle arasında (tabiri caizse) "doğa üstü" bir iletişim kurmuştur.
genç kadın bir delikanlıdan evlenme teklifi aldığında şok olur ve düşünmek için her zamanki gibi dedesinin tavanarasına gider, kitapları karıştırmaya başlar. yine zor bir karar verme aşamasındadır ve yine dedesinden yardım ister. işte tam bu noktada ben ortaya çıkarım birden. bir ışık hüzmesinin içinden yürüyerek gelirim. üzerimde boğazlı kazağım, dirsekleri deri ceketim ve kırlaşmış sakalımla. gerçek miyim hayal mi belli değildir. belki de torunum uyuyakalmış ve rüya görmektedir. torunumun gözleri fal taşı gibi açılmıştır:
- dede, bu sen misin?
- evet hayatım. benden yardım istedin, ben de geldim. (sanki son 15 senedir yardım istemiyormuş gibi.)
- inanamıyorum. gerçekten inanamıyorum. o kadar uzun zamandır seninle konuşmak istiyordum ki. nerden başlasam bilemiyorum.
ve ben sonraki beş dakika boyunca bilgece laflar eder, konuyla alakasız gibi duran bir hikaye anlatır, torunumun kafasındaki soru işaretlerini bir bir silerim. arkamı dönüp ışık hüzmesinde kaybolduğumda torunum artık beni daha da çok sevmekte ve heyecandan yerinde duramamaktadır. koşarak aşağıya iner, artık sandalyesinden çok fazla uzaklaşamayan büyükannesinin yanına gidip olayı anlatır, büyükannesi okuduğu kitaptan kafasını kaldırmadan sadece gülümser. sanki bu onun başına her akşam geliyormuş gibidir, an az miyagisan kadar soğukkanlıdır.
bu yüzden bitirdiğim kitapları kaldırmadan evvel isim - tarih ve yer yazıyorum. her yazdığımda da emeklilik fonuma bir miktar daha para yatırmış gibi rahatlıyorum. evet.
yazdan kalma bir bahar günü üç katlı evindeki büyükannesini ziyaret eden sevimli torun, bahçede büyükannenin yaptığı limonatayı içip, saçlarının örülmesi için önünde otururken laf bana gelir, 10 yaşındaki sevimli kız, dedesi hakkında sorular sormaya başlar. büyükanne dedeyi anlatırken gülümsemekte, küçük kız da yere değmeyen bacaklarını bir ileri bir geri sallamaktadır.
- gerçekten mi? dedemin okuduğu bütün kitaplar tavanarasında mı yani şimdi? (çizgi filmlerdeki heidi sesi. moviemax'lerdeki küçük kız sesi de olur.)
- evet bi tanem. (sigaradan çatallaşmış yaşlı kadın sesi. gene moviemax.)
- ama sen kimsenin oraya çıkmasına izin vermezsin ki?
- deden istemezdi çünkü yavrum. eşyalarının karıştırılmasından hoşlanmazdı. ama senin gibi bir hanımefendiye karşı gelebileceğini sanmıyorum. (arkadan uzanıp yanağa bir öpücük.) sen istersen girip bakabilirsin.
bir sonraki sahnede küçük kız yavaşça daha evvel hiç açılmamış tavanarası kapısını aralayıp karanlık ve tozlu odaya girer. oda yüzlerce kitap, dergi ve cd ile doludur. ufak pencereden giren günışığı tozu daha da belli etmektedir. şaşkınlıktan etrafına bakınan kız boyundan daha yüksekteki raftan uzanıp rastgele bir kitap çeker. bu sırada büyükanne kapının eşiğine dayanmış, gülümseyerek kızı izlemektedir. kız kitabın üzerindeki tozu önce üfleyerek sonra da eliyle siler. kamera kitaba ve kızın küçük ellerine fokuslanır: albert camus - yabancı. içini açar: ozan sezen - ocak 2007 - cihangir. sonra dedesinin raftaki bir fotoğrafını görür, bu mu yazmış bunu, diye geçirir içinden. okurken beğendiğin bir cümleden sonra kapağı çevirip yazarın fotoğrafına bakılır ya, onun gibi. gülümseyerek büyükannesine bakar. büyükannenin elindeki tabakta çörekler vardır.
