- bir kadını tüketip tüketip, bir erkek için kullanılamayacak hale getirmek istiyorum demiş nick abi (hornby). ha ha ha, hoşuma gitti.
- "bak yüzü burda diye söylemiyorum ama ..." kalıbı.
- uçak sallandığında en yakındaki hostesin gözlerinin içine bakıp korkup korkmadığına dair bir ipucu yakalamaya çalışmak. korkmuyorsa her şey normaldir.
29 Aralık 2009 Salı
not
telefonda bir şey ararken bir kaç ay evvel aldığım notlara rastladım, unutmuşum:
25 Aralık 2009 Cuma
kompozisyon
orta 1 - lise 1 arasıydı sanırım, yanlış hatırlamıyorsam, zorunlu kompozisyon derslerimiz vardı. kompozisyon dersi olmasa, türkçe dersinde mutlaka kompozisyon yazdırırlardı. ben, a4 sayfanın yarısını zar zor doldurabiliyordum. uzun yazamadığım için de, en azından kırık not olmasın diye 45 - 50 falan verirdi gılman hoca, ki sınıftaki en düşük notlardan birine tekabül ediyordu. bir seferinde yine 45 aldığımda gittim hocanın yanına, sonuçta puan kırılabilecek bir şey yoktu ortada, bir hata olması söz konusu değildi, neye göre puanlanıyordu bu kompozisyonlar ve ben neden hep sonuncu oluyordum? kadın yüzüme baktı, sen hep bitse de kurtulsam düşüncesiyle kompozisyon yazıyorsun, dedi. yani yazarken çok sıkılıyorsun ve bunu okuyucuya da çok belli ediyorsun. e hocam çünkü zorla yazdırıyorsunuz? olsun, zorla da yazsan okuyucuyu sıkmamayı öğrenmen lazım.
şimdi düşünüyorum da, bir a4 sayfayı bile dolduramıyordum, yazarken çok sıkılıyordum, kompozisyon yazmaktan nefret ediyordum, çünkü, söyleyecek hiç bir şeyim yoktu. 13 - 14 yaşındaydım, hangi konuda nasıl bir fikrim olabilirdi ki? okuyucuya ne anlatabilirdim ki? bahsedebileceğim bir konu yoktu ki ortada, bildiğim bir şey yoktu. ya da en azından bildiğimi bildiğim bir şey. ne bildiğimden de haberim yoktu demek istiyorum. "haberleşmenin önemi" diye zorunlu bir başlık hatırlıyorum, haberleşmenin benim için hiç bir önemi yoktu ki...
ufak yaşta çocukları okumaya özendirmek gerekir tabii, sonuna kadar katılıyorum, ama yazmaya özendirmek? söyleyecek şeyin yokken konuşmaya zorlanmak? sonra, neden bu kadar boş konuşan bir milletiz... bu yüzden olabilir.
şimdi düşünüyorum da, bir a4 sayfayı bile dolduramıyordum, yazarken çok sıkılıyordum, kompozisyon yazmaktan nefret ediyordum, çünkü, söyleyecek hiç bir şeyim yoktu. 13 - 14 yaşındaydım, hangi konuda nasıl bir fikrim olabilirdi ki? okuyucuya ne anlatabilirdim ki? bahsedebileceğim bir konu yoktu ki ortada, bildiğim bir şey yoktu. ya da en azından bildiğimi bildiğim bir şey. ne bildiğimden de haberim yoktu demek istiyorum. "haberleşmenin önemi" diye zorunlu bir başlık hatırlıyorum, haberleşmenin benim için hiç bir önemi yoktu ki...
ufak yaşta çocukları okumaya özendirmek gerekir tabii, sonuna kadar katılıyorum, ama yazmaya özendirmek? söyleyecek şeyin yokken konuşmaya zorlanmak? sonra, neden bu kadar boş konuşan bir milletiz... bu yüzden olabilir.
20 Aralık 2009 Pazar
enkaz
günümüz piyasa koşullarında aşık olacağımız kadının uzun bir ilişkiden enkaz halinde çıkmış olması çok yüksek ihtimal. birincisi yaş itibariyle, ikincisi aşık olacağın kadının temel ve opsiyonel özelliklerini alt alta yazınca yekünde çıkan sonuca daha evvel başka birinin de aşık olmuş olması ihtimali? evet, yüksek. bana güzelse sana da güzel. ben şimdi tanıştım, sen on senedir tanıyorsun, en azından dokuzbuçuğunu aşık halde geçirmen normal. e sen dokuzbuçuk senedir aşıksan eşek değilsin, herhalde kendine de aşık etmeyi becermişsindir bu süre zarfında. sonra siz ayrılınca ne oldu, potansiyel sevgilimiz enkaz. hadi bakalım.
o zaman esas soru, uzun ilişkiden çıkmış depresif aşkına nasıl yaklaşmalı? üzerinde düşünülmesi gereken önemli hususlardan biri, aşkının daha kendine gelemediği, yani daha kendi potansiyelinin, güzelliğinin farkına varamadığıdır. çünkü bunalımdadır, kendini çirkin zanneder, daha önemlisi yetersiz hisseder. sevgilimiz fabrika ayarlarına geri dönmeden evvel bir, bilemedin iki ayımız var çocuklar. bu zamanın kısalığı ve hatta daha da kısalması konusu için hemcinslerinize teşekkür edebilirsiniz. birinci dakikadan itibaren sağlı sollu gelerek, kadınımızı sonsuz şımartarak hemen kendine gelmesini sağlayacaktır beyinsizler. işte o referans noktasından önce orda olmalısınız. o noktayı geçtiyseniz, büyük ihtimalle kaybettiniz, o saatten sonra o çetin piyasa rekabetinde, o kadar esnaf ve kobinin arasında onlardan daha verimli ve olumlu teklifler vermeniz neredeyse imkansız kuzucuklarım, sizler kurumsalsınız. sizlerin etik kuralları, yasadışı yollar uyguladığında karşılaşacağı cezai yaptırımlarınız var. kobilerin içinde barınamazsınız.
