dün akşam başbakan konuşurken birleşmiş milletler genel kurulu'nu izledim canlı yayında. israil ve güney kıbrıs'a uzun uzun giydirdi.
somali için herkesi yardıma çağırdı.
benim dikkatimi çeken, diğer ülkelerin temsilcileri oldu. başbakan israil'e giydirdikçe kamera israil temsilcilerini, güney kıbrıs'tan bahsederken de onların temsilcilerini gösterdi. ara sıra da diğer ülke temsilcilerini.
genel kurul'da temsilcilerini gördüğüm ülkeler: isviçre, israil, izlanda, güney kıbrıs (orda sadece kıbrıs diye geçiyor), italya, suriye, libya ve fransa.
tüm bu saydığım ülke temsilcilerinin ortak özelliği, tamamının 35 yaşın altında olmaları. benim yaşlarımdalar. bizim ekibe bakalım: başbakan, egemen bağış ve ahmet davutoğlu. sanki diyorum, diğerleri bizim kadar iplemiyorlar birleşmiş milletleri? biz çok mu ciddiye alıyoruz acaba? çoğu kadın olan 30 yaş civarlarındaki diğer ülke temsilcilerinin kıyafetleri de garipti. tişört üzerine hırka giyip gelmiş kadın, döpyes bile giymemiş. herkes cep telefonuyla uğraşıyor. bu nasıl genel kurul anlamadım. bizim gazeteler de sayfa sayfa yazıyor sabahleyin, başbakan bm genel kurulu'nda şöyle dedi, böyle dedi. yürovizyon bir, bm iki galiba. çok abartıyoruz.
23 Eylül 2011 Cuma
21 Eylül 2011 Çarşamba
manitayla mektuplaşmak
günümüze güncellenmiş hali: manitayla elektronik postalaşmak.
eski manitayı bazen özlerim, bazen aklıma bile gelmez, bazen de hatırlar, nefret ederim.
güncel manitayı bazen sever, bazen sinir olur, uzaklaşsın isterim.
potansiyel manitayı yeri gelir hemen yanımda isterim, bazen kafam rahat daha gelmesin derim, gün olur, manitacılığı aklımın ucundan bile geçirmem.
amaa, manitayla mektuplaşmayı her zaman sever, hep isterim.
ona gün içinde hikayeni yazmak, şakalaşmak, spesifik bir konudaki hissiyatını izah etmek, cevabını beklemek, karşılıklı her cevapta birer santim daha samimileşmek, tüm sinirini son damlasına kadar - lafın bölünmeden - anlatabilmek ve bunların ileride bir gün gülümseyerek tekrardan okunabilmesi. bunlar telefonda yok. bunlar skype'da hiç yok.
eski manitayı bazen özlerim, bazen aklıma bile gelmez, bazen de hatırlar, nefret ederim.
güncel manitayı bazen sever, bazen sinir olur, uzaklaşsın isterim.
potansiyel manitayı yeri gelir hemen yanımda isterim, bazen kafam rahat daha gelmesin derim, gün olur, manitacılığı aklımın ucundan bile geçirmem.
amaa, manitayla mektuplaşmayı her zaman sever, hep isterim.
ona gün içinde hikayeni yazmak, şakalaşmak, spesifik bir konudaki hissiyatını izah etmek, cevabını beklemek, karşılıklı her cevapta birer santim daha samimileşmek, tüm sinirini son damlasına kadar - lafın bölünmeden - anlatabilmek ve bunların ileride bir gün gülümseyerek tekrardan okunabilmesi. bunlar telefonda yok. bunlar skype'da hiç yok.
15 Eylül 2011 Perşembe
cinayet
bugün ofisimizin yan binasındaki adamı vurdular. ondan araba yıkama makinesi satın almıştım.
sabah ben işe gelmeden on dakika evvel kardeşi vurmuş. kiradan pay vermediği için. babaları altı ay önce ölmüş.
sabahları vapurdan inip dükkanına kadar sallana sallana yürürdü, elinde bir poşetle, karşı yönden gelirken görürdüm hep. pantolon askısı ve çirkin kravatlar takardı, keldi. makineyi alırken nasıl olduğunu göstermek için çalıştırıp yanlışlıkla üstümü ıslatmıştı. sonra da kaldırımda duran bir arabayı yıkamaya başladı, kimin olduğunu bilmiyorduk.
rize'lilermiş, eskiden çok zenginlermiş. garson hasan abi söyledi.
sabah ben işe gelmeden on dakika evvel kardeşi vurmuş. kiradan pay vermediği için. babaları altı ay önce ölmüş.
