şeytan'ın (bence burda apostrof olmaması lazım, şeytan özel isim mi ki? allah, tanrı falan onu anladık ama şeytan? onu cins isim saymak lazım değil mi? türk dil kurumu ilahiyatta da mı demokratik? uhrevi alemi yazıya dökerken tanrı benim için neyse şeytan da odur, sonuçta hepsi uhrevi mi diyoruz? kitabın kapağının yalancısıyım.) fısıldadıkları diye bir kitap okuyorum emre yılmaz'ın. kısa kısa denemelerden oluşuyor, varoluşçu bir arkadaşımız, varoluşçuluğa giriş kitabı olarak da okunabilir. aynı frederic beigbeder kafasında, vaktiyle profesyonel olarak çalışmış, yükselmiş, paranın altında kalmış, şimdi tüm bunlar boş işler, çalışmak da neymiş, bırakın bu dünyevi eziyetleri diyor. frederic'den önce yazmış yalnız, baktım, 1996 ilk baskı.
tüm bu varoluşçuluğuna rağmen bir yandan da kaderci, insanın elinden hiç bir şey gelmez'in savunucusu:
hayatımızın yüzde elli hissesi kısmetin elindedir, yüzde kırk dokuzu zaruretin; yüzde biri ise çabanın. zaruret ve kısmetle pazarlık yapılmaz. çaba ise yüzde bir hissesine bakmaz, anasının nikahını ister. düş kırıklıklarımızın yegane sebebi ise, çabanın hissesini daha yüksek sanmamızdandır.
sefa pezevenkliğine kaçış kapısı olan kadercilikle ilgili tartışıyoruz dini bütün bir arkadaşımla, askerde. klasik sorumu sordum, hem özgür irade hem kader nasıl oluyor o zaman, birbiriyle çelişmiyor mu? hayır dedi, allah senin her seçiminin arkasındaki kaderi çizmiştir, onlar bellidir, ama hangisini seçeceğin tamamen sana bağlıdır.
hem özgür iradeyi hem de kaderi illa bir potada eritmek istiyorsak en mantıklı cevap bu bence.
varoluşçuluğun (bana göre) taa ilk sinyalcilerinden ömer hayyam ne demiş:
yarım somunun var mı?
başını sokacak ufak bi evin?
kimsenin kulu kölesi değil misin?
en neşeli hayat senin.
ve varoluşumun yirmi dokuzuncu yılına girerken, aynada ne göreyim, sakalımda beyaz çıkmış.
alakasız not: candan erçetin'in son albümünü tavsiye ediyorum. özellikle git'i. sırf bunun gazıyla çıkıp 10 km koştum. hiç durmadan.
28 Şubat 2010 Pazar
23 Şubat 2010 Salı
an education
nick hornby'nin yüzü suyu hürmetine an education'a gittim haftasonu, arkadaşım hiç beğenmedi, ben beğendim. hikaye klasikti evet ama adamın anlatışını komik buluyorum.
çoğu romanındaki gibi burda da çocuk yaştaki karakter ortalamaya göre daha olgundu. özellikle babanın hikayesi güzeldi bence. evde feci otoriter, dediğim dedik ve güçlü görünen babanın dışarıda aslında beceriksiz, güçsüz, hatta başarısız olması ve bunu ilkgençlik döneminde ilk kez fark ediş. bunu fark etmenin insanın kendi ufkunu açmasına yardımcı olması, karakterin güçlenmesi.
filmin janrına drama demişler ama bence drama denilecek tek yer, kızın babasına, hadi ben genç bir kızım, hemen kandım, ama siz buna nasıl izin verdiniz diyerek babasını suçlaması ve babasının bunu sineye çekmesiydi. yani zaman zaman arkadaşlarının seni alttan aldığını fark edersin ya, çocukken anne-babanın bunu sık sık yapması, kendi suçundan dolayı onları suçlamana izin vermeleri, ses çıkarmamaları geldi aklıma. o biraz üzücüydü evet. genelinde komik ve güzel bir filmdi ama.
çoğu romanındaki gibi burda da çocuk yaştaki karakter ortalamaya göre daha olgundu. özellikle babanın hikayesi güzeldi bence. evde feci otoriter, dediğim dedik ve güçlü görünen babanın dışarıda aslında beceriksiz, güçsüz, hatta başarısız olması ve bunu ilkgençlik döneminde ilk kez fark ediş. bunu fark etmenin insanın kendi ufkunu açmasına yardımcı olması, karakterin güçlenmesi.
filmin janrına drama demişler ama bence drama denilecek tek yer, kızın babasına, hadi ben genç bir kızım, hemen kandım, ama siz buna nasıl izin verdiniz diyerek babasını suçlaması ve babasının bunu sineye çekmesiydi. yani zaman zaman arkadaşlarının seni alttan aldığını fark edersin ya, çocukken anne-babanın bunu sık sık yapması, kendi suçundan dolayı onları suçlamana izin vermeleri, ses çıkarmamaları geldi aklıma. o biraz üzücüydü evet. genelinde komik ve güzel bir filmdi ama.