tabii erkekler gibi kadınlar da her biten ilişki sonrası bir üst sürümle piyasaya çıkıyorlar. upgrade edilmiş, tüm güvenlik boşlukları doldurulmuş versiyonuyla. bu yeni sürümler kullanıcı tarafından pek sevilmiyor, kullanışlı (user friendly) değiller. yani diyelim ki tüm engelleri aştık, bu sert piyasa koşullarında başarıya ulaşıp kadınımızı upgrade edilmiş versiyonuyla aldık, yeni arayüzüne alışana kadar canımız çıkıyor işte, mevzubahis konunun en büyük problemi de bu zaten. hele hele bazen tüm bu uğraşa değmeyeceği ortaya çıkıyor ya bazen, bir anda bir hareket ya da cümleyle kafada ampül yanıyor ya, pfiiuuv, o çok fena işte.
o zaman esas soru, uzun ilişkiden çıkmış depresif aşkına nasıl yaklaşmalı? üzerinde düşünülmesi gereken önemli hususlardan biri, aşkının daha kendine gelemediği, yani daha kendi potansiyelinin, güzelliğinin farkına varamadığıdır. çünkü bunalımdadır, kendini çirkin zanneder, daha önemlisi yetersiz hisseder. sevgilimiz fabrika ayarlarına geri dönmeden evvel bir, bilemedin iki ayımız var çocuklar. bu zamanın kısalığı ve hatta daha da kısalması konusu için hemcinslerinize teşekkür edebilirsiniz. birinci dakikadan itibaren sağlı sollu gelerek, kadınımızı sonsuz şımartarak hemen kendine gelmesini sağlayacaktır beyinsizler. işte o referans noktasından önce orda olmalısınız. o noktayı geçtiyseniz, büyük ihtimalle kaybettiniz, o saatten sonra o çetin piyasa rekabetinde, o kadar esnaf ve kobinin arasında onlardan daha verimli ve olumlu teklifler vermeniz neredeyse imkansız kuzucuklarım, sizler kurumsalsınız. sizlerin etik kuralları, yasadışı yollar uyguladığında karşılaşacağı cezai yaptırımlarınız var. kobilerin içinde barınamazsınız.
tabii erkekler gibi kadınlar da her biten ilişki sonrası bir üst sürümle piyasaya çıkıyorlar. upgrade edilmiş, tüm güvenlik boşlukları doldurulmuş versiyonuyla. bu yeni sürümler kullanıcı tarafından pek sevilmiyor, kullanışlı (user friendly) değiller. yani diyelim ki tüm engelleri aştık, bu sert piyasa koşullarında başarıya ulaşıp kadınımızı upgrade edilmiş versiyonuyla aldık, yeni arayüzüne alışana kadar canımız çıkıyor işte, mevzubahis konunun en büyük problemi de bu zaten. hele hele bazen tüm bu uğraşa değmeyeceği ortaya çıkıyor ya bazen, bir anda bir hareket ya da cümleyle kafada ampül yanıyor ya, pfiiuuv, o çok fena işte.
15 Aralık 2009 Salı
revolver - guy ritchie
güzel film, türkiye'de nedense pek duyulmadı. en son moviemax'de oynarken görmüştüm. credits bölümünden alıntılar:
ego, aklımıza gelebilecek, tahmin edebileceğimiz en kötü güven dolandırıcısıdır. çünkü onu görmezsiniz.
en büyük tek numarası "ben senim"dir.
en büyük sorun, egonun bakacağınız son yerde saklanması. kendi içinde.
düşüncelerini, sizinkiymiş gibi saklar. onun duyguları sizin duygularınızmış gibi. onu siz zannedersiniz.
insanların egolarını koruma ihtiyacı sınır tanımaz. ego değeri dediğimiz şeyi korumak için yalan söyler, hırsızlık yapar, adam öldürür, ne gerekirse yaparlar.
insanlar hapiste olduklarını bilmez. bir ego olduğunu bilmezler. aradaki farkı bilmezler.
başta zihin için kabullenmesi zordur. kendinden öte, daha değerli, içindeki gerçeği daha iyi ayırt eden bir şey olduğunu kabullenemez.
dinde, ego şeytandır. ve tabii kimse egonun ne kadar zeki olduğunu anlamaz. çünkü başkasını suçlayabilmeniz için şeytanı yaratmıştır.
bu hayali dış düşmanı yaratırken genelde kendimiz için bir düşman yaratırız. sonra o, ego için gerçek bir tehlike olur. ama aslında onu da ego yaratmıştır.
kafanızdaki ses ne derse desin dış düşman diye bir şey yoktur. düşmana dair tüm fikirleriniz egonun düşman olarak yansımasıdır.
bu bağlamda dış düşmanlarımızın hepsini kendimizin yarattığını görürsünüz.
en büyük düşmanınız kendi fikirleriniz, kendi cehaletiniz, kendi egonuzdur.
