25 Kasım 2009 Çarşamba

yani?

başımıza çok geldi, yani ben diyeyim üç, sen de beş kez. manitacılık oynamaya müştereken ya da tek tek birbirinden bağımsız (fark etmez) son vermişiz diyelim. gel zaman git zaman eski sevgili geri dönmüş, demiş ki ben yeniden beraber olmak istiyorum. veyahut onu ima eden aksiyonlara girmiş. biz de demişiz ki, e sen benden sonra başka biriyle beraber olmadın mı? bu soru zaten retorikmiş, biliyormuşuz ki beraber olmuş. o da mecburen onaylamış evet demiş beraber oldum. konu konuyu açmış, e madem başkasıyla beraber oldun, bu işin oluru yok bilmiyor musun, demişiz. o(nlar) da anlatıcının yazmasına sebep olan savunmasını sunmuş(lar) defaten: ama sen de benimle hiç ilgilenmedin ki sonra, hep başıboş bıraktın, demiş(ler).

düşünmüş taşınmışız, merak etmişiz bu cevabı bunlara kim ezberlettiriyor, hocaları kim, bu işten kim ekmek yiyor... anan mıyız, baban mı, artık beraber değilken niye ilgilenelim, neyine nasıl karışalım demişiz, ama ben de çok yalnız, çok çaresiz kalmıştım demişler. biçarelikten taşa eşiğe sürtünen eski sevgiliye sinirlenmiş, küfretmişiz; ihale üzerimize kalmış, terbiyesiz, anlayışsız olan biz olmuşuz, kulağımıza gelmiş, biçare ak-pak temiz çıkmış işin içinden.

oluyormuş böyler şeyler valla, hem ben niye yalan konuşayım ki sonuçta yani?

coldplay - yellow

23 Kasım 2009 Pazartesi

neyi gördün

haftasonu mahsun'un güneşi gördüm'ünü ve 12 monkeys'i alıp izledim, izledik. mahsun'un bu filmle oscar aday adayı olmasının ve altın portakal ya da benzeri hangi ödüllere layık görüldüyse onları almasının tek bir açıklaması var: siyaset. demek ki ne yapacakmışız, bundan sonra ne altın portakal'a ne kiraz festivali'ne, ne de başka bir şenliğe güvenmeyecek, prim vermeyecekmişiz.

çok da iddialı olmak istemememe rağmen; ben bu kadar sahte karakter, bu kadar yapmacık diyalog görmedim demeye talibim. mahsun demiş ki, ben bu kürt sorunuyla ilgili bir film çevireyim, ama öyle bir film olsun ki, hem komik, hem sosyal mesajı bol, hem hüzünlü, hem kürt'e, hem türk'e göre olsun, hem de tüm dünyaya kardeşlik - barış mesajımı vereyim, herkes çok sevsin, hem de benim yaptığım bu filmle cümlemizin kafasındaki ampül yansın, birbirine sarılsın, bu sorun bu filmle sona ersin, ben de sorunun mihenk taşı olarak hem sonsuza dek anılayım, hem de paranın altında kalayım. amma velakin bana göre bu filmden kazanacağın parayla üzerine bir takım elbise bile alamamalısın mahsun. öyle hem hem olmuyor işte. birinde karar kılmak lazım. ortada duran ortada kalır.

bir kere karakterlerin her biri, her cümlesinde (abartmıyorum) kürsüye çıkıp halka seslenen politikacı ayarında konuşursa olmaz. izleyiciye bu kadar çok sosyal mesaj, bu kadar açıkça verilmeye çalışılır mı kardeşim? o zaman yazsaydın bir bildiri, çıkıp okusaydın bir televizyon programında. işin içinde biraz metafor, hayal gücü, ne bileyim teşbih, tecahül-i arif falan olması lazım ki bir şeye benzesin. yoksa sanat niye var?

sonra hüzünlü olmaya çalıştıkça gülünç oluşun, akabinde gülünçlüğünün o kadar kötü hale gelmesi ki, acımaya dönmesiyle esas gayene ulaşmandan da bahsetmek lazım. babanın iki oğlunun fotoğraflarını yan yana asmaması, norveç'deki "bülbülü altın kafese koymuşlar, vatanım demiş" tripleri, karakterlerin devamlı ağlamaklı ses tonlarında sabah akşam "biz hepimiz kardeşiz aslında" diye sayıklamaları, bunlar muazzam klişeler. bunları artık yalnızca politikacılardan değil, her sade vatandaştan bile duyabiliyoruz, o kadar işlediler içimize. bir de sen söyleyince iyice eğreti durdu, olmadı.

en az onlar kadar üstünkörü duran bir travesti hikayesi vardı bir de filmde. o ne alakaydı, neden filmde öyle bir karakter vardı hiç anlamadım. belki de iç içe geçmiş farklı hikayelerin çok iyi bir uyumla nihayete ermesine özenmiştir mahsun bilmiyorum ama o kadar olmamış ki, o kadar olmamış.