bundan sonra olaylar hızlı ileri sarılır. küçük kızın zamanının çoğunu bu odada geçirmeye başladığını anlarız. dedesinin bütün kitaplarına bakmış, temizlemiş, kronolojik olarak sıraya dizmiş ve çoğunu okumuştur. ergenlik döneminde bile kızın yalnız kalmak istediğinde hep bu odaya geldiğini, dedesine mektuplar yazdığını görürüz. ileri sarma sona erdiğinde ufaklık büyümüş, genç ve güzel bir kadına dönüşmüştür. ama artık hayatında dedesinin önemli bir yeri vardır. en zor zamanlarında o odaya koşmuş, huzuru dedesinin kitaplarında bulmuş, dedesiyle arasında (tabiri caizse) "doğa üstü" bir iletişim kurmuştur.
genç kadın bir delikanlıdan evlenme teklifi aldığında şok olur ve düşünmek için her zamanki gibi dedesinin tavanarasına gider, kitapları karıştırmaya başlar. yine zor bir karar verme aşamasındadır ve yine dedesinden yardım ister. işte tam bu noktada ben ortaya çıkarım birden. bir ışık hüzmesinin içinden yürüyerek gelirim. üzerimde boğazlı kazağım, dirsekleri deri ceketim ve kırlaşmış sakalımla. gerçek miyim hayal mi belli değildir. belki de torunum uyuyakalmış ve rüya görmektedir. torunumun gözleri fal taşı gibi açılmıştır:
- dede, bu sen misin?
- evet hayatım. benden yardım istedin, ben de geldim. (sanki son 15 senedir yardım istemiyormuş gibi.)
- inanamıyorum. gerçekten inanamıyorum. o kadar uzun zamandır seninle konuşmak istiyordum ki. nerden başlasam bilemiyorum.
ve ben sonraki beş dakika boyunca bilgece laflar eder, konuyla alakasız gibi duran bir hikaye anlatır, torunumun kafasındaki soru işaretlerini bir bir silerim. arkamı dönüp ışık hüzmesinde kaybolduğumda torunum artık beni daha da çok sevmekte ve heyecandan yerinde duramamaktadır. koşarak aşağıya iner, artık sandalyesinden çok fazla uzaklaşamayan büyükannesinin yanına gidip olayı anlatır, büyükannesi okuduğu kitaptan kafasını kaldırmadan sadece gülümser. sanki bu onun başına her akşam geliyormuş gibidir, an az miyagisan kadar soğukkanlıdır.
bu yüzden bitirdiğim kitapları kaldırmadan evvel isim - tarih ve yer yazıyorum. her yazdığımda da emeklilik fonuma bir miktar daha para yatırmış gibi rahatlıyorum. evet.
13 Mayıs 2010 Perşembe
underwear
şarkının hikayesi bence gayet anlaşılır: jarvis uzaktan uzağa hasta olduğu kızı karşı pencereden rontluyor.
o kız kim? bence o kız disco 2000'daki komşu kızı deborah. bu jarvis'in yan komşusu olan başka bir eleman var (disco 2000'da bahsi geçen martyn olabilir), onunla çıkıyor, jarvis'in de ortamın meriç'i olarak olaydan haberi var. o gece de biliyor ki kız o elemanın evine gidecek, o yüzden tuhaf bir suçluluk ile ronta yatmış (bunu da daha evvel yapmış zaten, disco 2000'da bahsediyor: ''i had to watch them [boys] try and get you undressed''). neyse efendim, hadise ilerleyince deborah adama sürpriz yapmaya karar vermiş, odasına çıkmış soyunmuş, donuyla kalmış. jarvis de olayları açık pencereden izlemek zorunda kalınca, ulan kızı hep donuyla görmek istedik, oldu, ama böyle oldu. talihe bak, formata bak diyor. ama bir yandan da izlemekten geri durmuyor jarvis, çünkü olayın cereyan edişinden önce ve önemli olan kızı donuyla görmek. sevişmeyi de o yüzde do do do do diye izliyor, kendisine dokunarak (31 yoluyla), doyuma ulaşıyor. şarkı da o doyumla bitiyor zaten.
sonra bu deborah o komşu'dan hamile kaldı, martyn ile leicester'e taşındılar, sonra deborah bunu bir kere evine çağırdı pencil skirt şarkısı yaşandı, orası ayrı hikaye.
