27 Mart 2012 Salı

yazdan kalma

havalar ısındı.
bundan 19,5 - 20 sene evvel şimdi, dedemlerin kumburgaz'daki balkonunda üzerimde nemli slip mayoyla acele acele mantı yiyordum.
anneannem balkonun taşlarını az önce yıkadığından ayaklarım nemli taşlara değiyor, ferahlık veriyordu.
daha diyet kola çıkmamıştı, kırmızı etiketli kolanın cam şişesi sıcaktan hafif buğulanmıştı. kısa süre önceden beri, istediğim kadar içebiliyordum.
dedem çaprazımda okuma gözlükleriyle gazete okuyor, arada anneannemden çay, sigara veya meyve istemek için içeri doğru sesleniyordu. dalgındı, benimle konuşmuyordu.
balkon demirlerinin arasından sıkıştırılarak geçirilmiş mavi branda güneşten solmuştu.
branda tarafından ufka baktığımda güneşte parlayan denizi ve üzerindeki kırmızı-beyaz simitleri görüyor, çocukların bağırışlarını duyuyordum.
anneannem önüme soyulmuş buz gibi şeftali ve elma koyup zorla yememde ısrar ediyordu.
bundan 20 sene evvel şu anda, arkadaşım sokağın ucuna gelmiş, yolu uzatmamak için sokağa girmeden, ismimi bağırarak beni çağırıyordu.
hafif kumlu ve tozlu ayaklarımda kenarları yırtılmaya yüz tutmuş terliklerim hazır duruyordu.
meyveleri yarım bırakarak güneşten solmuş havlumu da alıp ok gibi dışarı fırlıyordum. anneannem arkamdan yemeğe geç kalma diye bağırıyordu.
ama benim aklımda dün, bu akşam ya da yarın değil sadece o an vardı.

kolay çözümler

öğle yemeğinde üzerime bir şey dökebilirim, normaldir.
sulu yemeklerde çataldan tabağa geri düşen parça kolaylıkla gömleğe damla sıçratabilir. sonrasında üzerine tuz dökmek, ıslak mendille silmek, garsondan kolonya istemek nafiledir. çözüm getirmez. ne yapmak lazım?

kasten daha çok sıçratmalı, gömleğimizi bariz olarak yemek damlacıklarıyla kirletmeliyiz.
böylece karşımızdakinin kafasında herhangi bir soru işareti bırakmaz, üstümüzü az evvelki öğle yemeğinde kirlettiğimizi ve yapacak hiçbir şeyimizin olmadığını açıkça ispatlamış oluruz. açıklık, netlik - her zaman - soru işaretlerine yeğdir.

26 Mart 2012 Pazartesi

santim santim

galiba eşitsizlik ölçü birimleriyle başladı.
bir şeyin diğerine eşit olmadığını anlayabilmek için önce ölçebilmen lazım. metre, kilo, ve aslında hepsinden daha evvel icat edilen, "para".
ölçmeye başladıktan sonra sınıflandırma, konumlandırma, değerlendirme ve eşitsizlik geldi.
acaba ölçüm öncesi çağlarda hayat nasıldı?

7 Mart 2012 Çarşamba

hayrunnisa

kılıçdaroğlu'nun tutuklu gazetecilerle ilgili avrupa'nın çeşitli ülkelerinde eleştirel konuşmasına tepki gösteren başbakan, "şimdiye kadar çok muhalefet, çok siyasetçi gördük ama kendi ülkesini avrupa'ya şikayet edene ilk defa rastlıyoruz" dedi.

bundan çok değil, 6-7 sene evvel, şu anki cumhurbaşkanımızın eşinin türkiye cumhuriyeti devleti'ni türbanla ilgili avrupa insan hakları mahkemesi'ne şikayet ettiğini, kocasının cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasından sonra şikayetinden vazgeçtiğini hatırlatmak isterim. buna cevaben, ben siyasetçi dedim, siyasetçinin eşi ifadesi kullanmadım demek çok kaypakça olacaktır.

dünya klasikleri

dünya klasiklerinden birini okumanın dezavantajı nedir?
hatta dezavantajı avantajından daha büyüktür, evet. niye? çünkü avantajının etki alanı keyifli vakit geçirmekle sınırlı. ve zihnine daha çok fikir eklenmesi belki.
dezavantajı ise, insan ruhunun o kadar iyi betimlenmesi ki, kendini özel hissetmekten vazgeçmek. içinde kendine ayırıp, bana dair dediklerini adamın birinin iki yüz sene evvel de hissetmekle kalmayıp yazarak tane tane izah etmesine şahit olmak. kendini bant üretimi fabrikasyon bir ürün gibi hissetmek. sonrası nihilizm. şimdi ben tuna kiremitçi okumayayım da ne yapayım?