21 Şubat 2010 Pazar
kimyamız tuttu
malumunuzdur ve muhtemelen itirazınız yoktur ki, kadın erkekten daha çabuk, daha kolay unutur. bu gerçek, pratikte şöyle gerçekleşir: hadi be, o elemanla mıymış? nası ya? ne işi var onla? (bakınız: kadınların hayatlarında biri olmadan yaşayamaması.)
bu pratik, o herifin her halde senden daha "kötü" olmasını kastederken, bir yandan da kendini sorgulayıp düşünmeye sevk eder. e o zaman - onlaysa şimdi - ne alaka - o zaman bizimki? - e benleyken öle diildi - bu nasıl değişim - ben tanıyamamışım o zaman - vb...
çabuk unutmak, şoku hemen atlatmış olmak, bir yandan da kimin daha çok sevmiş olduğuyla ilintilenir akılda ve bu da acı verir tabii.
ama konu o değil. asıl önemli olan kadının daha çabuk unutmasının ve alakasız bir herifle görülmesinin sebebidir. ben buna altyapı eksikliği diyorum. şöyle ki;
anlatır, anlatırsın, konuşur, konuşursun, ikinizden tut, hayattaki misyonuna kadar bin kalem şeyden bahseder ve fark edersin ki, muhabbetten keyif alınıyor, kadın hiç böyle muhabbet etmemişcesine gözlerini açmış dinliyor, soruyor, katılıyor, gülüyor.
işte hata da burda oluyor. ayrılınca kadın, o ilginç ve keyifli şeylerden muhabbet etme klasörünü çat diye kapatıyor, kapatabiliyor, devam ediyor. kapatabiliyor çünkü zaten yeni bir klasör, çok mazisi yok, ilk defa bu arkadaşla açılmış, tamam keyifliymiş ama daha alışılmamış bile. dolayısıyla hayata engin'le devam edilebilir, problem yok, engin bildiğimiz engin, alışkın olduğumuz bir sima.
yani bizim orbitalden ayrılır ayrılmaz daha evvel hiç kullanmadığı bu klasörü bir kenara atıp, eski hayatına devam edebiliyor, altyapı eksikliği olan, bu klasörü yeni açmış olan kadın. bizim (erkek) cephede ise olay başka türlü yürüyor: kimyamız tuttu deniyor, aynı şeylere ilgi duyuyoruz deniyor ama ayrılınca? ayrılınca o dosya bir türlü kapanmıyor, dosyanın bağımlısı, müptelası olmuşuz, çok uzun zamandır kullanıyoruz. dosya kapanmayınca da yeni dosya açılamıyor, sıkıntı yaşanıyor, problem çıkıyor, bu arada engin'le bizimki kol kola dolanıyor. yani öyle oluyormuş, bizim bi arkadaş anlattı.
bence bu bahsettiğim, kadının erkekten daha kolay unutmasının yüzlerce sebebinden biri. bizim çevremize uyarlanmış versiyonu. başka senaryolarda tamamen bilinmedik başka sebepler çıkacaktır ama sonuç hep aynı olacak, kadın daha çabuk unutacaktır.
murat boz - dönmem ben sana. konuyla alakalı denk geldi, bu şarkı, cemali - duymak istiyorum hissiyatına yakın şeyler yaratıyor bende.
not: "abi" diyen kadınlara daha fazla dayanamayabilir, tüm adab-ı muaşeret kurallarını hiçe sayabilirim.
bu pratik, o herifin her halde senden daha "kötü" olmasını kastederken, bir yandan da kendini sorgulayıp düşünmeye sevk eder. e o zaman - onlaysa şimdi - ne alaka - o zaman bizimki? - e benleyken öle diildi - bu nasıl değişim - ben tanıyamamışım o zaman - vb...