öte yandan; sürekli gelecek, geçmiş ve şimdiki zaman arasında dolaşan bruce willice'ın filmin 60. dakika 23. saniyesinde "I see dead people" demesiyle önce çok şaşırıp, sonra gülmekten öldük. bu, shyamalan'ın ince bir esprisi idiyse eğer, yakaladık shyamalan, sen gönlünü ferah tut.
ilk izlediğimde filmi çok beğendiğimi hatırlamama rağmen, konusunu hiç anımsamıyordum. yine izledim, yine çok beğendim. brad pitt'in üzerine yapışmış çok yakışıklı etiketine mukabil, aynı zamanda çok da iyi bir aktör olduğu konusunda mutabık kaldık. zaten bir adam boş yere bir noktaya gelmez geyiklerine sardık, güldük, eğlendik.

sinema eleştirilerimi bitirirken, size mahsun kırmızıgül'ün eşrafından özcan deniz'in son albümündeki bir şarkıyla veda ediyorum. bu aralar özcan'cıyız, iyi şarkı.

17 Kasım 2009 Salı

victor

ilk defa victor hugo okudum. sadece bu romana göre konuşursak (bir idam mahkumunun son günü) abartılmış bir yazar. bu kitabı benden iki yaş küçükken yazmış, bu da bir mazeret ama gidişatını pek iyi görmüyorum. sefiller'i de alırsam, ilk ve son kitabını okuyup aradakileri baypas geçerek hakkında istediğim kadar atıp tutabilirim, mantıken. şimdilik 'abartılmış'la yetiniyorum.

kitabı idam cezasına karşı çıktığından, şiddetle kaldırılmasını savunduğundan, elit tabakanın zaten her halükarda idam sehpasına çıkmadığından, olanın yine halka olduğundan yola çıkarak yazmış. fakat koskoca victor hugo'nun konuyla ilgili en önemli tezi şu (benim özet cümlelerimle):
tamam adamlar suçlu ona bir şey demiyorum, adamları cezalandıralım ama onları idam ederek tüm yakınlarını da cezalandırmış oluyorsunuz. idam edilen adamın karısı var, kızı var, anası-babası var, onların ne suçu var ki cezalandırıyorsunuz?

açıkçası kitabı alırken aklıma apo'nun asılıp asılmama meselesi geldiydi (victor'un gerizekalı olduğu gelmediydi). biraz karıştırınca yazarın idam cezasına karşı durduğunu kolaylıkla anlıyordunuz ve ben de, bakalım koskoca victor işlenen büyük suçlara karşın mahkumun asılmaması için ne gibi sebepler üretmiş, nasıl bir mantık yürütmüş olabilir ki motivasyonuyla aldım kitabı. ama victor biraz çocuk çıktı.

tamamen mantıksız şeyler söylemiyor elbette. mesela şu paragraf iyiydi:
peki, yeni baştan alalım. -toplumun öç alması gereklidir, toplumun cezalandırması gereklidir-. ne biri, ne de öteki geçerli. öç almak insana özgüdür (topluma değil), cezalandırmak da tanrı'ya. toplum bu iki çelişkinin arasındadır. ceza onun üstünde, öç ise onun altındadır.

ve şimdi de tüm seven ama kavuşamayan aşıklar için geliyor, bizden ayrılmayın.
(vazgeçsen olmuyor, ölsen olmuyor.)