sabahları vapurdan inip dükkanına kadar sallana sallana yürürdü, elinde bir poşetle, karşı yönden gelirken görürdüm hep. pantolon askısı ve çirkin kravatlar takardı, keldi. makineyi alırken nasıl olduğunu göstermek için çalıştırıp yanlışlıkla üstümü ıslatmıştı. sonra da kaldırımda duran bir arabayı yıkamaya başladı, kimin olduğunu bilmiyorduk.
rize'lilermiş, eskiden çok zenginlermiş. garson hasan abi söyledi.
sektör
ne iş yaptıklarını, bazılarının nasıl para kazandığını, hayata nasıl bir katma değer kattıklarını, aldıkları paranın bu katma değere oranını anlayamadığım meslek grupları şunlar:
1- marketing'ciler: çok arkadaşımın bu sektörde olmasına rağmen konuya çok uzağım, ne iş yaptıkları hakkında hiçbir fikrim yok. reklamcılarla ayrımlarını bile bilmiyorum. "pazarlama" ile aynı şeye mi denk düşüyor? buralarla ilgili kafamda gri bir sis bulutu var. sırf aydınlanmak için 1-2 ay staj yapmayı düşünüyorum. ama sık duyduğum anahtar kelimeler: proje, lansman, bienal, vizyon, ekip, çekim vb. ve hep sabahlara kadar uzayan çalışma saatleri.
2- galericiler: iki çeşidi var. sıfır ve ikinci el satanlar. ikinci el satanları anlayabiliyorum, başkasının arabasını dükkanın önüne koy, birine sat, aradan paranı al. bildiğin komisyonculuk. ama sıfır arabayı ithal edip, aşağı yukarı 1-2 milyon euro'yu bağlayıp, dükkanın önünde aylarca bekletip sonunda 3-5 bin euro karla satanları izah edemiyorum. nasıl dönüyor o çark?
3- çoğu sektördeki danışmanlık şirketleri: inşaat ve finansdakileri test etme şansım oldu. hayatımda bu kadar boşbeleş bir iş görmedim. kime nasıl yutturuyorlar, nasıl para kazanıyorlar hiç bilmiyorum. herhangi bir danışmanlık firmasından ikinci kez görüş isteyen adama kesinlikle geri zekalı muamelesi yaparım.
4- emlakçılar: komisyonculuğun ağababası. hiçbir şey yapmamak. topluma tırnak kadar faydanın olmaması. bu utançla geceleri rahat uyuyabilmek? peki bu işe nasıl başlanıyor onu çok merak ediyorum. emlakçı olmaya karar verdin, dükkanı açtın oturdun. sonra? [bkz: organize işler'in son sahnesi]
5- küçük kitapçılar: taksim'de, kadıköy'de 30 senedir aynı yerde iş yapan dükkanlar. bu hafta sonu yolum denk düşerse birinin sahibine soracağım. bir kitap ne kadar? 10 lira. 15 lira. abi günde en fazla kaç kitap satabilirsin? bu kitapları ne kadar ucuza alabilirsin ki, 50 kuruşa mı alıyorsun? senelerdir nasıl para kazanıyor bu işletme?
1- marketing'ciler: çok arkadaşımın bu sektörde olmasına rağmen konuya çok uzağım, ne iş yaptıkları hakkında hiçbir fikrim yok. reklamcılarla ayrımlarını bile bilmiyorum. "pazarlama" ile aynı şeye mi denk düşüyor? buralarla ilgili kafamda gri bir sis bulutu var. sırf aydınlanmak için 1-2 ay staj yapmayı düşünüyorum. ama sık duyduğum anahtar kelimeler: proje, lansman, bienal, vizyon, ekip, çekim vb. ve hep sabahlara kadar uzayan çalışma saatleri.
2- galericiler: iki çeşidi var. sıfır ve ikinci el satanlar. ikinci el satanları anlayabiliyorum, başkasının arabasını dükkanın önüne koy, birine sat, aradan paranı al. bildiğin komisyonculuk. ama sıfır arabayı ithal edip, aşağı yukarı 1-2 milyon euro'yu bağlayıp, dükkanın önünde aylarca bekletip sonunda 3-5 bin euro karla satanları izah edemiyorum. nasıl dönüyor o çark?
3- çoğu sektördeki danışmanlık şirketleri: inşaat ve finansdakileri test etme şansım oldu. hayatımda bu kadar boşbeleş bir iş görmedim. kime nasıl yutturuyorlar, nasıl para kazanıyorlar hiç bilmiyorum. herhangi bir danışmanlık firmasından ikinci kez görüş isteyen adama kesinlikle geri zekalı muamelesi yaparım.
