26 Nisan 2011 Salı

tv zararlıdır

habertürk'ü açtım, kars'ta yıkılacak heykelin sahibi heykeltraş çıktı. yine demokrasi, yine medeniyet, yine özgürlüğü anlatıyor.
şunu kabul edelim: tayyip de herkes gibi (benim gibi mesela) bir heykeli görüp beğenmemiş olabilir. sanatın başladığı yerde hoşnutsuzluk biter diye bir kaide mi var? hem sanat nerde başlar?
sonra şunları sorarım: mecburen sanat algısından yola çıkıldığı için, üretilen bir eserin(?) konumlandırılması ile fikir özgürlüğü ve/veya medeniyet/demokrasinin nasıl bir bağı vardır? söz konusu sanat eseriyse, bu onu her türlü otoriteden (mesela devlet, yasa) bağımsız mı kılar? o zaman inşa edilecek bir binanın sanat eseri kontenjanına girmesiyle imar kanunu tamamen hiçe sayılabilir mi? yani kısacası devlet, sırf sanat eseri diye (bak tarihi eser demiyorum, çok fark var) bir heykelin konumu ve boyutu hakkında yaptırımda bulunmamalı mıdır? eğer burdan yola çıkarsak, bu, "sanat"ın kesin bir tarifini (devlet tarafından) de gerektirmez mi? ki daha öyle bir tarif bilmiyorum.

ntv'yi açtım cüneyt özdemir çıktı, bedri baykam'la telefondalar.
bedri baykam ekranda, adının altında "sanatçı" titrı ile duruyor. malum bıçaklanma olayını tüm demokrasiye, türk halkının özgürlüğüne, türklerin vatandaşlık haklarına ve fikir hürriyetlerine yaymakla meşguller. o sırada bedri baykam şöyle diyor:

"... bu saldırı ile benim gibi aydınların türkiye'de ..."

kendi kendini aydın diye sıfatlandıran bedri, bize, türk halkına, en azından bu sonuca hangi yoldan ulaştığını izah etmelidir. seçtiği meslek yoluyla mı? yurt dışında eğitim görme yoluyla mı? yurt dışında sergi açma yoluyla mı? kitap yazma yoluyla mı? yoksa atatürkçü düşünce derneği veya chp kanalıyla mı? bunların hangilerinin kümülatifiyle aydına ulaşılabiliyor ya da tek biri bile yetiyor mu? en azından bunu hak ettiğimizi düşünüyorum. bedri bize anlatsın.

bu akşam izlediklerim ve beğenmediklerim bunlar. ama çağımız iletişim çağı, benim de bedri'ye kendi mesajımı iletme 'hürriyetim' mevcut:
"bedri'ciğim çok geçmiş olsun. hakkındaki nötr hissiyatımı bir cümle ile değiştirebildin. bunu siyaset hayatında da bu kadar kolayca yapabilmeni, kitleleri şıp diye yönlendirebilmeni, senin için söylüyorum, canıgönülden dilerim. kolay gelsin."

inoveyşın

can sıkıntısına (ya da huzursuzluğa diyelim) sebep, "yeni" hiçbir şeyin olmaması ise, yani bunu yalnız başına - tek sebep - kabul edersek, sene olmuş 2011; sen haala nasıl monotonluktan muzdarip olabilirsin? bilgiye erişimin kolaylığı, hayatının her saniyesinde bir yenilik olmasına müsamaha gösteriyor iken, en yakın inovasyona bile uzak durmanın iki sebebi olabilir: senin tembelliğin ya da inovasyonun gereksizliği. biz ikincisi üzerinde duracağız.

şimdi söyleyeceğim daha evvel milyon kez tekrarlanmış. ama tekrarlandığının her defasında an için (ki bizim önem verdiğimiz de o) doğruymuş. yani bu bildiğimiz yanlışlanabilir doğrulardan değil. ya da şöyle diyelim, sonrasında yanlışlanması bunun doğruluğuna ziyan vermiyor. niye vermiyor? çünkü  her seferinde zamanın ruhuna uyuyormuş. "o zamanki şartlar başkaydı" mevzusu. peki yanlışlanabilir doğrular da zamanın ruhuna uymalarına rağmen neden yanlışlanabiliyor? çünkü onlar kendilerini sınırlamıyorlar, geniş zamanda konuşuyorlar, benim söyleyeceğim (ve diğerlerinin söyledikleri) sınırlıyor. dünya düzdür diye tutturuyorsan dünya şimdi düz, yarın da düz olacak, hep dümdüz diyorsun. ertesi gün yuvarlak olduğunu kanıtlarsam, yanlışsın. peki ben ne diyorum? şimdiye kadar yapılabilecek her şey yapıldı, diyorum.

buna nasıl itiraz edebilirsin? şimdiye kadar yapılabilecek her şey zaten yapıldı, hem kronolojik olarak, hem mantık olarak, hem de aksinin ispat edilememesi bakımlarından doğru. itiraz edemezsin; ama kabul eder misin?