filmi izledikten sonra ister istemez ego hakkında biraz kurcalayıp, okuyup, düşünüyorsunuz. bıçak sırtı bir problem var konuyla ilgili: yenilmesi, ezilmesi, sıfıra indirgenmesi gereken bir ego varsa, bunun ilk adımı kendini önemsememekle başlar. tabii bunun da sınırları var. kendini önemsememe, kendine zarar verme yoluna değil, basitçe, benden yedi milyar tane daha var yoluna çıkmalıdır. kendine zarar vermeyi engellemek, egoyu koruma değil, benliğini koruma anlamına gelir, karıştırılmamalı. sonrasında ise, insan kendini önemsememe (en iyisi gereğinden fazla önemsememe diyelim) fikrini benimseyip, dolayısıyla insanların kendi hakkında düşündükleri ve söylediklerini önemsememe sonucuna ulaşır. bu da insanları önemsememe yanılgısını yaratır etrafında ve ukalalığa, megolomanlığa yorulur. yani ulaşılan sonucun benmerkezcilikle hiç bir ilgisi olmadığı halde, sık sık karışır. diye düşünüyorum.
ego, aklımıza gelebilecek, tahmin edebileceğimiz en kötü güven dolandırıcısıdır. çünkü onu görmezsiniz.
en büyük tek numarası "ben senim"dir.
en büyük sorun, egonun bakacağınız son yerde saklanması. kendi içinde.
düşüncelerini, sizinkiymiş gibi saklar. onun duyguları sizin duygularınızmış gibi. onu siz zannedersiniz.
insanların egolarını koruma ihtiyacı sınır tanımaz. ego değeri dediğimiz şeyi korumak için yalan söyler, hırsızlık yapar, adam öldürür, ne gerekirse yaparlar.
insanlar hapiste olduklarını bilmez. bir ego olduğunu bilmezler. aradaki farkı bilmezler.
başta zihin için kabullenmesi zordur. kendinden öte, daha değerli, içindeki gerçeği daha iyi ayırt eden bir şey olduğunu kabullenemez.
dinde, ego şeytandır. ve tabii kimse egonun ne kadar zeki olduğunu anlamaz. çünkü başkasını suçlayabilmeniz için şeytanı yaratmıştır.
bu hayali dış düşmanı yaratırken genelde kendimiz için bir düşman yaratırız. sonra o, ego için gerçek bir tehlike olur. ama aslında onu da ego yaratmıştır.
kafanızdaki ses ne derse desin dış düşman diye bir şey yoktur. düşmana dair tüm fikirleriniz egonun düşman olarak yansımasıdır.
bu bağlamda dış düşmanlarımızın hepsini kendimizin yarattığını görürsünüz.
en büyük düşmanınız kendi fikirleriniz, kendi cehaletiniz, kendi egonuzdur.
filmi izledikten sonra ister istemez ego hakkında biraz kurcalayıp, okuyup, düşünüyorsunuz. bıçak sırtı bir problem var konuyla ilgili: yenilmesi, ezilmesi, sıfıra indirgenmesi gereken bir ego varsa, bunun ilk adımı kendini önemsememekle başlar. tabii bunun da sınırları var. kendini önemsememe, kendine zarar verme yoluna değil, basitçe, benden yedi milyar tane daha var yoluna çıkmalıdır. kendine zarar vermeyi engellemek, egoyu koruma değil, benliğini koruma anlamına gelir, karıştırılmamalı. sonrasında ise, insan kendini önemsememe (en iyisi gereğinden fazla önemsememe diyelim) fikrini benimseyip, dolayısıyla insanların kendi hakkında düşündükleri ve söylediklerini önemsememe sonucuna ulaşır. bu da insanları önemsememe yanılgısını yaratır etrafında ve ukalalığa, megolomanlığa yorulur. yani ulaşılan sonucun benmerkezcilikle hiç bir ilgisi olmadığı halde, sık sık karışır. diye düşünüyorum.
yazış
aşağı yukarı her öğlen aynı lokantada yemek yediğimden, gelenlerle aşinayız. en azından karşılıklı gülümseme hukukumuz var. öğlen yemeklerinde yazılı olmayan kurallara göre herkes sorgusuz sualsiz birbirinin masasına oturabilir, ayıplanmaz, yadırganmaz. dün tek başıma yiyorum, karşıma bir adam oturdu, evvelden görmüşlüğüm var, kuvvetle muhtemel bankacı, garanti'den olabilir.
bizim lokantanın garsonları mimar sinan üniversitesinde öğrenci kızlar, işletmecinin çok başarılı bir buluşu. hiç biri pek bir şeye benzemiyor ama yine de işte... rasta saç, düşük bel pantolon derken, çevrenin ilgisini çekiyorlar. ben daha sipariş verirken anladım karşımdakinin garsona sataşacağını. çorba isterken gözlerinin içine uzun uzun bakmalar, garip bir gülümseme. neyse çaktırmadan yiyorum ben, merakla da bekliyorum. kız getirdi bunun salatayla çorbayı, salatayı yana itip, çorbayı yerleştirmeye çalışırken kaybedilen zaman, bana da bankacıya da çok uzun geldi, ve bankacı hamleyi yaptı: "yılbaşında n'apıyorsun(uz)?" cümle o kadar korkakça, o kadar güvensizce çıktı ki ağzından, sonuç o anda belliydi zaten. "uz"u parantez içinde yazdım çünkü söylenip söylenmediği belli olmadı. yani her ikisi de iddia edilebilir. ama çok başarısız bir girişimdi, kafamı önümdeki çorbaya gömdüm. gömmeden önce kıza en son baktığımda, suratı fena halde düşmüştü. bankacı, çok rahat tavırlar içindeymiş gibi oynarken, gerim gerim gerildiği her yerinden belliydi. çatalla oynuyor, ceketini düzeltiyor, alakasız yerlere sanki çok önemli bir şey görmüş gibi bakıyordu. tüm bunlar iki saniye içinde oldu ama bana çok uzun geldi. kız tam da beklediğim bir tonda "ailemle geçireceğim" dedi. o kadar. iki kelime. çapkın devam etti: "bir yere çıkmıcaksın yani?" ikinci cümleden samimiyeti yakaladı. çıkmıcaksı"n". ulan sığır, bir kere karşında ben varım her şeyden önce, hemen sağ ve solumuzdaki masalarda insanlar var, burda, bu şekilde, şu anda olur mu? kız cevap vermedi, çorbayı koyup gitti. beni bir gülümseme aldı, tutamıyorum, başımı iyice eğdim çorbanın üstüne, sipastik gibi yiyorum ama çorba bitti. kafamı kaldırmamam lazım. boş boş kaşıklamaya devam ettim. kafamı kaldırmadan cebimden para çıkartıp koydum masanın üstüne, kalkıp gittim. sonrasında da zorlamıştır muhtemelen.