çabuk unutmak, şoku hemen atlatmış olmak, bir yandan da kimin daha çok sevmiş olduğuyla ilintilenir akılda ve bu da acı verir tabii.
ama konu o değil. asıl önemli olan kadının daha çabuk unutmasının ve alakasız bir herifle görülmesinin sebebidir. ben buna altyapı eksikliği diyorum. şöyle ki;
anlatır, anlatırsın, konuşur, konuşursun, ikinizden tut, hayattaki misyonuna kadar bin kalem şeyden bahseder ve fark edersin ki, muhabbetten keyif alınıyor, kadın hiç böyle muhabbet etmemişcesine gözlerini açmış dinliyor, soruyor, katılıyor, gülüyor.
işte hata da burda oluyor. ayrılınca kadın, o ilginç ve keyifli şeylerden muhabbet etme klasörünü çat diye kapatıyor, kapatabiliyor, devam ediyor. kapatabiliyor çünkü zaten yeni bir klasör, çok mazisi yok, ilk defa bu arkadaşla açılmış, tamam keyifliymiş ama daha alışılmamış bile. dolayısıyla hayata engin'le devam edilebilir, problem yok, engin bildiğimiz engin, alışkın olduğumuz bir sima.
yani bizim orbitalden ayrılır ayrılmaz daha evvel hiç kullanmadığı bu klasörü bir kenara atıp, eski hayatına devam edebiliyor, altyapı eksikliği olan, bu klasörü yeni açmış olan kadın. bizim (erkek) cephede ise olay başka türlü yürüyor: kimyamız tuttu deniyor, aynı şeylere ilgi duyuyoruz deniyor ama ayrılınca? ayrılınca o dosya bir türlü kapanmıyor, dosyanın bağımlısı, müptelası olmuşuz, çok uzun zamandır kullanıyoruz. dosya kapanmayınca da yeni dosya açılamıyor, sıkıntı yaşanıyor, problem çıkıyor, bu arada engin'le bizimki kol kola dolanıyor. yani öyle oluyormuş, bizim bi arkadaş anlattı.
bence bu bahsettiğim, kadının erkekten daha kolay unutmasının yüzlerce sebebinden biri. bizim çevremize uyarlanmış versiyonu. başka senaryolarda tamamen bilinmedik başka sebepler çıkacaktır ama sonuç hep aynı olacak, kadın daha çabuk unutacaktır.
murat boz - dönmem ben sana. konuyla alakalı denk geldi, bu şarkı, cemali - duymak istiyorum hissiyatına yakın şeyler yaratıyor bende.
not: "abi" diyen kadınlara daha fazla dayanamayabilir, tüm adab-ı muaşeret kurallarını hiçe sayabilirim.
8 Şubat 2010 Pazartesi
vecize
atatürk'ün az kelimeyle çok şey ifade edebilme özelliğine hayranım. tüm yazı derslerinde, creative writing kurslarında falan da uygulanması istenen budur ya zaten. kısa yaz, öz yaz, boşuna uzatma, gereksiz kelime kullanma. mesela daha önce hiç duymadığım bir sözünü okudum demin:
dünyada her millet, icraatine tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine ortak sayılır.
bir de benden dinleyelim aynısını: eğer bir hükümeti kendin seçip başına getiriyorsan, sonra da ordan indirmeyi beceremiyorsan, o hükümet kadar sen de suçlusun kardeşim, bu bütün dünyada böyle.
saydım, iki katından fazla kelime kullanmışım.
adam iyi bir hatipti derken yazı yeteneğini kastediyorlar diye tahmin ediyorum, yoksa kürsüde pek ateşli konuştuğunu söyleyemem. bizim baykal'ın yanında solda sıfır kalır. ama cidden çok iyi yazıyor. özellikle inönü ve diğer komutanları ile mektuplaşmalarına bir göz atın derim. sevdiği adamın mektubunu da şöyle imzalar hep: gözlerinden öperim kardeşim. hastasıyım.
dünyada her millet, icraatine tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine ortak sayılır.
bir de benden dinleyelim aynısını: eğer bir hükümeti kendin seçip başına getiriyorsan, sonra da ordan indirmeyi beceremiyorsan, o hükümet kadar sen de suçlusun kardeşim, bu bütün dünyada böyle.
saydım, iki katından fazla kelime kullanmışım.
adam iyi bir hatipti derken yazı yeteneğini kastediyorlar diye tahmin ediyorum, yoksa kürsüde pek ateşli konuştuğunu söyleyemem. bizim baykal'ın yanında solda sıfır kalır. ama cidden çok iyi yazıyor. özellikle inönü ve diğer komutanları ile mektuplaşmalarına bir göz atın derim. sevdiği adamın mektubunu da şöyle imzalar hep: gözlerinden öperim kardeşim. hastasıyım.