10 Kasım 2009 Salı

neşeli hayat

yılmaz erdoğan'ın yeni filmi "neşeli hayat" 27 kasım'da vizyona giriyormuş en nihayetinde. iki elim kanda olsa o gün sinemadayım. oyuncuları daha çok, çok güzel hareketler bunlar ekibinden seçmiş. kendisinin yetersiz birer taklidi her biri ama n'apalım, yılmaz abi yaptıysa doğru yapmıştır.  bu da fragmanı.
son zamanlarda demokratik açılımın da vasıtasıyla sık sık çamur atılıyor. pkk destekçisi deniyor. en başta, içinde bu kadar insan sevgisi olan bir adamın terörü destekleyebileceğine inanmıyorum.
ha önüme yaptığı havalenin banka dekontunu koysanız gene giderim filmine, yine alırım kitabını, o ayrı.
diğer taraftan bu adamın yazıp, yönetip, oynadığı dördüncü filmidir. türkiye'de bu rakama yaklaşabilen tek adam yılmaz güney'dir, (ki onun yazıp - yönettiği ve oynadığı film sayısı 3 diye biliyorum) isim ve etnik kökenlerinin benzerliği de iyi bir ironidir. erdoğan'a yaklaşabilen tek adam olan yılmaz güney iyi bir aktör müdür? iyi bir senarist midir? bence değildir. bana göre kabadayılığa özenmiş basit bir katildir. filmleri bana hiç bir şey ifade etmiyor.
yani diyorum ki, hep beraber yılmaz erdoğan'ın değerini bilmeliyiz, filmlerine gitmeli, kitaplarını almalıyız. yaptıklarının hepsi bir kenara, iyi bir filozoftur benim nazarımda.

not: "kings of convenience". az enstrümanla çok müzik.

3 Kasım 2009 Salı

ben riski sevmem

daha evvel de etrafımdakilere bahsetmiş, buraya da yazmıştım. pazarlama sektöründen, ama en çok da bu bireysel pazarlama parantezinde yapılan insanı aptal yerine koyma akımından nefret ediyorum. bankadan biri aradı. dedi ki sizi bireysel emeklilik fonunuzla ilgili arıyorum.

aslında öyle de demedi, ezberlettirilmiş şu cümleyi kurdu telefonu açınca: ozan bey iyi günler, eğer müsaitseniz sizi bireysel emeklilik fonunuzun son üç ayki getirisi ve bunu daha da iyileştirebilmek için neler yapabileceğimizi konuşmak için rahatsız ettim, en fazla beş dakikanızı alacağım, müsait misiniz? buyrun dedim. ıvır zıvır kıvır beş bin tane şey anlattı, çoğunu dinlemedim. ama ama ama, en son şunu yakaladım: ... evet biliyorum siz riski hiç sevmeyen ve param garantide olsun diyen bir yatırımcısınız fakat ...

beni hiç tanımayan, benim hiç tanımadığım adam böyle dedi.
beni biliyormuş, ben hiç riski sevmezmişim.
suç o herifte değil tabii, metni yazıp onun önüne koyan sığırda. o sırada sorsan ya da ne bileyim şikayet mektubu falan göndersen kesin şöyle bir cevap gelecek:
... hesaplarınızın ve daha evvel seçtiğiniz fon dağılımlarının istatistiğini yaparak bu kanıya vardık ve sizin ...

hayır öyle yapmadınız, banka emeklilik portföyünün kamu araçları fonuna ihtiyacı vardı, genel müdürlükten müşterilerinizi o fonu aldırmaya yönlendirmeniz için bir tebligat aldınız ve bilgisayarınızın ekranından bakarak tek tek tüm müşterilerinizi aramaya başladınız.

monoloğunuza siz hiç riski sevmiyorsunuz biliyorum cümlesini de eklediniz, böylece biz de bizi anladığınızı, aynı dilden konuştuğumuzu düşünecek ve size güvenecektik.

aranızda reklamcılar, pazarlamacılar var biliyorum. sözüm meclisten dışarı, alınmayın ama: tüm sektöre kafam girsin.

1 Kasım 2009 Pazar

manitacılık

bugün çok ilginç bir şey farkettik: kızların grup halindeyken daha güzel gözükmeleri durumu.

herhangi bir yerde, herhangi bir kız grubu görüldüğünde (eğer çok çirkin değillerse) dikkat hemen o tarafa yönelir. yani en azından bizde ve tanıdığım tüm adamlarda böyle oluyor. ortama renk gelir, nerede olduğuna bağlı olarak yemek daha lezzetli, içki daha keyifli, film daha güzel olur bir anda. çok güzel görünürler. halbuki tek tek alıp incelesen muhtemelen hiçbiri pek de güzel değildir. biriyle muhabbet edip tek başınıza kalsanız ne ortam ne de muhabbet uzaktan bakıldığındaki kadar eğlenceli olmayacaktır. o yüzden en iyisi uzaktan bakmaktır. hep böyle toplu halde gezsinler, biz de hep böyle uzaktan bakalım, neşemiz yerine gelsin, hayat daha güzel olsun.
şarkıların adını yazmak yerine link'ini vererek dinletebilirim size, aklıma geldi. buyrun.