hayat bu işte - manga.
bizim lokantanın garsonları mimar sinan üniversitesinde öğrenci kızlar, işletmecinin çok başarılı bir buluşu. hiç biri pek bir şeye benzemiyor ama yine de işte... rasta saç, düşük bel pantolon derken, çevrenin ilgisini çekiyorlar. ben daha sipariş verirken anladım karşımdakinin garsona sataşacağını. çorba isterken gözlerinin içine uzun uzun bakmalar, garip bir gülümseme. neyse çaktırmadan yiyorum ben, merakla da bekliyorum. kız getirdi bunun salatayla çorbayı, salatayı yana itip, çorbayı yerleştirmeye çalışırken kaybedilen zaman, bana da bankacıya da çok uzun geldi, ve bankacı hamleyi yaptı: "yılbaşında n'apıyorsun(uz)?" cümle o kadar korkakça, o kadar güvensizce çıktı ki ağzından, sonuç o anda belliydi zaten. "uz"u parantez içinde yazdım çünkü söylenip söylenmediği belli olmadı. yani her ikisi de iddia edilebilir. ama çok başarısız bir girişimdi, kafamı önümdeki çorbaya gömdüm. gömmeden önce kıza en son baktığımda, suratı fena halde düşmüştü. bankacı, çok rahat tavırlar içindeymiş gibi oynarken, gerim gerim gerildiği her yerinden belliydi. çatalla oynuyor, ceketini düzeltiyor, alakasız yerlere sanki çok önemli bir şey görmüş gibi bakıyordu. tüm bunlar iki saniye içinde oldu ama bana çok uzun geldi. kız tam da beklediğim bir tonda "ailemle geçireceğim" dedi. o kadar. iki kelime. çapkın devam etti: "bir yere çıkmıcaksın yani?" ikinci cümleden samimiyeti yakaladı. çıkmıcaksı"n". ulan sığır, bir kere karşında ben varım her şeyden önce, hemen sağ ve solumuzdaki masalarda insanlar var, burda, bu şekilde, şu anda olur mu? kız cevap vermedi, çorbayı koyup gitti. beni bir gülümseme aldı, tutamıyorum, başımı iyice eğdim çorbanın üstüne, sipastik gibi yiyorum ama çorba bitti. kafamı kaldırmamam lazım. boş boş kaşıklamaya devam ettim. kafamı kaldırmadan cebimden para çıkartıp koydum masanın üstüne, kalkıp gittim. sonrasında da zorlamıştır muhtemelen.
hayat bu işte - manga.
11 Aralık 2009 Cuma
baader meinhof komplex
başlıkta adı geçen filmi izlemenizi tavsiye ediyorum. benimki şimdi bitti, dtp'nin kapatılması üzerine tesadüfen denk geldi, cuk oturdu. 68'de almanya'da başlayıp yıllarca devam eden raf (rote armee fraktion) adında bir anarşist hareketin gerçek hikayesi. uygun zamanda, uygun ortamda izlenirse çok etkileyebilecek filmlerden. en anlayamadığım şey, birinin, bir şeye, bir anda, bu kadar körü körüne inanabilmesi ve hiç vazgeçmemesi.
dtp'nin kapatılmasıyla ilgili yorumlarını en çok merak ettiklerim (çoktan - aza sırasıyla): emre kongar, süleyman demirel, erdal sarızeybek, osman baydemir, babam, ece temelkuran ve bakalım şimdi ne diyecek kontenjanından fazıl say ile yiğit bulut.
daniel merriweather - impossible (bu retro havası çok iyi oluyo, sevdim ben).
dtp'nin kapatılmasıyla ilgili yorumlarını en çok merak ettiklerim (çoktan - aza sırasıyla): emre kongar, süleyman demirel, erdal sarızeybek, osman baydemir, babam, ece temelkuran ve bakalım şimdi ne diyecek kontenjanından fazıl say ile yiğit bulut.
daniel merriweather - impossible (bu retro havası çok iyi oluyo, sevdim ben).
7 Aralık 2009 Pazartesi
cemal süreya
bir düelloda
daha büyük bir şey vardır
ve daha acıdır bu
ölümden de ölüm korkusundan da
bakarsın dün en güvendiğin kişi
karşı tarafın şahidi olmuş
işte acıdır bu da
ölümden de korkusundan da
daha da acısı vardır ama
o da sevdiğin kadının
karşı tarafı ziyaret etmesidir
bu bir nezaket ziyareti de olsa
düello gerçekleşmemiş de olsa
acıdır bu
ondan da ondan da
daha da acısı
kılıcın elinde
alnında bir tutam güneş
kalakalıyorsun ortada.
daha büyük bir şey vardır
ve daha acıdır bu
ölümden de ölüm korkusundan da
bakarsın dün en güvendiğin kişi
karşı tarafın şahidi olmuş
işte acıdır bu da
ölümden de korkusundan da
daha da acısı vardır ama
o da sevdiğin kadının
karşı tarafı ziyaret etmesidir
bu bir nezaket ziyareti de olsa
düello gerçekleşmemiş de olsa
acıdır bu
ondan da ondan da
daha da acısı
kılıcın elinde
alnında bir tutam güneş
kalakalıyorsun ortada.