3 Şubat 2010 Çarşamba
hepimiz bohemiz
daha evvel söyledim, gene söylüyorum:
son yarım saattir feysbuk'da geziniyorum. milletin profiline girip çıkıyorum, uzun zamandır yapmamıştım. millet, size söylüyorum:
bir takım sepya fotoğraflar çektiriyorsunuz. çektirin, güzel. yani çektirmeyin de, hadi çektirdiniz diyelim, tamam, kabul. fotoğraflardan bohem hayatınızı izliyorum. sırf ben değil, herkes izlesin diye koymuşsunuz zaten. bakıyorum, hepiniz bohemsiniz. bob marley şapkalarınız var, elinizde şarap şişeniz, sarma sigaranız. sanata meraklısınız, ellerinizde boyalar, tuvali ya da duvarı boyuyorsunuz. fotoğraf çekiyorsunuz. sergilerde çektiriyorsunuz. tişörtleriniz, kaprileriniz de yaşam felsefenize çok uyumlu. en çok da kumsalda converse'lerinizle daire oluşturup yukardan fotoğraf çekmeyi seviyorsunuz. ay cnm çok şekersiniz.
sevdiğiniz kitaplar listesini sıralıyorum: siddharta, martı, tanrılar okulu, simyacı. biriniz de ömer seyfettin'i sevin be birader? hepinizi tek tek fişliyorum, adreslerinize imzasız mektup gönderip, sevdiğiniz kitapları neden sevdiğinizi açıklamanızı isteyeceğim.
sevdiğiniz sözler mevlana, fuzuli, ömer hayyam ağırlıklı. e onları okumuyorsunuz ki? hermann hesse yeterince bohem mi değil, niye istikrarsızlık yaratıyorsunuz o zaman birader? ablacım?
sevdiğiniz müzik kısmına hiç girmiyorum. orası en acı vereni. kural basit: bilinmediğine inandığın ne kadar grup varsa sırala. ama acı verici, okuyamıyorum.
bohemsiniz işte tümüyle. giyim kuşamınız, gittiğiniz yerler, okuduklarınız, dinlediğiniz müzik. geceleri de hep berabersiniz, genellikle eski püskü, böyle salaş ama çok sıcak, "cici" ortamlarda içiyorsunuz. (yazları kumsalda)
pekiiii, ertesi sabah gün doğarken kalkıp, servise binip, ben mi gidiyorum lan gebze organize sanayii'de bakır kablo satmaya? kübikıllarda ben mi program yazıyorum gece 12'lere kadar? bi kere yüzde yetmişiniz bankacı, ben mi müşterilerimi arayıp kredi şartlarını anlatıyorum telefonda? sor bakalım martı'ya ne der bu işe? en yüksekten uçan, anasının söylediklerini kaale almayan martı ne düşünüyormuş satış temsilcileri hakkında?
diyorsunuz ki, yani demelisiniz ki, ben de çok bayılmıyorum böyle çalışmaya ama istediklerimi yapabilmem için bunlara katlanmam lazım. istemesem, çok memnun olmasam da bu şartlarda çalışmam lazım, ama sosyal hayatım ayrı, demeniz lazım. muhtemelen savunmanız bu. karşıma geçip şarap kadehini iki elinizle kavrayarak, ya da biri kadehte diğeri kotun ön cebinde böyle diyeceksiniz. ben de zaman zaman gözlerinize, ara sıra da sol omuz başınıza bakarak şöyle cevap vereceğim:
- hocam peki ne yapmak isterdin? ressam mı olacaktın, national geographic'e fotoğraf mı çekecektin? altı ay doğu tibet'te mi kalacaktın? hadi yetenek de verdim, iyi senaryo yazabiliyosun diyelim, kendini bir yıl odana kapatıp karakterleri kafanda birleştirecek miydin? ben tanıyorum seni, sen bunu sevmiyosun ki? senin altıda mesain bittikten sonra şehre inip arkadaşlarınla bi yerde içmen ve başka hiç bir şey düşünmemen lazım. (burda kafayı hafif eğerek) yanlış anlama, ben de aynı şeyi yapıyorum, ben de bundan zevk alıyorum, seni eleştirmek için söylemiyorum. ama sen böylesin, muhtemelen fotoğraflarla özetlediğin hayatından çabuk sıkılacaktın. bundan sıkılmadığından değil, ama onu da pek sevmeyecektin.
- peki sen n'apıyosun konuyla ilgili, bi de seni anlat da doğruyu bilelim? (sinirlendiniz, haklısınız.)