pulp - underwear
o kız kim? bence o kız disco 2000'daki komşu kızı deborah. bu jarvis'in yan komşusu olan başka bir eleman var (disco 2000'da bahsi geçen martyn olabilir), onunla çıkıyor, jarvis'in de ortamın meriç'i olarak olaydan haberi var. o gece de biliyor ki kız o elemanın evine gidecek, o yüzden tuhaf bir suçluluk ile ronta yatmış (bunu da daha evvel yapmış zaten, disco 2000'da bahsediyor: ''i had to watch them [boys] try and get you undressed''). neyse efendim, hadise ilerleyince deborah adama sürpriz yapmaya karar vermiş, odasına çıkmış soyunmuş, donuyla kalmış. jarvis de olayları açık pencereden izlemek zorunda kalınca, ulan kızı hep donuyla görmek istedik, oldu, ama böyle oldu. talihe bak, formata bak diyor. ama bir yandan da izlemekten geri durmuyor jarvis, çünkü olayın cereyan edişinden önce ve önemli olan kızı donuyla görmek. sevişmeyi de o yüzde do do do do diye izliyor, kendisine dokunarak (31 yoluyla), doyuma ulaşıyor. şarkı da o doyumla bitiyor zaten.
sonra bu deborah o komşu'dan hamile kaldı, martyn ile leicester'e taşındılar, sonra deborah bunu bir kere evine çağırdı pencil skirt şarkısı yaşandı, orası ayrı hikaye.
pulp - underwear
6 Mayıs 2010 Perşembe
din
koca koca ilahiyat profesörleriyle, fizikçileri, akademisyenleri oturtuyorlar, varoluşu, dini, allah'ı tartıştırıyorlar. bunu talep eden izleyici anlıyorum, davet eden programcıyı da anlıyorum, ama kabul edip de gelen akademisyeni, ilahiyat profesörünü hiç bir türlü anlayamıyorum. hadi ilahiyatçıyı da anladım diyelim; bir adamı bile konuşup ikna edebilsem, müslüman alemine katsam faydası vardır, büyük sevabı vardır kafasında olabilir. ama ey akademisyen, sen elindeki hangi bilimsel veriyle, hangi gerçeği çürüteceksin, neyle neyi ispatlayacaksın da oraya çıkıyorsun?
tüm bunların inanç olduğu, deşilmemesi, saygı duyularak kabul edilmesi gerekliliği klişesinden yola çıkarak, bir adım daha öteye gidip, kesinlikle "tartışılmaması" lazımdır diyorum. çok da basit bir sebebim var. tartışılmamalı, açıklanmaya çalışılmamalı, çünkü tüm bunları kelimelere döküp ifade etmeye çalışırken yine kendi icadımız olan kendi kelimelerimizi kullanıyoruz. o kelimeler ki, gördüklerimiz ve duyduklarımızın imgesel birer tasavvuru. bu kelimeler uzayda, ve hatta dördüncü boyutu bile katsan uzay - zamanda kendi duyularımızla duyumsadıklarımızın seslendirilmiş hali. halbuki her anlatmaya çalışan insanüstü, mükemmel, her şeyden, uzaydan da zamandan da bağımsız, sonsuz (ki insan aklının bu kelimeyi idrak edebileceğini zannetmiyorum, benimki etmiyor. sonsuz, "çok" demek değildir.) bir "şey"den bahsediyor. e öyleyse "allah büyüktür" ne kadar saçma, ne kadar gerçekdışı kalıyor, bu görülmüyor mu? "allah'ın gücü her şeye yeter" derken güç ile kastedilen, bir beygire, bir kilograma oranla mı söyleniyor?
tanrı'nın gücü ile şeytan'ın marifetleri, meleklerin yetki ve sorumluluklarından bahsediliyor, sanki boks maçı gibi.
peki hiç bahsedilmez ve tartışılmazsa, din sonraki nesillere nasıl aktarılacak? (aktarılmalı mı, orayı geçiyorum.) şöyle ki; ana kaynağından. kuran'sa kuran, tevrat'sa tevrat, theravada'ysa theravada. merak ediyorsan açıp okursun, ilgileniyorsan devam edersin. etmiyorsan, okumuyorsan ve sadece birilerinin senin beyninde çizdiği resime göre inanmayı ya da inanmamayı seçiyorsan, hangisini seçtiğin önemli değil, her halükarda yanlışsın. çünkü sana anlatılan doğru olamaz. çünkü o, bizim kelimelerimizle anlatıldı. ama inanman ve ibadet etmen gereken tanrı'yı biz tasvir edemeyiz. benim bu işten anladığım bu.