6 Aralık 2009 Pazar
kötü kitap
şimdi, okuduğun kitap kötü çıkınca da büyük problem. misal "sıfır" diye bir kitap okuyorum, d&r'da sırf arka kapak yazısını beğendim diye aldım, çok kötü. bir de uzun, 375 sayfa. atsan atılmaz, yarı bıraksan olmaz, böyle kütüphaneye de konmaz. uyumadan evvel okuyayım diyorsun, okunmuyor ki uykun gelsin. nasıl bitecek bilmiyorum. kitabı yarım bırakıp başkasına geçmek konusunda tarif edilemez takıntılarım var, olmuyor. yanlış anlaşılmasın, yalnız kitaplarda öyle, yoksa çok güzel yarım bırakırım. tuttuğunu koparan, başladığını mutlaka bitiren adam imajı çizmeyeyim.
tv açık, çok güzel hareketler bunlar oynuyor. sevdiğim bir eşkıya sahnesini revize etmişler, şener şen'le keje'nin yüzyüze geldikleri sahne. izlediğimde diğer herife hak vermiştim, tam da orayı oynamışlar şimdi, gene hak verdim. keje odaya girmeden evvelki şener şen'le diyaloglarından bahsediyorum. diyor ya; evet yaptım. keje için en yakın arkadaşımı sattım ben, sen yapabilir miydin? en yakın arkadaşını polise ihbar edebilir miydin? ben keje için cehennemde yanmaya hazırım, ya sen? söylesene, hangimizin aşkı daha büyük?
ben ne bileyim şimdi hanginizin aşkı daha büyük. kafa karıştırmayın kardeşim.
tv açık, çok güzel hareketler bunlar oynuyor. sevdiğim bir eşkıya sahnesini revize etmişler, şener şen'le keje'nin yüzyüze geldikleri sahne. izlediğimde diğer herife hak vermiştim, tam da orayı oynamışlar şimdi, gene hak verdim. keje odaya girmeden evvelki şener şen'le diyaloglarından bahsediyorum. diyor ya; evet yaptım. keje için en yakın arkadaşımı sattım ben, sen yapabilir miydin? en yakın arkadaşını polise ihbar edebilir miydin? ben keje için cehennemde yanmaya hazırım, ya sen? söylesene, hangimizin aşkı daha büyük?
ben ne bileyim şimdi hanginizin aşkı daha büyük. kafa karıştırmayın kardeşim.
5 Aralık 2009 Cumartesi
marianne nasıl kurtulur?
marianne faithfull'un aktrislik de yaptığını biliyor muydunuz? hayır bilmiyordunuz. bugün bir filmini izleyene kadar ben de bilmiyordum. neyse o kısım önemli değil zaten başka bir yere bağlayacağım.
filmde marianne muhtemelen elli yaşında ve torununun hastane masraflarını karşılayabilmek için bir strip club'da çalışmaya başlıyor. yani film bunun üzerine kurulu. ana hikaye bu. aslında marianne çok sevgi dolu bir babaanne, çok mutaassıp bir insan ama zorda kalınca, mecbur olunca n'apsın, gidip strip club'da şimdi burada yazamayacağım şeyler yapıyor. hepsi site ismi yüzünden. site isminde tc kimlik no'ma kadar vermeseydim daha neler anlatacaktım.
velhasıl marianne bu club'da çalışmaya başlayınca mecburen orda faaliyet gösteren diğer kızlarla ve patronla da tanışıyoruz. aslında hepsi çok iyi insanlar. işinde gücünde prensip sahibi adem evlatları. onların da hayalleri var, onlar da iş çıkışı beraber kahve içmeye gidiyorlar, evde çoluk çocuk var. ama hayat zorla bu yola sokmuş, o yüzden çalışıyorlar. benim ifrit olduğum nokta da burada başlıyor.
kardeşim neden yönetmenler, yazarlar, senaristler olarak bizi sürekli bu yalana inandırmaya çalışıyorsunuz? bu misyonu omuzlarınıza kim yükledi? orospular, katiller, tecavüzcüler, hırsızlar, senin benim gibi insanlar değiller. annemizin bize taa en başta öğrettikleri doğru, onlar kötüler, şimdi bu yaştan sonra nerden çıktı bu aslında onlar da sizden muhabbeti? kötüler kardeşim onlar kötü, biz iyiyiz. aramızda kalın bir çizgi var. eyvallah çoluğu çocuğu vardır, tabii ki isteyerek çalışmıyordur ama onlar baştan bu kararı verebilecek kadar aptallar/cahiller/karaktersizler/korkaklar/güçsüzler. biz iyiyiz, seçimimizi yapmışız, aramızdaki farkı da öğrenmişiz, bu saatten sonra niye bildiklerimizi unutalım?
ben şimdi nasıl gidip birini öldüreyim? birinin canını almak kolay mı be, bir eleman ailemden birini kasıtlı olarak öldürmedikçe, ben nasıl gidip bir insanın boğazını keseyim? yapabilir miyim, yapamam. ama onlar yapabiliyor.
