23 Kasım 2009 Pazartesi

neyi gördün

haftasonu mahsun'un güneşi gördüm'ünü ve 12 monkeys'i alıp izledim, izledik. mahsun'un bu filmle oscar aday adayı olmasının ve altın portakal ya da benzeri hangi ödüllere layık görüldüyse onları almasının tek bir açıklaması var: siyaset. demek ki ne yapacakmışız, bundan sonra ne altın portakal'a ne kiraz festivali'ne, ne de başka bir şenliğe güvenmeyecek, prim vermeyecekmişiz.

çok da iddialı olmak istemememe rağmen; ben bu kadar sahte karakter, bu kadar yapmacık diyalog görmedim demeye talibim. mahsun demiş ki, ben bu kürt sorunuyla ilgili bir film çevireyim, ama öyle bir film olsun ki, hem komik, hem sosyal mesajı bol, hem hüzünlü, hem kürt'e, hem türk'e göre olsun, hem de tüm dünyaya kardeşlik - barış mesajımı vereyim, herkes çok sevsin, hem de benim yaptığım bu filmle cümlemizin kafasındaki ampül yansın, birbirine sarılsın, bu sorun bu filmle sona ersin, ben de sorunun mihenk taşı olarak hem sonsuza dek anılayım, hem de paranın altında kalayım. amma velakin bana göre bu filmden kazanacağın parayla üzerine bir takım elbise bile alamamalısın mahsun. öyle hem hem olmuyor işte. birinde karar kılmak lazım. ortada duran ortada kalır.

bir kere karakterlerin her biri, her cümlesinde (abartmıyorum) kürsüye çıkıp halka seslenen politikacı ayarında konuşursa olmaz. izleyiciye bu kadar çok sosyal mesaj, bu kadar açıkça verilmeye çalışılır mı kardeşim? o zaman yazsaydın bir bildiri, çıkıp okusaydın bir televizyon programında. işin içinde biraz metafor, hayal gücü, ne bileyim teşbih, tecahül-i arif falan olması lazım ki bir şeye benzesin. yoksa sanat niye var?

sonra hüzünlü olmaya çalıştıkça gülünç oluşun, akabinde gülünçlüğünün o kadar kötü hale gelmesi ki, acımaya dönmesiyle esas gayene ulaşmandan da bahsetmek lazım. babanın iki oğlunun fotoğraflarını yan yana asmaması, norveç'deki "bülbülü altın kafese koymuşlar, vatanım demiş" tripleri, karakterlerin devamlı ağlamaklı ses tonlarında sabah akşam "biz hepimiz kardeşiz aslında" diye sayıklamaları, bunlar muazzam klişeler. bunları artık yalnızca politikacılardan değil, her sade vatandaştan bile duyabiliyoruz, o kadar işlediler içimize. bir de sen söyleyince iyice eğreti durdu, olmadı.

en az onlar kadar üstünkörü duran bir travesti hikayesi vardı bir de filmde. o ne alakaydı, neden filmde öyle bir karakter vardı hiç anlamadım. belki de iç içe geçmiş farklı hikayelerin çok iyi bir uyumla nihayete ermesine özenmiştir mahsun bilmiyorum ama o kadar olmamış ki, o kadar olmamış.

öte yandan; sürekli gelecek, geçmiş ve şimdiki zaman arasında dolaşan bruce willice'ın filmin 60. dakika 23. saniyesinde "I see dead people" demesiyle önce çok şaşırıp, sonra gülmekten öldük. bu, shyamalan'ın ince bir esprisi idiyse eğer, yakaladık shyamalan, sen gönlünü ferah tut.
ilk izlediğimde filmi çok beğendiğimi hatırlamama rağmen, konusunu hiç anımsamıyordum. yine izledim, yine çok beğendim. brad pitt'in üzerine yapışmış çok yakışıklı etiketine mukabil, aynı zamanda çok da iyi bir aktör olduğu konusunda mutabık kaldık. zaten bir adam boş yere bir noktaya gelmez geyiklerine sardık, güldük, eğlendik.

sinema eleştirilerimi bitirirken, size mahsun kırmızıgül'ün eşrafından özcan deniz'in son albümündeki bir şarkıyla veda ediyorum. bu aralar özcan'cıyız, iyi şarkı.

2 yorum:

Kristal Küre dedi ki...

Oscarlar hep politik değil mi?

Kaan dedi ki...

Titanik politik mi? :)

"Üstüne ceket alamaz" komik!