şimdiye kadar insan hayatı, hayvan hayatı, sinema, edebiyat, müzik, bilim, o-izm, bu-izm, herrr şey yapıldı. en uçlar yaşandı, sınırlar zorlandı. sınırlarını zorlayanlar ödüllerini ya da cezalarını aldı. sana ne kaldı? inovasyon.

inovasyon dediğim şimdiye kadar yapılandan farklılaşmaya çalışmanın çaresizliği. mesela diş fırçası. diş fırçası önemli buluştur, insan hayatında önemli tadillere sebep olabilir ama 45 derece açılı, oynar başlıklı diş fırçası? işte o çaresizliktir.

gereksiz inovasyon her gereksizlik gibi, olmasa daha iyidir, kendi mevcudiyeti sıkıntı yaratır.
hayatımızı daha da zorlaştırır.
kendi adıma konuşayım, bana, şimdiye kadar yapılacakların yapıldığını hatırlatır.

volkan konak - göklerde kartal gibiyim
(sanatçı, inovasyona olan nefretini 2:51'de kusuyor.)

21 Nisan 2011 Perşembe

pazar

bu pazar akşamı anksiyetesi hakkında konuşmak, düşünmek isterim:

modern toplumumuza bağışlanmış iki günlük -ne istiyorsan onu yap-tan sonra tekrar gerçeğe(?) dönüşün yarattığı anksiyete.
ilkokul 2'de okuduğum tom sawyer, pazartesi gelmesin diye pazar gününü takvimden yırtıp gönlümü kazanmıştı. demek ki aklın yolu birdi, dünyanın her yerinde pazar akşamları garip bir ruh haline bürünülüyordu. pazarları tom polly teyze'sinin ben de annemin kasıtlı olarak bize kötü davrandıklarını düşünürdük. erken yatmaya zorlanma, yıkanmaya zorlanma, ödev yapmaya zorlanma. haftaya hazırlık; kalemtraşla kalem açma, önlüğün yakalarının anlamsızca ütülenip kolalanması? bence bu ilkokul çocuklarının nizam ve intizamı annelerin annelik ve ev hanımlıklarını yarıştırdıkları bir platfom olabilir. birbirlerine ve özelllikle (eğer kadınsa) öğretmene karşı. çalışmayan annelerin kendilerini gösterme, çalışan kesimin rekabetine ortak olma çabaları.

gün geçti, devran döndü, hala pazar akşamüstü huzursuzuz. hala içimizde bir sıkıntı, karanlık ruh hali. kendi adıma konuşayım, sebebini bilmiyorum. freud'a çok inanmam, güvenmem, çocukluktan kalandır diyemiyorum. ama sanki dedemde bile vardı diye hatırlıyorum. nerden baksan kötü yani, daha çok var.

london boulevard fena film değil ama soundtrack'i çok çok iyi. biri, ikisi değil hepsi.
kasabian - the green fairy

(tabii ki ingilizler)

12 Nisan 2011 Salı

berber

ben haftada iki kere berbere gidiyorum. çok mu?

karaköy'deki ofisimin arka sokağında dükkan işleten selahattin abi'nin en önemli özelliği, müşterisini çok iyi tanımasıdır. gürcüdür.
gittiğimde saç mı sakal mı diye sormaz, koltuğa otururum, hangisi gelmişse ordan başlar. konuşmaz. arkadaki duvarda asılı (üç inç) televizyonda ntv ya da habertürk açıktır.
traş biter, sıhhatler olsun der, sağol deyip parayı uzatır çıkarım.
bazen canım sıkılır, "ne diyosun abi bu chp'ye" derim, anlatmaya başlar. adam bütün gün haber kanalı izler.
arada bir lokantada rastlarım, aynı masada konuşmadan yeriz. kalkarken hesabını öderim, "sağ ol" der.
bir oğlu, bir kızı var. oğlu futbolcu olmak istiyor. bacakları güçlensin diye akşamları pekmez içiriyor.
sıra bekliyorsam mutlaka "çay söyliim mi ozan'ım" der.
her banknotu bozar, problem çıkarmaz.
meslektaşları gibi kendisine berber denmesine ses çıkarmaz. kuaför diye düzeltmez.
sağdaki soldaki esnafa devamlı borç verir, hep alacaklıdır. hiç girmese mutlaka biri girer, kolonya sürüp çıkar.
merter'de oturur, sabahları üç vesaitle gelip yedide dükkanını açar. akşam sekize kadar.
sakalı beş, saçı on liraya keser.

bu mavi yakalı analizimizde, sıcak bir esnaf atmosferini, kalender bir süper baba, perihan abla mizansenini resmettik. kısmen doğru, (muhtemelen) kısmen de kendi algımdan mütevellit yanlıştır.

beyinsiz

ahmet hamdi tanpınar'ın saatleri ayarlama enstitüsü'nü okuyorum, 100. sayfaya geldim.

hiçbir şey anlamadım.

4 Nisan 2011 Pazartesi

planet earth

bbc'nin planet earth belgesel serisini izlerken aklımdan geçenler:

- tanrı. allah. adına ne diyorsak.
- mesai saatlerinde benim yaptıklarımla belgeselcilerinkinin karşılaştırması. yapabilir miyim? yaparım. çok soğuk olursa? yine de yaparım.
- daha evvel bahsetmişim gerçi ama, insan değil günışığının bile hiç girmediği yerde canlıların olması? fizik kurallarının hala geçerli olması. ortada bir şahit yokken ve hiçbir zaman olmayacağını bilirken (kim bilirken? gizli özne "o") hem de.
- gidip on liraya aldığın şeyi koltuğunda rahatça izlerken aslında karşılığının çok daha fazlası olduğunu fark etmek.

planet earth izlemek felsefe okumaya benziyor. kendini küçük ve önemsiz hissediyorsun. ama öte yandan gördüklerinden (öğrendiklerinden) mutlu oluyorsun. kafa karıştırıyor biraz.