şartlar ne olursa olsun beni ilgilendirmez, eğer orospuluk yapabiliyorsan beş para etmez bir insan müsveddesisin. ama bu herifler n'apıyor, olayları meşrulaştırabilmek için konuyu işliyor da işliyor, ısındırıyor da ısındırıyor bizi karakterlere. sonra millet alışıyor mevzuya, lan acaba normal mi diyor. normal değil hocam normal olamaz, orospular senin benim gibi değil bak tekrar altını çiziyorum, uyanık ol.
sonra açıksözlülüğün anlam kaybı var. marianne'in mahalleden arkadaşları bir zaman sonra iyice merak etmeye başlıyorlar, bu kadın ne iş, eskiden hep evdeydi, nerde iş buldu, n'apıyor diye soruyorlar devamlı. bir gün yine bir altın gününde sorduklarında kendinden çok emin şekilde anlatıyor her şeyi marianne. gururlu bir ifade söz konusu hatta. strip club'da şunu şunu yapıyorum diyor, detay da veriyor iyice ki kuşku kalmasın. biz de kuşbeyinli izleyiciler olarak diyoruz ki vay be, görüyor musun bak delikanlı kadınmış, çat çat söyledi her şeyi, utanmıyor yaptığı işten, utanmayacaksın tabii abi, insan yaptığı işten utanır mı, helal olsun kadına... diyoruz. gerizekalıyız çünkü. kadın orospu olduğunu itiraf etti diye dürüst, karakterli, güçlü biri mi oldu? hayır, ne iş yaptığını söyleyen bir orospu oldu. o kadar. açıksözlülüğü ona bir katma değer kazandırmadı. siz de çok düşüyorsunuz bu hataya bak, yapabildiğim zamanlarda uyarıyorum, insanlar zaten doğruyu söylemek, açıksözlü olmak zorunda. bunu vurguladıklarında onlara ayrıca prim vermeyeceksin arkadaşım.
şu anda bunu dinliyorum. siz de okurken dinleyin, aynı kafada olalım.
filmde marianne muhtemelen elli yaşında ve torununun hastane masraflarını karşılayabilmek için bir strip club'da çalışmaya başlıyor. yani film bunun üzerine kurulu. ana hikaye bu. aslında marianne çok sevgi dolu bir babaanne, çok mutaassıp bir insan ama zorda kalınca, mecbur olunca n'apsın, gidip strip club'da şimdi burada yazamayacağım şeyler yapıyor. hepsi site ismi yüzünden. site isminde tc kimlik no'ma kadar vermeseydim daha neler anlatacaktım.
velhasıl marianne bu club'da çalışmaya başlayınca mecburen orda faaliyet gösteren diğer kızlarla ve patronla da tanışıyoruz. aslında hepsi çok iyi insanlar. işinde gücünde prensip sahibi adem evlatları. onların da hayalleri var, onlar da iş çıkışı beraber kahve içmeye gidiyorlar, evde çoluk çocuk var. ama hayat zorla bu yola sokmuş, o yüzden çalışıyorlar. benim ifrit olduğum nokta da burada başlıyor.
kardeşim neden yönetmenler, yazarlar, senaristler olarak bizi sürekli bu yalana inandırmaya çalışıyorsunuz? bu misyonu omuzlarınıza kim yükledi? orospular, katiller, tecavüzcüler, hırsızlar, senin benim gibi insanlar değiller. annemizin bize taa en başta öğrettikleri doğru, onlar kötüler, şimdi bu yaştan sonra nerden çıktı bu aslında onlar da sizden muhabbeti? kötüler kardeşim onlar kötü, biz iyiyiz. aramızda kalın bir çizgi var. eyvallah çoluğu çocuğu vardır, tabii ki isteyerek çalışmıyordur ama onlar baştan bu kararı verebilecek kadar aptallar/cahiller/karaktersizler/korkaklar/güçsüzler. biz iyiyiz, seçimimizi yapmışız, aramızdaki farkı da öğrenmişiz, bu saatten sonra niye bildiklerimizi unutalım?
ben şimdi nasıl gidip birini öldüreyim? birinin canını almak kolay mı be, bir eleman ailemden birini kasıtlı olarak öldürmedikçe, ben nasıl gidip bir insanın boğazını keseyim? yapabilir miyim, yapamam. ama onlar yapabiliyor.
şartlar ne olursa olsun beni ilgilendirmez, eğer orospuluk yapabiliyorsan beş para etmez bir insan müsveddesisin. ama bu herifler n'apıyor, olayları meşrulaştırabilmek için konuyu işliyor da işliyor, ısındırıyor da ısındırıyor bizi karakterlere. sonra millet alışıyor mevzuya, lan acaba normal mi diyor. normal değil hocam normal olamaz, orospular senin benim gibi değil bak tekrar altını çiziyorum, uyanık ol.
sonra açıksözlülüğün anlam kaybı var. marianne'in mahalleden arkadaşları bir zaman sonra iyice merak etmeye başlıyorlar, bu kadın ne iş, eskiden hep evdeydi, nerde iş buldu, n'apıyor diye soruyorlar devamlı. bir gün yine bir altın gününde sorduklarında kendinden çok emin şekilde anlatıyor her şeyi marianne. gururlu bir ifade söz konusu hatta. strip club'da şunu şunu yapıyorum diyor, detay da veriyor iyice ki kuşku kalmasın. biz de kuşbeyinli izleyiciler olarak diyoruz ki vay be, görüyor musun bak delikanlı kadınmış, çat çat söyledi her şeyi, utanmıyor yaptığı işten, utanmayacaksın tabii abi, insan yaptığı işten utanır mı, helal olsun kadına... diyoruz. gerizekalıyız çünkü. kadın orospu olduğunu itiraf etti diye dürüst, karakterli, güçlü biri mi oldu? hayır, ne iş yaptığını söyleyen bir orospu oldu. o kadar. açıksözlülüğü ona bir katma değer kazandırmadı. siz de çok düşüyorsunuz bu hataya bak, yapabildiğim zamanlarda uyarıyorum, insanlar zaten doğruyu söylemek, açıksözlü olmak zorunda. bunu vurguladıklarında onlara ayrıca prim vermeyeceksin arkadaşım.