4- emlakçılar: komisyonculuğun ağababası. hiçbir şey yapmamak. topluma tırnak kadar faydanın olmaması. bu utançla geceleri rahat uyuyabilmek? peki bu işe nasıl başlanıyor onu çok merak ediyorum. emlakçı olmaya karar verdin, dükkanı açtın oturdun. sonra? [bkz: organize işler'in son sahnesi]
5- küçük kitapçılar: taksim'de, kadıköy'de 30 senedir aynı yerde iş yapan dükkanlar. bu hafta sonu yolum denk düşerse birinin sahibine soracağım. bir kitap ne kadar? 10 lira. 15 lira. abi günde en fazla kaç kitap satabilirsin? bu kitapları ne kadar ucuza alabilirsin ki, 50 kuruşa mı alıyorsun? senelerdir nasıl para kazanıyor bu işletme?
12 Eylül 2011 Pazartesi
a-aa
şimdi adını anımsayamadığım sabahattin ali'nin kısa hikayesinde, "hayata dair iç burkan detaylar"ın romantizmini bozan, hayalimizin öteki yüzündeki gerçekten bahsediliyordu.
yağmurlu bir günde istiklal'de gazete satmaya çalışan küçücük bir çocuk, akranı olmayan, büyükçe bir çocukla kavgaya karışınca, kahramanımız bunları ayırıyor ve hatta ufaklığın elindeki tüm gazeteleri satın alıyordu. sonrasında bir köşeye oturup çocuğu izlemeye devam ederken, çocuk ağlamayı kesmeyince, yanına gidip neden hala ağladığını soruyordu. ufaklık sert bir tonda:
- siktir git lan yavşak, sana ne?
deyip koşarak uzaklaşıyordu. son.
bu hikayeyi tüm demagoglara okutmalıyız. hayalimizde hikayelerini tamamladığımız masum mağdurların sayısı, haklarında yazılıp çizilen ve çekilenlerin binde birinden az. maalesef.
yağmurlu bir günde istiklal'de gazete satmaya çalışan küçücük bir çocuk, akranı olmayan, büyükçe bir çocukla kavgaya karışınca, kahramanımız bunları ayırıyor ve hatta ufaklığın elindeki tüm gazeteleri satın alıyordu. sonrasında bir köşeye oturup çocuğu izlemeye devam ederken, çocuk ağlamayı kesmeyince, yanına gidip neden hala ağladığını soruyordu. ufaklık sert bir tonda:
- siktir git lan yavşak, sana ne?
deyip koşarak uzaklaşıyordu. son.
bu hikayeyi tüm demagoglara okutmalıyız. hayalimizde hikayelerini tamamladığımız masum mağdurların sayısı, haklarında yazılıp çizilen ve çekilenlerin binde birinden az. maalesef.
11 Eylül 2011 Pazar
imkansızın şarkısı
bence "çavdar tarlasında çocuklar"ın başarılı bir taklidi. "taklidi" kötü anlamda almayalım lütfen.
daha yarısındayım, bitmedi. şimdiye kadar gördüğüm ufak tefek detayların dışında en majör fark, vatanabe'nin istediği ve özlediğinde naoko ve midori'yle komunikasyona geçebiliyor olması. mektup yazıyor, telefon açıyor ya da randevulaşıp yüzyüze görüşüyor. ama holden, onlarca kez telefon kulübesine girmesine rağmen bir kez bile jane gallagher'ı aramıyor, konuşmuyor. her defasında kendi kendine bir bahane bulup vazgeçiyor.
holden neden aramıyor, vatanabe niye arıyor?
en basit açıklamayla holden'ın aramaya cesareti yok. ama bu cesaretsizlik ölümün, kavganın ya da yüksekten atlamanın karşısında duran cesaretsizlik değil. holden daha ziyade kendi "kötü"süne karşı gelemiyor, onun karşısında pısıyor. yoksa standart cesareti icap ettiren şeylerde delikanlı çocuk. jane kötü değil elbette, ama jane'in buluşmayı reddetme ve hatta stradlater'la önceden randevulaşmış olma ihtimalleri holden'ı vazgeçiriyor. ve tabii jane'in hayalindeki gibi kalması isteği. onun da etkisi büyük.
her ikisinin de gerçekle yüzleşmek ile ilgili problemleri var ama holden'ın ki daha fazla. vatanabe kizuki'nin ölümünü kabullenmiş mesela, devam edebiliyor. holden kardeşininkini hala kabullenemiyor. bu vatanabe'nin yaşıyla da ilgili olabilir.