tüm bunların inanç olduğu, deşilmemesi, saygı duyularak kabul edilmesi gerekliliği klişesinden yola çıkarak, bir adım daha öteye gidip, kesinlikle "tartışılmaması" lazımdır diyorum. çok da basit bir sebebim var. tartışılmamalı, açıklanmaya çalışılmamalı, çünkü tüm bunları kelimelere döküp ifade etmeye çalışırken yine kendi icadımız olan kendi kelimelerimizi kullanıyoruz. o kelimeler ki, gördüklerimiz ve duyduklarımızın imgesel birer tasavvuru. bu kelimeler uzayda, ve hatta dördüncü boyutu bile katsan uzay - zamanda kendi duyularımızla duyumsadıklarımızın seslendirilmiş hali. halbuki her anlatmaya çalışan insanüstü, mükemmel, her şeyden, uzaydan da zamandan da bağımsız, sonsuz (ki insan aklının bu kelimeyi idrak edebileceğini zannetmiyorum, benimki etmiyor. sonsuz, "çok" demek değildir.) bir "şey"den bahsediyor. e öyleyse "allah büyüktür" ne kadar saçma, ne kadar gerçekdışı kalıyor, bu görülmüyor mu? "allah'ın gücü her şeye yeter" derken güç ile kastedilen, bir beygire, bir kilograma oranla mı söyleniyor?
tanrı'nın gücü ile şeytan'ın marifetleri, meleklerin yetki ve sorumluluklarından bahsediliyor, sanki boks maçı gibi.
peki hiç bahsedilmez ve tartışılmazsa, din sonraki nesillere nasıl aktarılacak? (aktarılmalı mı, orayı geçiyorum.) şöyle ki; ana kaynağından. kuran'sa kuran, tevrat'sa tevrat, theravada'ysa theravada. merak ediyorsan açıp okursun, ilgileniyorsan devam edersin. etmiyorsan, okumuyorsan ve sadece birilerinin senin beyninde çizdiği resime göre inanmayı ya da inanmamayı seçiyorsan, hangisini seçtiğin önemli değil, her halükarda yanlışsın. çünkü sana anlatılan doğru olamaz. çünkü o, bizim kelimelerimizle anlatıldı. ama inanman ve ibadet etmen gereken tanrı'yı biz tasvir edemeyiz. benim bu işten anladığım bu.
2 Mayıs 2010 Pazar
of
özellikle amerikan filmlerindeki (artık zaman zaman türk filmlerinde de denk gelinen) "utangaç gencin kıza çıkma teklif etmesi" klişesi daha ne kadar satacak, aynı sahneyi daha ne kadar komik, sempatik ve "masum" bulmaya zorlanacağız bilmiyorum.
bu sahnelerin büyük çoğunluğu, utana sıkıla, cümleyi bitirmeyi beceremeyen salağın kolayca ve hemen bir - evet almasıyla sonuçlanır. seyrek de olsa, kız dalga geçerek hayır der, yerin dibine giren çocuğa yüreğimiz burkulur ama bir yandan da güleriz.
bu iki seçenekli görüntünün yaklaşık altmış yıldır bizlere sunuluyor olmasının bana göre bir anlamı var:
amerikan hükümeti, hollywood piyasası eliyle tüm halkını (ve hatta farkında olmadan tüm dünyayı) kendine güvenmeye, beklenmeyeni yapmaya, güzel kadınları oturtuldukları ulaşılmaz rafından indirmeye, böylece nüfus planlaması yapmaya, toplumunun tüm sosyal katmanlarında o çok meşhur demokrasisinden cinsiyet paydasında bile oluşturmaya teşvik ediyor olabilir mi? bu kadar çok tekrarın bir anlamı olmalı çünkü.
ben tek kanallı televizyonla büyüdüm, kelebek ekiyle, pazar sinemasıyla büyüdüm. o zamanlar alternatifsizlikten bu sığ komediye daha çok maruz kalır, daha çok gülmezdim. ama çocuk aklımla bu kalıplaşmış eşitsizliğe anlam veremediğimi hatırlıyorum. neden adam hep gerizekalı gibi davranıyordu da, kadın kendinden çok emin ve alacaklı gibi görünüyordu? sonra iniyordum aşağıya top oynamaya, kızların kafasına top atabiliyordum, çelme takıp düşürebiliyordum, oh ne güzel benim hayatım onlarınki gibi değildi, benim hayatımda ben daha üstündüm, salak olan kızlardı. oh mis gibi. bu saptamamı hatırlıyorum. masum bir ilişki başlangıcını komik bir dille anlatmaya çalışan kuşbeyinli yönetmen, binlerce kilometre uzaktan bir kaç küçücük kızın canının acımasına sebep olmuştu. işte televizyonun zararları.