şu anda bunu dinliyorum. siz de okurken dinleyin, aynı kafada olalım.
satıcı
evvel zaman içinde kitapçının birinde dolanırken satıcı diye bir kitap bulduydum. baktım yazarı joseph o'connor. sinead o'connor'ı çağrıştırdı ki, severim. (satın aldığım üçüncü ya da dördüncü albümdür - nothing compares to you. ilki michael jackson - bad, ikincisi sezen aksu - gülümse, üçüncüsü sertab erener - albümün adını unuttum. sonra sinead o'connor. arada bir de vaya con dios'un neh nah neh'sini almıştım ama onu anneme aldım sayıyorum.), arkasını okudum, beğenince aldım geldim. o zamanlar google yok, yahoo mahoo bi baktım, joseph hakkaten sinead'ın kardeşiymiş. ama bunu kitabın kapağına, içine, dışına, hiç bir yerine yazdırmamış bizim joseph. helal olsun dedim, okumaya başladım.
şimdi buldum geldim, kitap 365 sayfa ve ben bir gece ile ertesi gün okuyarak bitirdiğimi hatırlıyorum. sinead'ın irlandalı olduğunu biliyordum zaten, dolayısıyla hikayenin irlanda'da (dublin'de) geçişine pek şaşırmadım. ama şuna çok şaşırmıştım;
hikaye bir babanın intikamı üzerine. karısından ayrı yaşayan billy, kendisiyle beraber oturan kızının öldürülmesinden sonra araştırıp katili buluyor ve intikamını planlamaya başlıyor. uzun planlardan sonra kaçırmayı başarıp eve getiriyor, arka bahçesine kilitliyor. buraya kadar her şey normal. güzel bir polisiye - gerilim kıvamında. fakat burdan sonra olay enteresanlaşmaya başlıyor.
billy en başlarda elemana işkence etmeyi planlıyor, öldürmeden evvel biraz eziyet edeyim diyor, aç-susuz bırakıyor falan filan. sonrasında giderek öldürme fikrinden uzaklaşıyor. aralarında ufak ufak bir ilişki oluşmaya başlıyor. ilişki derken homoseksüelliği kastetmiyorum, sosyal bir ilişki başlıyor. ve sonunda o kadar saçmasapan bir hal alıyor ki, beraberce aynı evde yaşamaya başlıyorlar. yani katil billy'nin yanına taşınmış gibi bir şey çıkıyor ortaya. elemanın karakteri o kadar güçlü ki, billy'i öldürme fikrinden vazgeçirtip beraber yaşamaya ve hatta kendine hizmet ettirmeye ikna ediyor ("the man grows on you" durumu - scent of a woman'ın başları - al pacino'nun kızı, işi kabul etmeye ikna etmek için charlie'ye söylüyor).
şimdi bakınca olmaz diyorsunuz ama joseph tüm bunların olabileceğine güzelce ikna ediyor insanı. roman birinci tekil şahıstan anlatıldığından billy'nin kafasındaki değişimi yavaş yavaş izlemek çok keyifli. (keyifli ne be homoseksüel gibi. sözlüğe baktım keyifli yerine kullanabileceğim kelimeler: dörtköşe, neşeli, şatır? yavaş yavaş izlemek çok neşeli? tdk'ya bile güvenmemek lazım bu devirde.) bazen durup kendisine bakıyor, kızının katiline eliyle çay götürdüğünü görüyor, duraksıyor ve fakat devam ediyor. tabii billy'nin de kafa pek normal değil, fark ediyorsunuz. halbuki quinn'inki (katil) çok rahat, buna da çok şaşırıyorsunuz.
yani kitap garip. awkward çok iyi kelime aslında. tuhaf denebilir. tavsiye ederim. listedeki kitapları bitirebilirsem ben de tekrar okumayı planlıyorum.
şimdi buldum geldim, kitap 365 sayfa ve ben bir gece ile ertesi gün okuyarak bitirdiğimi hatırlıyorum. sinead'ın irlandalı olduğunu biliyordum zaten, dolayısıyla hikayenin irlanda'da (dublin'de) geçişine pek şaşırmadım. ama şuna çok şaşırmıştım;
hikaye bir babanın intikamı üzerine. karısından ayrı yaşayan billy, kendisiyle beraber oturan kızının öldürülmesinden sonra araştırıp katili buluyor ve intikamını planlamaya başlıyor. uzun planlardan sonra kaçırmayı başarıp eve getiriyor, arka bahçesine kilitliyor. buraya kadar her şey normal. güzel bir polisiye - gerilim kıvamında. fakat burdan sonra olay enteresanlaşmaya başlıyor.
billy en başlarda elemana işkence etmeyi planlıyor, öldürmeden evvel biraz eziyet edeyim diyor, aç-susuz bırakıyor falan filan. sonrasında giderek öldürme fikrinden uzaklaşıyor. aralarında ufak ufak bir ilişki oluşmaya başlıyor. ilişki derken homoseksüelliği kastetmiyorum, sosyal bir ilişki başlıyor. ve sonunda o kadar saçmasapan bir hal alıyor ki, beraberce aynı evde yaşamaya başlıyorlar. yani katil billy'nin yanına taşınmış gibi bir şey çıkıyor ortaya. elemanın karakteri o kadar güçlü ki, billy'i öldürme fikrinden vazgeçirtip beraber yaşamaya ve hatta kendine hizmet ettirmeye ikna ediyor ("the man grows on you" durumu - scent of a woman'ın başları - al pacino'nun kızı, işi kabul etmeye ikna etmek için charlie'ye söylüyor).