- (sol omuz üzerinden uzaklara bakarak, dalgın bir ifadeyle) ben doğruyum demedim ki abi, beni boşver şimdi. (cümlenin sonunda hemen bir yudum içki alarak)
son yarım saattir feysbuk'da geziniyorum. milletin profiline girip çıkıyorum, uzun zamandır yapmamıştım. millet, size söylüyorum:
bir takım sepya fotoğraflar çektiriyorsunuz. çektirin, güzel. yani çektirmeyin de, hadi çektirdiniz diyelim, tamam, kabul. fotoğraflardan bohem hayatınızı izliyorum. sırf ben değil, herkes izlesin diye koymuşsunuz zaten. bakıyorum, hepiniz bohemsiniz. bob marley şapkalarınız var, elinizde şarap şişeniz, sarma sigaranız. sanata meraklısınız, ellerinizde boyalar, tuvali ya da duvarı boyuyorsunuz. fotoğraf çekiyorsunuz. sergilerde çektiriyorsunuz. tişörtleriniz, kaprileriniz de yaşam felsefenize çok uyumlu. en çok da kumsalda converse'lerinizle daire oluşturup yukardan fotoğraf çekmeyi seviyorsunuz. ay cnm çok şekersiniz.
sevdiğiniz kitaplar listesini sıralıyorum: siddharta, martı, tanrılar okulu, simyacı. biriniz de ömer seyfettin'i sevin be birader? hepinizi tek tek fişliyorum, adreslerinize imzasız mektup gönderip, sevdiğiniz kitapları neden sevdiğinizi açıklamanızı isteyeceğim.
sevdiğiniz sözler mevlana, fuzuli, ömer hayyam ağırlıklı. e onları okumuyorsunuz ki? hermann hesse yeterince bohem mi değil, niye istikrarsızlık yaratıyorsunuz o zaman birader? ablacım?
sevdiğiniz müzik kısmına hiç girmiyorum. orası en acı vereni. kural basit: bilinmediğine inandığın ne kadar grup varsa sırala. ama acı verici, okuyamıyorum.
bohemsiniz işte tümüyle. giyim kuşamınız, gittiğiniz yerler, okuduklarınız, dinlediğiniz müzik. geceleri de hep berabersiniz, genellikle eski püskü, böyle salaş ama çok sıcak, "cici" ortamlarda içiyorsunuz. (yazları kumsalda)
pekiiii, ertesi sabah gün doğarken kalkıp, servise binip, ben mi gidiyorum lan gebze organize sanayii'de bakır kablo satmaya? kübikıllarda ben mi program yazıyorum gece 12'lere kadar? bi kere yüzde yetmişiniz bankacı, ben mi müşterilerimi arayıp kredi şartlarını anlatıyorum telefonda? sor bakalım martı'ya ne der bu işe? en yüksekten uçan, anasının söylediklerini kaale almayan martı ne düşünüyormuş satış temsilcileri hakkında?
diyorsunuz ki, yani demelisiniz ki, ben de çok bayılmıyorum böyle çalışmaya ama istediklerimi yapabilmem için bunlara katlanmam lazım. istemesem, çok memnun olmasam da bu şartlarda çalışmam lazım, ama sosyal hayatım ayrı, demeniz lazım. muhtemelen savunmanız bu. karşıma geçip şarap kadehini iki elinizle kavrayarak, ya da biri kadehte diğeri kotun ön cebinde böyle diyeceksiniz. ben de zaman zaman gözlerinize, ara sıra da sol omuz başınıza bakarak şöyle cevap vereceğim:
- hocam peki ne yapmak isterdin? ressam mı olacaktın, national geographic'e fotoğraf mı çekecektin? altı ay doğu tibet'te mi kalacaktın? hadi yetenek de verdim, iyi senaryo yazabiliyosun diyelim, kendini bir yıl odana kapatıp karakterleri kafanda birleştirecek miydin? ben tanıyorum seni, sen bunu sevmiyosun ki? senin altıda mesain bittikten sonra şehre inip arkadaşlarınla bi yerde içmen ve başka hiç bir şey düşünmemen lazım. (burda kafayı hafif eğerek) yanlış anlama, ben de aynı şeyi yapıyorum, ben de bundan zevk alıyorum, seni eleştirmek için söylemiyorum. ama sen böylesin, muhtemelen fotoğraflarla özetlediğin hayatından çabuk sıkılacaktın. bundan sıkılmadığından değil, ama onu da pek sevmeyecektin.
- peki sen n'apıyosun konuyla ilgili, bi de seni anlat da doğruyu bilelim? (sinirlendiniz, haklısınız.)
- (sol omuz üzerinden uzaklara bakarak, dalgın bir ifadeyle) ben doğruyum demedim ki abi, beni boşver şimdi. (cümlenin sonunda hemen bir yudum içki alarak)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)