3 Mart 2012 Cumartesi

kirpinin zarafeti

daha yeni bitti. utançla itiraf ediyorum, bitti ve ardından suç ve ceza'yı 31. yaşımda okumaya başladım. ama şimdi kirpinin zarafeti'nden ne anladık onu konuşalım. kitabın konusu, karakterleri vs. google'dan iki saniyede bulunabilir, onlara girmeden direk özüne dalıyorum:

hayatın anlamsız olduğu doğrudur, evet. ama bu anlamsızlık bizi mutsuzluğa itmemeli, zira mutluluk ile anlamın illa aynı karede olması gerekmiyor. hayat küçük küçük mutluluklardan oluşan büyük bir pastadır, pastaya mümkün olduğunca çok parmak atmaya çalışmalısın. bunu da en kolay sanat yoluyla yapabilirsin.
olmadı, kişisel gelişim kitabı önsözüne benzedi.

diyor ki; mesela ben arabalardan keyif alıyorum. yolda yürürken çok merak ettiğim bir arabayı görüyorum, tam da sevdiğim açıdan, istediğim yakınlıkta. o an seviniyorum, mutlu oluyorum. işte budur, daha fazlası değil, al bunu koy cebine, ikincisi için devam et diyor. çok gözünde büyütme.
veya iki kişinin ortak zevklerde birleşmesi. illa karşı cins olmasına gerek yok. zaten kitap boyunca sanırım arkadaşlıktan aşktan bahsettiğinden daha çok bahsediyor. iki kişinin aynı filmi izlerken aynı yoğunlukta keyif alması. bunun gibi ufak tefek mutlulukların toplamıdır diyor. yani bu kadar sığ izah etmiyor tabii, bu benim anladığımı ifade edemeyişim. başka şeyler de diyor, mesela:

"... işin kolayı hep bulunur. gerçi ben bu yolu seçmekten hep tiksinmişimdir. benim çocuğum yok, televizyon seyretmem, tanrıya inanmam. insanlar hayatlarının daha kolay olması için bu patikaları seçerler. çocuklar, kişinin kendisiyle yüzleşme acılı görevini ertelemesine yardım eder, torunlar da bunu sürdürür. televizyon, boş hayatlarımızın hiçliğinden yola çıkarak projeler inşa etmek gibi bitkin düşürücü bir zorunluluktan bizi uzaklaştırır, gözleri aldatarak, ruhu duyunun büyük işinden kurtarır. tanrı ise, memeli soyumuzdan gelen kaygılarımızı yatıştırır, zevklerimizin günün birinde son bulacağı yönündeki dayanılmaz kesinliğe dayanma gücü verir. dolayısıyla, ne gelecek, ne soy sop varken, saçmalığın kozmik bilincini sersemleştirecek piksellerim yokken, sonun kesinliği ve boşluğun öngörüsü içindeyken, kolaycılık yolunu seçmediğimi sanırım söyleyebilirim."

diyor.
herman hesse diye alman bir şair vardı. lisede şiirlerini okuturlardı bize. o da vaktiyle şöyle demiş:

...yaşam konusunda bir fikrin vardı; içinde bir inanç, bir beklenti yaşıyordu; eylemlere, acılara ve özverilere hazırdın. ama yavaş yavaş anladın ki, dünya hiç de senden eylemlerde ve özverilerde bulunmanı istemiyor; yaşam, kahraman rollerine ve benzeri şeylere yer veren bir kahramanlık destanı değil, insanların yiyip içmeler, kahve yudumlamalar, örgü örmeler, iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evidir.

daha fazla adam bulayım mı? bunlardan çok var.

1 Mart 2012 Perşembe

bir zamanlar anadolu'da

mü-kem-mel bir film.
sinemada bir, dvd'de dört olmak üzere toplam beş kez izledim. dün kamera arkası ve röportajlarını da izledim bonus cd'den.
açık ara şimdiye kadar çekilmiş en iyi türk filmi.
her saniyesi gerçekçi, her saniyesi küçük anadolu kasabasının tam içinden olmasına rağmen neden monoton değil ve nasıl seni ikibuçuk saat ekrana kilitliyor? çünkü o kasabada ancak iki ay kalsan gözüne çarpacak komik, hüzünlü, ilginç, merak uyandırıcı detayları uç uca ekleyerek bir filme sığdırıyor. sadece ikibuçuk saatte yüzlerce detaya boğuluyorsun, her biri seni ayrı mutlu ediyor. [bkz: kirpinin zarafeti]
tek izah edemediğim cannes'da bu filmden ne anladıkları. anadolu kasabalısını bilmeyene hiçbir şey ifade etmemeli bu film, edemez. yılmaz erdoğan'ın kamera arkasında dediği gibi, hayatın başrol vermediği insanlara başrol verilen bir film bu.