şimdi bakınca olmaz diyorsunuz ama joseph tüm bunların olabileceğine güzelce ikna ediyor insanı. roman birinci tekil şahıstan anlatıldığından billy'nin kafasındaki değişimi yavaş yavaş izlemek çok keyifli. (keyifli ne be homoseksüel gibi. sözlüğe baktım keyifli yerine kullanabileceğim kelimeler: dörtköşe, neşeli, şatır? yavaş yavaş izlemek çok neşeli? tdk'ya bile güvenmemek lazım bu devirde.) bazen durup kendisine bakıyor, kızının katiline eliyle çay götürdüğünü görüyor, duraksıyor ve fakat devam ediyor. tabii billy'nin de kafa pek normal değil, fark ediyorsunuz. halbuki quinn'inki (katil) çok rahat, buna da çok şaşırıyorsunuz.
yani kitap garip. awkward çok iyi kelime aslında. tuhaf denebilir. tavsiye ederim. listedeki kitapları bitirebilirsem ben de tekrar okumayı planlıyorum.
1 Aralık 2009 Salı
neşeli hayat vol.2
şimdi sinemadan geliyorum, maalesef sözümü tutup cuma günü gidememiştim filme, bayram münasebetinden istanbul'da değildim.
eğri oturup doğru konuşmak lazım çok beğenmedim, daha iyi olabilirdi. hikayenin içi biraz boştu sanki, bir gıdım daha alengirli bir senaryo yazılıp bir kaç karakter daha sokulabilirdi. sonu pek bir yere bağlanamadı. müziği neden kardeş türküler'den alıp başkasına vermiş bu sefer anlamadım, bence olmamış (müziği kastediyorum).
ana temada yine fakirlik, çaresizlik varken bu sefer diğerlerinden farklı olarak umut yok. rıza'nın hayalleri mevcutmuş bir dönem ama artık vazgeçmiş, daha bir kabullenmeci; diğerleri (deli emin, asım noyan) gibi dikine dikine gitmiyor. gerçi muhtemelen önceden de çok dik durmuyormuş, karakteri müsait değil fakat kendi hayalinden kendi güç alabilecek kadar safmış en azından o zamanlar, o da iyidir. organize işler'dekinin tersine bu kez çok dürüst, vizontele'lerdeki gibi saf. saflıksa, diğer tüm film ve oyunlarındaki gibi iyilik barındırıyor içinde. yine bir ortama ayak uyduramama, yabancılaşma söz konusu. fakat bu kez, biraz daha realistleşeyim, çok sivrilmeden gerçek hayatı anlatayım derken kaçınılmaz olarak monotonlaşmış olabilir. filmin temposu bir yükselip bir düşüyor çünkü, sanki bu kez izleyiciye her saniye bir ödül vermek istemiyormuş gibi. diyalogları daha iyi beklerdim, sadece bir kaç tane yakalayabildim.
daha iyi anlayıp yorum yapabilmek için dvd'den bir kaç kez izlemek lazım. eminim bir bildiği vardır.
bu akşam, pulp - bad cover version'ı tavsiye ediyorum ama sözleriyle beraber dinlemeniz lazım. aslında doğrusu önce bir kere dinleyip, sonra sözler eşliğinde tekrar dinlemek. yılmaz abi'den iyi olmasın jarvis'in de çok iyi söz yazarlığı vardır. üşenir bakmazsınız diye onun da link'ini veriyorum. aranızda hala bana gelince ya da arabada pulp çalınca kim bu diye soranlar var. ben şimdi burda isimlerinizi vererek tek tek deşifre etmek istemiyorum ama ayıp, bir zahmet, hadi canım, hadi artık.
eğri oturup doğru konuşmak lazım çok beğenmedim, daha iyi olabilirdi. hikayenin içi biraz boştu sanki, bir gıdım daha alengirli bir senaryo yazılıp bir kaç karakter daha sokulabilirdi. sonu pek bir yere bağlanamadı. müziği neden kardeş türküler'den alıp başkasına vermiş bu sefer anlamadım, bence olmamış (müziği kastediyorum).
ana temada yine fakirlik, çaresizlik varken bu sefer diğerlerinden farklı olarak umut yok. rıza'nın hayalleri mevcutmuş bir dönem ama artık vazgeçmiş, daha bir kabullenmeci; diğerleri (deli emin, asım noyan) gibi dikine dikine gitmiyor. gerçi muhtemelen önceden de çok dik durmuyormuş, karakteri müsait değil fakat kendi hayalinden kendi güç alabilecek kadar safmış en azından o zamanlar, o da iyidir. organize işler'dekinin tersine bu kez çok dürüst, vizontele'lerdeki gibi saf. saflıksa, diğer tüm film ve oyunlarındaki gibi iyilik barındırıyor içinde. yine bir ortama ayak uyduramama, yabancılaşma söz konusu. fakat bu kez, biraz daha realistleşeyim, çok sivrilmeden gerçek hayatı anlatayım derken kaçınılmaz olarak monotonlaşmış olabilir. filmin temposu bir yükselip bir düşüyor çünkü, sanki bu kez izleyiciye her saniye bir ödül vermek istemiyormuş gibi. diyalogları daha iyi beklerdim, sadece bir kaç tane yakalayabildim.
daha iyi anlayıp yorum yapabilmek için dvd'den bir kaç kez izlemek lazım. eminim bir bildiği vardır.
bu akşam, pulp - bad cover version'ı tavsiye ediyorum ama sözleriyle beraber dinlemeniz lazım. aslında doğrusu önce bir kere dinleyip, sonra sözler eşliğinde tekrar dinlemek. yılmaz abi'den iyi olmasın jarvis'in de çok iyi söz yazarlığı vardır. üşenir bakmazsınız diye onun da link'ini veriyorum. aranızda hala bana gelince ya da arabada pulp çalınca kim bu diye soranlar var. ben şimdi burda isimlerinizi vererek tek tek deşifre etmek istemiyorum ama ayıp, bir zahmet, hadi canım, hadi artık.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)