o zamanlar türkiye kemal sunal'a, züğürt ağa'ya, gulyabani'ye gülerdi. sonuç olarak orada da "abartılmış" a gülerdik ama bizim güldüğümüz abartılmış hem içimizden çıkandı hem de defaten tekrar edilmezdi. şener şen'imizle ilyas salman'ımızla mutluyduk biz, kimse kimseye çıkma teklif etmiyordu, etse de ederken zorlanmıyordu, çiçek abbas dışında. o da bizi gerçekten inandırıyordu zaten abbas'ın masumluğuna, sinan çetin daha iş adamına dönüşmemişti. yaşlı amca kafasında, geçmişe itina ettiğimden değil, gerçekten o filmlerin bazılarının bu ucuzluklara prim vermeyecek kadar kaliteli olduklarına inandığımdan söylüyorum.
artık televizyon izlemiyorum gerçi ama ara sıra kulak misafiri oluyorum, gülüyorsunuz bunlara. hadi dizileri geçtim, 2010 yılındaki sinema filmine bile koyuyorlar, gene gülüyorsunuz. bi' kere zaten dizi izliyorsunuz kardeşim, kime ne anlatıyorum?
bu sahnelerin büyük çoğunluğu, utana sıkıla, cümleyi bitirmeyi beceremeyen salağın kolayca ve hemen bir - evet almasıyla sonuçlanır. seyrek de olsa, kız dalga geçerek hayır der, yerin dibine giren çocuğa yüreğimiz burkulur ama bir yandan da güleriz.
bu iki seçenekli görüntünün yaklaşık altmış yıldır bizlere sunuluyor olmasının bana göre bir anlamı var:
amerikan hükümeti, hollywood piyasası eliyle tüm halkını (ve hatta farkında olmadan tüm dünyayı) kendine güvenmeye, beklenmeyeni yapmaya, güzel kadınları oturtuldukları ulaşılmaz rafından indirmeye, böylece nüfus planlaması yapmaya, toplumunun tüm sosyal katmanlarında o çok meşhur demokrasisinden cinsiyet paydasında bile oluşturmaya teşvik ediyor olabilir mi? bu kadar çok tekrarın bir anlamı olmalı çünkü.
ben tek kanallı televizyonla büyüdüm, kelebek ekiyle, pazar sinemasıyla büyüdüm. o zamanlar alternatifsizlikten bu sığ komediye daha çok maruz kalır, daha çok gülmezdim. ama çocuk aklımla bu kalıplaşmış eşitsizliğe anlam veremediğimi hatırlıyorum. neden adam hep gerizekalı gibi davranıyordu da, kadın kendinden çok emin ve alacaklı gibi görünüyordu? sonra iniyordum aşağıya top oynamaya, kızların kafasına top atabiliyordum, çelme takıp düşürebiliyordum, oh ne güzel benim hayatım onlarınki gibi değildi, benim hayatımda ben daha üstündüm, salak olan kızlardı. oh mis gibi. bu saptamamı hatırlıyorum. masum bir ilişki başlangıcını komik bir dille anlatmaya çalışan kuşbeyinli yönetmen, binlerce kilometre uzaktan bir kaç küçücük kızın canının acımasına sebep olmuştu. işte televizyonun zararları.
o zamanlar türkiye kemal sunal'a, züğürt ağa'ya, gulyabani'ye gülerdi. sonuç olarak orada da "abartılmış" a gülerdik ama bizim güldüğümüz abartılmış hem içimizden çıkandı hem de defaten tekrar edilmezdi. şener şen'imizle ilyas salman'ımızla mutluyduk biz, kimse kimseye çıkma teklif etmiyordu, etse de ederken zorlanmıyordu, çiçek abbas dışında. o da bizi gerçekten inandırıyordu zaten abbas'ın masumluğuna, sinan çetin daha iş adamına dönüşmemişti. yaşlı amca kafasında, geçmişe itina ettiğimden değil, gerçekten o filmlerin bazılarının bu ucuzluklara prim vermeyecek kadar kaliteli olduklarına inandığımdan söylüyorum.
artık televizyon izlemiyorum gerçi ama ara sıra kulak misafiri oluyorum, gülüyorsunuz bunlara. hadi dizileri geçtim, 2010 yılındaki sinema filmine bile koyuyorlar, gene gülüyorsunuz. bi' kere zaten dizi izliyorsunuz kardeşim, kime ne anlatıyorum?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)