aralarındaki majör fark buyken en benzedikleri nokta neresi? flört edişleri. tamamen aynı flörtleşiyorlar. dürüstler, pasifler ve hiçbir şeye şaşırmıyor, hiçbir yerde durmuyorlar. (her iki anlamda da)
ve vatanabe'nin uzun bir aradan sonra naoko'dan gelen mektubu okuma sahnesi: aynısını yaşadım ama benim ikinci-üçüncü-beşinci okuyuşlarımda cümlelerin en vurucu kısmı, yüklemler, okunmazdı. ortalarına kadar okur, sonraki cümleye geçerdim. mağlum, türkçe'de vurucu kısım olan fiil, en sonda duruyor.
mercan dede - 800
daha yarısındayım, bitmedi. şimdiye kadar gördüğüm ufak tefek detayların dışında en majör fark, vatanabe'nin istediği ve özlediğinde naoko ve midori'yle komunikasyona geçebiliyor olması. mektup yazıyor, telefon açıyor ya da randevulaşıp yüzyüze görüşüyor. ama holden, onlarca kez telefon kulübesine girmesine rağmen bir kez bile jane gallagher'ı aramıyor, konuşmuyor. her defasında kendi kendine bir bahane bulup vazgeçiyor.
holden neden aramıyor, vatanabe niye arıyor?
en basit açıklamayla holden'ın aramaya cesareti yok. ama bu cesaretsizlik ölümün, kavganın ya da yüksekten atlamanın karşısında duran cesaretsizlik değil. holden daha ziyade kendi "kötü"süne karşı gelemiyor, onun karşısında pısıyor. yoksa standart cesareti icap ettiren şeylerde delikanlı çocuk. jane kötü değil elbette, ama jane'in buluşmayı reddetme ve hatta stradlater'la önceden randevulaşmış olma ihtimalleri holden'ı vazgeçiriyor. ve tabii jane'in hayalindeki gibi kalması isteği. onun da etkisi büyük.
her ikisinin de gerçekle yüzleşmek ile ilgili problemleri var ama holden'ın ki daha fazla. vatanabe kizuki'nin ölümünü kabullenmiş mesela, devam edebiliyor. holden kardeşininkini hala kabullenemiyor. bu vatanabe'nin yaşıyla da ilgili olabilir.
aralarındaki majör fark buyken en benzedikleri nokta neresi? flört edişleri. tamamen aynı flörtleşiyorlar. dürüstler, pasifler ve hiçbir şeye şaşırmıyor, hiçbir yerde durmuyorlar. (her iki anlamda da)
ve vatanabe'nin uzun bir aradan sonra naoko'dan gelen mektubu okuma sahnesi: aynısını yaşadım ama benim ikinci-üçüncü-beşinci okuyuşlarımda cümlelerin en vurucu kısmı, yüklemler, okunmazdı. ortalarına kadar okur, sonraki cümleye geçerdim. mağlum, türkçe'de vurucu kısım olan fiil, en sonda duruyor.
mercan dede - 800
6 Eylül 2011 Salı
defne
çocukluk arkadaşımın çocuğu oldu, defne.
amerika'da doğduğundan ancak 15 günlükken tanışabildik. ilk tanışmamızda elimi tuttu.
bazen aklıma gelir düşünürüm, adam öldürebilir miyim diye. adam bana ne yaparsa yapsın, canlı birini öldüremem gibi gelir. kafamda senaryolar üretirim, anneme bir şey yapsa, babamın arabaya vurup sakat bıraksa, ablamı kaçırsalar vs. defne'yi gördükten sonra karar verdim. ben böyle bir şeye sahip olsam ve biri ona zarar verse, kafamda hiç soru işareti kalmaz, en ufak tereddüt etmem.
gotye - somebody i used to know
sözlerini de bi zahmet kendiniz bulun.
amerika'da doğduğundan ancak 15 günlükken tanışabildik. ilk tanışmamızda elimi tuttu.
bazen aklıma gelir düşünürüm, adam öldürebilir miyim diye. adam bana ne yaparsa yapsın, canlı birini öldüremem gibi gelir. kafamda senaryolar üretirim, anneme bir şey yapsa, babamın arabaya vurup sakat bıraksa, ablamı kaçırsalar vs. defne'yi gördükten sonra karar verdim. ben böyle bir şeye sahip olsam ve biri ona zarar verse, kafamda hiç soru işareti kalmaz, en ufak tereddüt etmem.
gotye - somebody i used to know
sözlerini de bi zahmet kendiniz bulun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)